Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

14 Şubat…

Birkaç gün sonra 14 Şubat…
Bu tarihi sevgililer günü olarak kutluyoruz. Bu kutlamayı kimimiz anlamlı buluyor, kimimiz ise çok anlamsız.
Tüketim toplumunun anlamların içini boşalttığı günümüzde anlamsız bulanları suçlamamak lazım. Çünkü artık eskiden olduğu gibi sadece çiçekler çikolatalar ayıcıklar bu günde prim yapmıyor. Pırlanta almayan “kötü sevgili” oluyor. Varın gerisini siz düşünün. Biz maneviyatı yüksek bir toplumdan bu kadar maddi bir topluma nasıl dönüştük?
Aslında bu anlam, size sevgili sözcüğünün neyi çağrıştırdığı ile ilgili. Bu sözcük size eşinizi, annenizi, sevgilinizi, çocuğunuzu anımsatabilir. Herkes için farklı bir anlamı olan bu günün başlangıcı eski Roma’ya uzanıyor. Katı kurallı zalim bir hükümdar olan Claudius, savaşacak asker bulamadığı için düşüncelidir. Sebebin erkeklerin ailelerini bırakmak istememesi olduğuna karar verir. Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri yasaklar. O dönemde yaşayan papaz Aziz Valentine ise bu yasağa uymayarak çiftleri evlendirmeye devam eder. Bunu öğrenen zalim hükümdar Aziz Valentine’i öldürtür. Öldürülüş tarihi 14 Şubat, o gün bu gündür sevgililer günü olarak kutlanmaktadır.
İşte hikâye bu… Aslında bizim kültürümüzle uzaktan yakından ilgisi yok. Doğrusunu isterseniz, tüketim ekonomisinin yarattığı alışveriş çılgınlığından başka bir şey değil.
Yine de kutluyoruz. Çünkü bir şeyleri kutlamaya ihtiyacımız var. Mutluluk adına, sevgiyi paylaşmak adına bahanelere ihtiyacımız var. Bu da hazır ve gelenekselleşmiş bir bahane. Gerçi toplumun yarısını oluşturan kadınların eşlerinden kaçı, sevgililer gününü anımsayıp kutluyor ki? Erkeklerin büyük çoğunluğu özel günler konusunu önemsemezler. Kadınlar ise, daha duyarlı ve beklenti içindedirler…
Ben sevgililer günü kutlamasından vazgeçtim. Evde ve toplumda kadına hak ettiği değer verilsin yeter. Oysa giderek modernleştiği ve geliştiği yanılgısıyla yaşadığımız toplumda sistematik bir şekilde kültürümüze sızmış etkenler ile erkekler şiddet uygulamayı kendilerine yönelik şiddetle öğreniyor. Sünnet, askerlik, futbol, gibi ayinleştirilmiş ortak eylemler bunu öğretiyor. Sağlıksız hiyerarşi, sözde profesyonel ancak özünde egonun ve kayırmacılığın ağır bastığı işyerlerinde ve örgütlenmeler de kemikleştiriyor.
Resmi kayıtlara göre; Türk kadınının % 58 i dayağa maruz kalıyor. Ancak uzmanlara göre bunlar gerçek rakamlar değil. Geleneksel nedenler ve töreler nedeniyle çoğu vaka örtbas ediliyor. Şiddete maruz kalan kadın, ne yapacağını, haklarını nasıl arayacağını bilmiyor. Çalışan kadınlar da haksız ve negatif cinsiyet uygulamalarına maruz kalıyor. Şiddet psikolojik, fiziksel ve maddi anlamda kadınların üstünde umacı gibi sürekli bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor. Erkek egemen toplumun atalet içindeki ve kendi söylemlerine karşı çıkılmasına alışık olmayan “erkek” ya da erkekleşmiş bireyleri bunu egoları için tehdit gibi görüyor. Bu bireyler (!) , işlerine gelmeyen her durumda karşılarındaki insanlara duygusal, fiziksel, maddi şiddet uygulamayı bir “gelenek” haline getirmiş. Çünkü onlara “böyle öğretilmiş”. Makam, mevki, eğitim seviyesi ne olursa olsun, hazım ve kendini eğitebilmiş olma yeteneklerinden yoksun zihniyetler en yakınlarındakini tam anlamıyla eziyor. Karşılarındaki kişiler de o kişiye verdikleri değere göre, hala o değerin anlaşılamamasına rağmen mesela işten atılırım veya uyumu bozarım, dışlanırım gibi kaygılarla sessiz kalıyor.
İşte asıl güç burada, anlayan için.. Sessiz kalabilmek kadar güç bir şey yok. Özellikle Türkiye’de. Bu gücü kullandığımızın farkına bile varamayan insanlar, toplumsal gelişmeyi ve sağlıklı diyalogları, her ortamda tehdit ediyor. Bu aslında hakkını nasıl savunacağını bilen ancak “işi uzatmak istemeyen” eğitimli ve gerçekten kültürlü, bu şansa sahip olan kadınlar için söz konusu…
Madalyonun öteki yüzü, kırsal kesimin çilekeş kadınları…
Bu kadınlar töre, gelenek, aile, hısım, akraba kıskacında ömür sürdürüyor. Yaşamları bir evden diğerine kız çocuk olmakla eş olmak arasında geçiyor. Sonra anne oluyor. Belki torunları da oluyor. Ancak gelenekler burada rolleri belirliyor ve hiçbir rol aslında çok etkin değil, olamıyor. Üstelik eğitimli kadının tersine sustuğu zaman daha çok eziliyor. Sevgililer günü mü o da ne?
* Dört şey geri gelmez. Atılan ok, söylenen söz, kaçırdığınız fırsat, geçen zaman.

* 8 Şubat 2007 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı