Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Dilovası Raporu

Yüzyıllardır insanlar çeşitli hastalıklarla savaşmış, uzun uğraşlardan sonra çoğunun tedavisini bulmuştur.
Aids, Hepatit C vs. gibi bulaşıcı hastalıkları bir kenara bırakırsak eğer, çağımızın en korkulan hastalığı; kanser.
Uzmanlar kanser önlenebilir diyor.
Sağlıklı beslenirsen,
sigara içmezsen,
alkol tüketmezsen,
strese girmezsen,
 yeteri kadar spor ve egzersiz yaparsan,
kanserojen maddelere maruz kalmazsan, kanser olma riskin % 70 azalır diyor.
Tabii ki genetik ve çevresel faktörleri de unutmayalım.
Genetiğimizi seçemiyoruz belki ama sigara ve alkol tüketmeyip,
sağlıklı beslenmeye çalışırsak, (gerçi sağlıklı beslenmek günümüzde ne kadar mümkün bilmiyorum. Zira GDO’lu, hormonlu, genetiği değiştirilmiş ürünleri istemeden de olsa tüketiyoruz.)
Spor yaparsak,
sinirlerimize hakim olmaya çalışıp stresimizi kontrol edersek;
kansere yakalanmaktan kurtulabilir miyiz?

Bizim elimizde olmayan, çevresel faktörleri ne yapacağız?

Yapılan istatistiklere göre, dünya da akciğer ve meme kanseri olma oranı azalırken, Türkiye de artıyormuş. Acaba neden dersiniz?

***
Eğer anımsarsanız, geçtiğimiz aylarda Prof. Onur Hamzaoğlu, Dilovası ile ilgili yaptığı bir araştırma sonucunu açıklamıştı.

Burada ki kanser vakalarının dünya ve Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu;
anne sütünde ve yeni doğan bebeklerin dışkılarında ağır metallere rastlandığını söylemişti.
Sağlık Bakanlığı dahil herkes üzerine gitmiş, hatta şarlatanlıkla itham edilmişti.
Kocaeli Üniversitesi etik kurulu Onur Hoca’yı bu raporu açıkladığı için, uyarı cezası vermişti.
O zaman inanamamıştım; İnsanları uyarmak, yöneticilerin dikkatini ciddi bir konuya çekmek, nasıl suç olabilirdi?

Dilovası’nın kirliliğini, dünyanın öbür ucunda yaşayanlar biliyordu ama bir bilim adamı açıklayınca suç mu oluyordu?

***

Geçtiğimiz günlerde Türk Tabipler Birliği, Dilovası ile ilgili bir rapor yayınladı.

Rapor da, bölgede çarpık ve düzensiz bir sanayileşme ve yerleşimin olduğu,

Çevre ve insan sağlığı ile ilgili birincil ilke olan koruyucu önlemlerin alınmasının göz ardı edildiği,

Dilovası'ndaki bazı fabrikaların üretim veya girdilerinde kanserojen maddeler kullanıldığı halde, işçi sağlığına yönelik işyeri denetimlerinin sağlıklı ve planlı yapılmadığı,

Dilovası’nın uygun olmayan topoğrafik yapısı ve meteorolojik şartlarının yanı sıra,

yoğun trafik yükünden, sanayi tesisleri ve yerleşim alanlarından kaynaklanmakta

olan kirlenme ile kirleticilere karşı çok hassas bir hale geldiği,

Dil Deresi yatağı ve kenarlarının son derece düzensiz ve kirli bir görüntüde olduğu,

Yeni Yıldız Mahallesi ve Fatih Mahallesinin Dilovası OSB'nin içinde olmasının,
belediyece alt yapı hizmetlerinin götürülebilmesine engel olduğunu,
Dilovası OSB'den kaynaklanmakta olan çevre kirliliğinin bu mahallelerde yaşayan halkın sağlığını direkt olarak etkilediğini,
Bölgedeki metal ve hurda ergiterek üretim yapan tesislerde bulunan radyasyon ölçüm sistemlerinin kullanımının tesis yönetimince yapılıyor olmasının, denetimlerin yetersiz olmasının, yurtiçinden ve yurt dışından gelen hurdaların detektörlerden geçirilmeden işlenme riskini ortaya çıkardığından vs. bahsediliyor.

