Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Nükleer Çingeneler veya likidatörler...


Mart ayında Japonya’da deprem olmuştu; anımsıyor musunuz?
Belki ara sıra aklımıza geliyor, o dev dalgaların gemileri, köprüleri, binaları nasıl yuttuğu gözümüzde canlanıyor. Belki bir-iki habere rastlıyoruz, sonra günlük meşgalelerin içinde unutup gidiyoruz. Tıpkı 17 Ağustos depremini unuttuğumuz gibi…
***
Japonya’da deprem ve tsunamiden hasar gören Fukuşima Nükleer Santrali’nden sızan radyasyonu durdurabilmek için, çalışmalar hummalı bir şekilde devam ediyor.
Binlerce insan yaşamları pahasına günlük 150 dolar civarında bir paraya çalışıyor.
Bu santralde 1970’ li yıllarda çalışan daha sonra anılarını “Nükleer Çingene” adlı kitapta toplayan Japon yazar Kunio Horite, en pis en tehlikeli işi yapan işçiler için kullandığı “Nükleer Çingeneler” terimi şimdi yine gündemde. Bu insanlar belki para cazip geldiği için çalışıyor ama beni etkileyen 430 emekli mühendisin gönüllü olarak katkıda bulunmak için başvurması.
Yaş ortalaması 60 olan bu mühendisler, gençlerin yerine kendilerinin çalışmaları gerektiğini düşünüyorlar. “Radyasyona maruz kalsalar bile, kanserin ortaya çıkma süresinin 20-30 yıl olduğunu, zaten yaşamlarının yaklaşık bu kadar olduğunu” söylüyorlar. Ne kadar büyük bir fedakârlık değil mi?

***
Fukuşima’daki radyasyon sızıntısı bana 1986 yılında Çernobil Nükleer Santrali’ndeki sızıntıyı hatırlattı.
Faciadan sonra radyasyon Karadeniz kıyılarına kadar ulaşmış, fındık, çay gibi ürünler radyasyona maruz kalmıştı. O zamanın Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral kameraların önünde çayını yudumlarken ”Bakın içiyorum, bana bir şey olmuyor. Biraz Radyasyon iyidir” gibi bir şeyler söylemişti. (Sanırım geçtiğimiz yıllarda kanserden vefat etti.)
Yanlış yazmayayım diye arşivlere baktım da. Sadece Bakan mı söylemiş?
Dönemin Başbakanı Turgut Özal “Radyoaktifli çay daha lezzetli” derken cumhurbaşkanı Kenan Evren “Radyasyon kemiklere yararlıdır” demiş.
Şaka gibi ama gerçek…
Ülkemin bilim insanlarının tüm raporları örtbas edilmiş; yönetenler bunları söylemiş!

***
Yine arşivleri karıştırırken DHA Kocaeli Bölge Müdürü Mustafa Bağdiken’in 2001 yılında yani faciadan 15 yıl sonra Çernobil’e gittiğin de, yazdığı habere ulaştım.  Bağdiken haberde;
Çernobil kazasından sonra radyoaktif bulutların dünyaya nasıl dağıldığını,
Kazadan en çok etkilenen Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'daki 400 bin insanın, evlerinden çıkarılıp başka bölgelere taşındığını;
 9 milyon insanın, direkt veya dolaylı yoldan radyasyondan etkilendiğini;
 Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya sağlık bakanlıkları verilerine göre, tiroit kanseri ve lösemi olaylarında büyük artış olduğunu;
  Kazanın yol açtığı kanser vakalarının, 2005-2010 yıllarında doruğa ulaşacağını;
 En çok risk altında olan grubun ise, santraldeki yangını söndürmek için çalışan 'likidatör' adı verilen ve hiçbir ciddi önlem almadan, göğüslerini siper edercesine çalışan 800 bin kişinin, kazadan sonra eski Sovyetler Birliği ülkelerine dağıldığı, bugün yerlerinin ve akıbetlerinin bilinmediğinden bahsetmiş. Tam tamına on yıl önce…

***

Rusya -Çernobil’de  “likidatör”, Japonya-Fukishima’da “Nükleer Çingeneler”...
Her ülkede fedakar insanlar vardır. Hiç düşünmeden canını tehlikeye atacak insanlar. Hele ki bizim ülkemizde ama sonunu bile bile gerçekten nükleer santral kurmaya değer mi? 
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 30 Temmuz 2011

Hangisi bilmiyorum!


 















Dilovası- Yeniyıldız Mahallesi;
Dilovası Organize Sanayi Bölgesi’nin içinde kalmış, daha önce köşe yazılarımda sıkça bahsettiğim gariban bir mahalle.
Öyle ki fabrikalar ile evler, iç içe ya da sırt sırta.
Bazı evlerin sahipleri, duvarı bitişik fabrika komşusunun gürültüsünden, kokusundan, pisliğinden o kadar bıkmış ki; yok pahasına evini satmış gitmiş.
Ev alma komşu al diye boşuna söylememişler yani…
Gerçi, ev daha önce alınmış komşu sonradan gelmiş ya neyse...
Asit fabrikası ile Okul arasında ki mesafe taş çatlasa 100 metre.
Okul desen okula benzemiyor, sanki kümes. Ne çocukları ne öğretmenleri çeken hiçbir cazibesi yok. Daha sabahın köründe uyku sersemi okula giderken “Bitse de gitsek” diye ayakları geri geri gidiyordur sanırım.
Okulun bahçesinde basketbol, voleybol oynayacakları sahaları yok ki, çocuklar oynasın.
Evde oynayacakları bilgisayarları da yok. Ne yapsınlar?
Asit fabrikasının suların da ya da fabrika yakınlarında ki boş arazilerde oynuyorlar.