(Raporun tamamını http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/dokumanlar/dilovasirpr.pdf okuyabilirsiniz)

***

Bakalım bu rapordan sonra “Dilovası’nda kirlilik yok, kanser yok, tesislerin ölçümleri normal” diyen yöneticilerimiz ve sanayiciler, ne diyecekler? Merakla bekliyorum.




*26 kasım 2011 Posta Gazetesi doğu Marmara Eki

Kentsel dönüşüm ve 2B…

23 Ekim de, Van ve Erciş’te 7.2 lik deprem olduğundan beri;

Depremle yatıp, depremle kalkıyoruz…

Tam da kış kapıyı çalmışken;

Başını sokacak bir çadır bulamayan depremzedelerin, soğukta yaktıkları ateşin başında,

battaniyelere sarılıp sabahladıklarını görmek, iç burkultucu idi bizim için, sıcacık evlerimizde otururken…

Aynı duyguları yaşamıştık biz de,  99 Marmara depreminde…

***

Önce, çadır bulamayıp sokakta kalanlarla özdeşleştirdik kendimizi;
Eski depremzedeler olarak…

Televizyonda haberleri izlerken; spikerle konuştuk, kızdık, bağırdık, kabul etmedik.

Bilinçaltımızdaki deprem anılarımızı paylaştık; askerlik anılarımız gibi…

“Biz de bunu yaşamıştık, biz de bunu hak etmemiştik! “ Dedik.

Depremzedelerin bir şekilde başlarını sokacak çadır bulduklarında ise sevinemeden, kar bastırdı. Hava soğudukça soğudu,  termometreler eksi 14 dereceyi gördü...

Çadırda ısınmaya çalışırken, sobadan sızan gazdan ya da donarak ölümlerin olması; çocukların hastalanması “bu kadar da olmaz ki!”  dedirtiyor insana!

***
Biz zaten İstanbul depremini beklemiyor muyduk?

Uzmanlar olası depremde neler yapılması gerektiğini yıllardır anlatmıyor muydu?

Ülkemizin deprem kuşağında olduğunu bilmeyen var mı?

Depremin değil, binaların öldürdüğünü deneyimlerimizle öğrenmedik mi?

Öyleyse, neden her seferinde depreme bu kadar hazırlıksız yakalanıyoruz?

***

Sanırım depremin 3. günü falandı, televizyon haberlerinde Kızılay çalışanları oturmuş dikiş makinelerinin başına harıl harıl çadır dikiyor. Genel Müdür “Günde şu kadar kişiyle şu kadar çadır hazırlıyoruz diye” demeç veriyor…

“Eyvahlar olsun” dedim “ya bu deprem İstanbul’da olsaydı, halimiz nice olurdu?”
 Sonradan öğrendik ki yıllardır ödediğimiz deprem vergileri ile duble yollar yapılmış. (Biliyoruz, bilmeyenlere de yerel yönetimler üste para verip; tabelalarla, billboardlarla öğretti “yol medeniyettir” diye)
Elbette yollar da çok önemli, medeniyet için ama tek yol değil!
Büyük bir deprem yaşandı ve üzerinden neredeyse bir ay geçti.
Konteyner siparişleri bir hafta önce verildi. Prefabrik konutlar ancak kurulmaya başlandı.
O da 300- 400 aile için ve kim bilir hangi ailelere, hangi kıstaslara göre verilecek?
Umarım bu dağıtım “hamili kart yakinimdir” şeklinde olmaz!

***

 99 Marmara depremini yaşadığımız da biz şanslıymışız. Hava sıcaktı ve günlerce park ve bahçeler de yatabildik. Yaz günü de olsa, sokakta yatmanın ne kadar zor olduğunu öğrendik. kış gününü düşünmek bile istemiyorum.

***
Televizyonda haber spikeri “Van’ da yaraların sarılmasına devam ediliyor” diyor.

Deprem yasası çıkarılacak;

5.6 ‘da  (2. deprem) yıkılan oteller yargıya taşınacak;

Kentsel dönüşüm başlayacak” Diyor.

Her yurttaş gibi seviniyorum...

Paradan hiç anlamayan biri olarak, kentsel dönüşüm için dillendirilen para miktarının Türk

parası olarak boyutunu kestirmeye çalışırken, büyük bir bölümünün 2B arazilerinin

satışından sağlanacak gelirden olduğunu duyunca;

Kangreni sadece sarmak yetmez ne yazık ki! Demek isterken,

“Bravo” diyorum. Gerçekten bravo; kimsenin aklına gelmeyen DAHİYANE bir fikir ve …

Tam bu satırları yazarken Van’ da 5.2’lik bir artçı deprem daha oluyor…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki  19 Kasım 2011

N.Ç


Bir Kurban bayramını daha geride bıraktık. Hafızalarımıza, kaçan danaları yakalamak için canhıraş koşturan; kurban yerine kendini kesen; kurban kanlarının derelerde ve boğaz da bıraktığı kızıllık; sevdiklerini görmek için bayram tatilini fırsat bulup trafikte hayatını kaybedenler kazınarak…
Bu bayram her zamankinden daha hüzünlü, her zamankinden daha buruktu, aslında hiçte bayram tadında değildi. Nasıl olsun ki?  
Bayramı çadırlarda geçiren depremzedeleri, şehitlikler de gözyaşı akıtan anaları gördükçe, bizimde içimiz kan ağladı.  

***
Ben bu yazıyı yazarken, günlerdir deprem kadar, şehitler kadar, bayram kadar yazılan çizilen;  13 yaşında ki N.Ç’nin dava sonucu tartışılıyor; muhtemelen de, uzun bir süre daha tartışılacak.
Anladığım kadarıyla N.Ç olayının üzerinden 8 yıl geçmiş ve N.Ç şu anda 20’li yaşlarda
(Buna benzer gün yüzüne çıkmayan, kapalı kapılar ardında yaşanan kaç vaka var, kim bilir?)  
Kerli ferli, yaşlı başlı, makam sahibi, baktın mı adam gibi adam sandığın ama sadece  “müsvedde” olan, onlarca kişinin; defalarca tecavüzüne uğramış ve üzerinden yıllar geçmiş. Çocuk N.Ç, olmuş kadın N.Ç;   bu arada 4 kez ameliyat olmuş…
(Acaba o ameliyatlar ruhuna da yapılabilmiş midir?)
Şu anda nerede, ne yapıyor? 8 yıldır, ruhunda kopan fırtınalarla nasıl baş edebildi ya da edebildi mi?

***
Sosyal medyada “ N.Ç davasında insanlık dışı kararı onaylayan yargıtayı kınıyoruz” grupları kuruldu. Protesto yürüyüşleri yapıldı, pankartlar açıldı.
Bu eylemleri gerçekleştirenler isyanlarında çok haklıydılar ancak o yıllarda adli tıptan N.Ç’nin ruh hali ile ilgili raporu verenler, o tarihte yürürlükte olan Türk Ceza Kanununun bu tür suçlara öngördüğü “5 yıl ağır hapis cezası ” nı yasa olarak kabul edenleri kınamak  kimsenin aklına geldi mi? Bilmem.

***   
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kararı veren hakimler, N.Ç kendi kızları olsaydı, böyle bir karar çıkmış olsaydı, bu karara ne derlerdi?'' diye sordu.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, “vicdanım rahat değil” dedi.
Kadından sorumlu bakan F.Şahin “Kendi vicdanımda da ben bir kadın, bir anne olarak bunu kabul edemiyorum” Dedi.
Cumhurbaşkanımız bile twitter mesajında “Gencecik bir çocuğumuzun başına gelenlerle ilgili cezanın indirilmesini onaylayan karar, beni de derinden rahatsız etti.” Dedi…
Kısaca başkanından tutunda, cumhura kadar herkes isyanlarda! Umarım bu isyan, yasa yapıcılar için örnek, bu tür insanlık suçu işleyecek olanlar için de caydırıcı olur.
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 12 Kasım 2011 

Röportajlarım: Melda Başçakır ile







Etkilendiği sanatçılar arasında ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu ve seramik sanatçısı Ayfer Karamani başta olmak üzere kültürümüzü eserlerinde yansıtan sanatçı ve tasarımcılardan ilham alıyor.
O’nun seramik ile ilk tanışıklığı çocukluğunda TRT 2 ‘de izlediği çömlek yapımlarına kadar dayanıyormuş.
“ O günlerden belleğimde kalan turnetin dönüşü ve bir ustanın çamura verdiği şekildir” diyor. Turnetin dönüşünü ve o arada çamurun aldığı şekli hayranlıkla izlermiş. İzler ama bunu kimseyle paylaşmazmış ve derken geçen yıllar, farklı alanlarda geçen bir iş hayatı …Sanat’a olan hayranlığı, ilgisi çocuk yaşta başlamasına karşın aktif olarak uğraşısı çok daha ileriki yıllarda, 30 ‘lu yaşlarda başlamış…
***
  • Melda Başçakır kimdir? Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Sakarya'nın Hendek İlçesinde doğdum ve yaşamımın ilk yirmi yılını memleketimde geçirdim . 1985 yılında iş nedeniyle İstanbul’a yerleştim ve o tarihten bu yana da İstanbul’da yaşıyorum. Özel sektörde 21 yıl süren bir çalışma hayatım oldu. 2007 yılında emekli oldum ve çalışırken başlamış olan sanatsal çalışmalarıma emekli olduktan sonra daha çok zaman ayırmaya başladım.
  • Sanatsal çalışmalar dediniz bunu biraz açabilir misiniz ?

Seramik yapıyorum ayrıca ev tekstili ilgili tasarımlarım var. Tamamına baktığımızda sanatsal objelerin yanı sıra İç Dekorasyona yönelik çalışmalar diye adlandırabiliriz. Aldığım sanat eğitimini çeşitli biçimlerde işlerime yansıtmaya çalışıyorum.
  • Çalışmalarınız da belli bir tarzınız var mı yoksa talep doğrultusunda mı çalışıyorsunuz?

Gerek seramik çalışmalarımda gerekse tekstil ile ilgili tasarımlarımda yaşadığımız coğrafyanın kültürel zenginliklerinden etkilenerek çizdiğim desenleri kullanıyorum. Bu tarz çalışmalar yapmayı seviyorum.
  • Ev Tekstili dediğinizde geniş bir alan, ürün yelpazeniz de neler var?

Haklısınız ev tekstili dediğinizde akla pek çok şey gelebilir. Benim çalışmalarım şimdilik desenlerini çizdiğim kumaşlarla ürettiğim yastıklar, elle boyama yastıklar ya da yine antik objeler ya da tuğralı liralarla çalıştığım yastıklar ağırlıklı olmak üzere masa örtüleri, servis takımlarından oluşuyor.
  • Yaptığınız işin eğitimini aldınız mı?

Elbette… Akademik eğitim değil ancak alaylı diye tabir edebileceğimiz eğitimleri aldım. Örneğin şu anda seramik yapıyorum ama resim dersleri alarak başladım.
Dört yıl boyunca akademik düzeyde resim eğitimi aldım. Ardından seramik eğitimi geldi. Kaldı ki seramik benim çocukluğumdan bu yana içimi titreten bir sanat dalıydı ama çamurla buluşma  neredeyse 30‘lu yaşlarımın ortalarında oldu.
Bu dersleri alırken de tesadüfen başlangıçta atölyelerim hep büyülü atmosferiyle çoğumuzu kendine çeken Pera’da oldu. O dokuda dolanıp da mimariden, arka sokaklardaki bambaşka bir dönemi yansıtan eski eşyalardan etkilenmemek olanaksız. Beyoğlu’nda çalan müzik bile kulağa farklı gelir.Tüm bunlar da zaman zaman ürettiklerime zemin oldular, bir çıkış noktası oldular ve hala olmaya devam ediyorlar.
  • Herhangi bir sanat dalıyla uğraşmak, sanatçı olmak bir ayrıcalık,  doğuştan yetenek gerektirir diye düşünüyorum ancak çok istekli biri, disiplinli çalışarak başarabilir mi?

Resim dersi aldığım atölyelerden biri Güzel Sanatlar Fakültesi’nin(GSF) yetenek sınavlarına öğrenci hazırlayan bir atölyeydi. Ben orada dönem başında neredeyse çöp adam çizen bir gencin sınavlara doğru şahane çizimler yaptığına ve hatta GSF’ye derece ile girdiğine tanık oldum.
Resimde belli kurallar vardır. Kâğıdınıza ya da tuvalinize çiziminizi yaparken perspektif bilginizi kullanırsınız, açık koyu dengesine dikkat edersiniz, ışık nereden gelirse neresi daha koyu olur ya da bir kompozisyondaki objelerin proporsiyonu nasıl olmalıdır tüm bunlar eğitimlerle öğrenebileceğimiz bilgilerdir ama yanı sıra bir parça yetenek ve yanı sıra çok çalışmak gerekiyor.
Resim örneği verdim ama örneğin ben de orada öğrendiğim bilgilerin şu anda seramik çalışmalarımda çok yararını görüyorum.
  • Sizin sosyal sorumluluk projeleri kapsamında da bazı çalışmalarda yer aldığınızı biliyoruz. Bize biraz bundan da bahsedebilir misiniz?

Elbette. Ülkemizde var olan sorunları ya da sorunları olan insanları görmezden gelemeyiz. Onları yok sayamayız.ve hepimizin onlar için yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır inancındayım. Ben de elimden gelen bir şeyler olduğunda bu tür projelerde yer almaya çalışıyorum. Örneğin geçtiğimiz kış döneminde engelli öğrencilerle seramik çalışmaları yaptık. Bu çocukların engelleri birbirinden farklıydı. Bazıları bedensel engelli, bazıları Otistik ve atölye çalışmalarına ilk başladığımız günlerde inanır mısınız çamura dokunamayan çocuklar vardı ama dönem sonunda hepsi birkaç obje yapabilir hale gelmişti. Ayrıca çamuru yoğururken ve şekillendirirken ellerini kullandıkları için sağlıkları açısından da verimli bir çalışma oldu diyebilirim. Tabi yanı sıra farklı bir dünya ile tanıştılar. Onların algılamaları diğer sağlıklı çocuklar gibi değil ama çalışmalar sırasında yine de çamurla uğraşmaktan, ürettikleri objeleri renklendirmekten heyecan duyduklarını, mutlu olduklarını gözlemleyebildim.
  • İçlerin de girişimci ruhu taşıyan, (özellikle de kadınlar) ama cesaret edemeyenlere neler önerirsiniz?

Sanat ile uğraşmak maddi manevi her anlamda zordur, yıpratıcıdır hele ki ülkemizde gerçekten daha da zordur. Ancak eğer sanat’ın herhangi bir dalına gerçekten ilgi duyuyorlarsa mutlaka bir kez olsun denemeliler diyorum. Üretim sürecinde yaşanılanlar ve sonuçlara bakıp alınan manevi haz hiçbir şeyle ölçülemez. Ne olursa olsun fırsat yaratmalılar derim. Biliyorsunuz çok çeşitli eğitimler var. Hobi amaçlı eğitimleri özel atölyelerde alabilecekleri gibi yerel yönetimlerin açtığı ücretsiz kurslarda da ilgi duydukları alanda çalışmalar yapabilirler. En azından bir başlangıç yapıp bu çalışmalar ile yeni bir dünyanın kapısını aralayabilecekler mi, kendileri için yeni bir yaşam biçimi oluşturabilecekleri mi? Bunu görebilirler ve sonra devam edip etmemeye karar verebilirler. Ayrıca hangi yaşta olunursa olunsun, hiçbir zaman geç kalınmış sayılmaz diye düşünüyorum. Türk Seramik sanatının önemli sanatçılarından Füreya Koral’ın yaşam öyküsünü mutlaka okuyanlarımız vardır. Füreya seramiğe 37 yaşında sağlık sorunları nedeniyle İsviçre’de yattığı hastane odasının camına konan kuşları yaparak başlamış. Belki diyeceksiniz ki Füreya Koral zaten Şakir Paşa ailesinin bir bireyi olmanın avantajlarına sahipti. Entelektüel bir çevre, ailede birçok sanatçının olması; tüm bunlar Füreya’yı şanslı kılıyordu ama yine de ‘’ çok mu geç kaldım ‘’ acaba diye düşünenler varsa örnek alınası bir sanatçıdır diye düşünürüm.
  • Son yıllar da, özellikle kadınların katıldığı kurslar ve sanatsal faaliyetler var. Bu faaliyetlere katılan ve ekonomisine katkı sunmak isteyen kadınlara neler önerirsiniz?

Kadınlarımız gerçekten çok marifetliler . Neredeyse ellerinden gelmeyen iş yok gibi. Bunu hepimiz hem yakın çevremizde, hem de eğer Internet kullanıyorsak oradaki çeşitli platformlardaki paylaşımlardan görebiliyoruz. Ama tüm bu emeği bir kazanca dönüştürüp, aile bütçesine katkıda bulunmak işin en az üretmek kadar önemli olan diğer boyutu. Bu da çok kolay değil çünkü az önce belirttiğim gibi çok fazla kişi çok fazla şey yapıyor. Bunları sanal ortamda oluşan elişi satış sitelerinde satmayı deneyebilecekleri gibi yerel yönetimlere bağlı çeşitli kadın oluşumlarının özellikle son dönemde alışveriş merkezlerinde bu tür çalışmalara ayırdıkları bölümler var. Oralarda tüketicinin beğenisine sunmayı deneyebilirler.


  • Söyleşi için teşekkür ediyoruz. Ayrıca okurlarımız size ulaşmak, çalışmalarınız hakkında daha fazla bilgi almak isterlerse iletişim adresi verebilir misiniz?

Ben teşekkür ediyorumTüm çalışmalarımı www.meldabascakir.net adresinde görebilirler yine oradan bana ulaşabilirler.

Memleketimden deprem manzaraları!


Deprem bölgesine giden yardımları gösteriyor televizyon kanalları günlerdir…

Yardım malzemelerini taşıyan kamyon, kırmızı ışıkta durur durmaz, kamyonun üzerine çıkılıp, içindekiler talan edilmeye başlanıyor…

Komşu komşusuyla kavga ediyor, tekmeler yumruklar havada uçuşuyor…

Kin, nefret, öfke, bencillik, tahammülsüzlük, şiddet…
(Ben bu sahneleri 99 depreminden de hatırlıyorum. Dağıtılan şey, her ne olursa olsun; ekmek, su, battaniye, tüp ya da bir çift çorap… Sanki kaçıyor; sanki başkası değil bir tek kendi sahip olmalı. Bir bencillik ki sormayın… Bu başka bir yazı konusu)

Üstelik kamyonlara tıpkı gemilere saldıran korsanlar misali saldırıp, talan eden o insanların deprem bölgesinde yaşamadığı söyleniyor…

***

Peki, yaptığı binalar yıkılan müteahhidin, görkemli villasının bahçesine çadır kıtlığında iki tane birden çadır kurmasına ne demeli?
Hele hele sosyal medyaya? 
Aynı kamyonları yağmalamaya çalışan öfkeli insanlar gibi; sosyal medyada da nefret içeren, yazmaya dilimin varmadığı çok acımasız söylemlerde, yorumlarda bulunanlar oldu!
Bu duygu ve düşüncelerinde, ne kadar samimi olduklarını bilmek, beni kaygılandırıyor açıkçası…
Biz ne zaman insan olma ortak paydasında bir araya gelebileceğiz?
Bir arada yaşayabilmenin ne olduğunu, kendi özgürlüğümüzün bittiği yerde başkasının özgürlüğünün başladığını bilmeyi, kabullenmeyi, toplumsal kurallara uymayı ne zaman öğreneceğiz diye düşünüyorum…

***
 Ben tam bu duygu ve düşünceler içindeyken; Haberleri Ti’ye alan M. Alibora’nın sunuculuğunu üstlendiği “Heberler” adlı programda konunun gündeme getirildiğini gördüm ve traji-komik bu öneriyi çok yerinde buldum. Sizlerle de paylaşmak istiyorum:
Heberler’ de; “Tüm politikacıların ortak hareket etme kararı aldığı ve kurulan komisyondan çıkan ilk karara göre;  İlköğretimden itibaren müfredata insanlık dersi konulacak. Bu derste bireyin önce insan olduğu; din dil, ırk gibi faktörlerin bir önemi olmadığı ve depremin tüm insanlığı ilgilendiren bir felaket olduğu anlatılacak. Okul hayatını tamamlamış vatandaşlar içinse; vicdan aşısı uygulaması yapılacak. Sağlık Bakanlığı bünyesinde geliştirilen aşı vicdan kaybını önlemek ve gidermek için kullanılacak” Dendi…
Ben bu vicdan aşısı mevzusunu gerçekten tuttum, Hiç fena fikir değil…
Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı’nın bir an önce bu konuda çalışmalara başlamasını dileyerek;
Birlik, beraberlik, kardeşlik, hoşgörü ve dayanışma gibi duyguların bir arada yaşandığı
Kurban Bayramınızı en içten duygularımla kutlarım.
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 5 Kasım 2011