Geçtiğimiz hafta yerel gazetelerde bir haber okudum.



















Yeniyıldız mahallesinde yağmur suyunun oluşturduğu gölete giren iki çocuk boğulmuştu. Önce kızdım, “ne işleri var, o pis suda” diye.
Sonra aklıma; geçenlerde çocukluğumun geçtiği Hendek’e gittiğimde gördüğüm, derede yüzen çocuklar geldi.
Biz de çocukken o derede yüzerdik. Derenin önüne konan taşlarla oluşturulan göletlerde…
O dönemde başka seçeneğimiz yoktu. Temiz, kirli, berrak, bulanık, çamur demeden bir de dibe dalardık. Burnumuza ağzımıza su kaçırmayalım diye sıkı sıkıya tembih ederlerdi evden.
Kurbağa larvalarını da balık zannederdik…
Bunaltıcı sıcaklar bastırınca, insan serinlemek için her yola başvuruyor.
Şu sıralar 45 derece sıcaktan bunalan Avrupalılar bile kendilerini süs havuzlarına attığını düşünürsek, 12 yaşında oyun çağında ki iki çocuğun yağmur suyunun oluşturduğu çamurlu bir gölete serinlemek ve oynamak amacı ile girmesi son derece normaldi. Boğulmaları hazin ancak daha hazin olanı, Dilovası deniz kenarında bir ilçe olduğu halde, halkın denize ayak parmağını bile sokamadıkları gerçeği.
30 yıl önce pırıl pırıl bir denize sahip Dilovası’nda değil denize girmek, deniz kenarında oturabilmek bile mümkün değil. “Neden?” derseniz, sanayi tesisleri, limanlar, tersaneler ile çevrilmişte ondan.  
    
Dilovalı iki çocuğun ölümünden buradaki sanayi kuruluşlarının sahiplerinin haberi oldu mu? Bilmem zira zengin ve ünlü ailelerin çocukları değillerdi.
Gazeteler bir-iki gün yazdı unutuldu gitti bile…
Ama ben unutmadım ve aklıma takıldı: “Serinleyebilecekleri deniz veya havuzları, spor yapabilecekleri kompleksleri olsaydı eğer; acaba bu çocukların ölümü engellenebilir miydi?”
Ölümleri kader mi, ailelerinin ilgisizliği mi, eğitimsizlik mi ya da değerli büyüklerimizin daha çok para kazanma hırsı mı? Hangisi bilmiyorum. Vicdanınıza bir sorun!
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 23 Temmuz 2011

Her şeyi başarabilirsiniz!


Golf oynamayı hiç denemedim...
Yıllar önce bir gemi seyahatinde, fotoğraf çektirmek için poz verirken oynamaya çalıştığım mini golfu saymazsak eğer; elime golf sopası aldım diyemem.
Golf sever arkadaşlarımın yurt dışında on bin dolarlık sopalarla oynadığı golf maceralarını dinlemek ve filmlerde gördüğümün dışında golf sporu ile hiç bir ilgim olamadı, ne yazık ki.
Golf tutkunları bana kızmasınlar lütfen. Golf sporu kişiye kendini tanıma, kendinle yarışma ve iç disiplin kazandırma ortamı yaratsa da; bana hitap etmedi her nedense.
Kim bilir belki de köy ortamında büyüdüğüm ya da şu anda yaşadığım kentte golf ile ilgili tesis olmadığı içindir…
Her neyse golf konusunda uzman değilim ama golf üstadı Charlie Boswell’in hikâyesini dinlediğim de, sizlerle paylaşmak istedim…
Charlie Boswell, II. Dünya Savaşında arkadaşını yanan bir tanktan kurtarmak isterken gözlerini kaybeden büyük bir atlettir. Savaş bittiğinde çok sevdiği halde daha önce hiç denemediği golf sporunu yapmak isteyince, etrafındakiler yadırgar. Buna rağmen kararlılık ve inanılmaz çabasıyla golf oynamaya başlar ve 13 kez Uluslararası Körler Golf Şampiyonu olma şerefine nail olur...
Onun örnek aldığı insan ünlü golfçu Ben Hogan'la golf oynamak en büyük hayalidir. Charlie, bu yüzden 1958 yılında Ben Hogan adına verilen ödülü kazanınca çok gururlanır ve Ben Hogan'la tanışınca bir tur da olsa onun la golf oynamayı çok istediğini söyler.
Charlie'nin başarılarını duyan ve becerilerini takdir eden Ben Hogan bir tur oynamanın onun içinde bir gurur olacağını söyl
er.
Charlie "Parayla mı oynamak istersiniz Bay Hogan." diye sorar ancak Hogan parasına oynamayı kabul etmez.  "Sizinle parayla oynayamam. Bu haksızlık olur. İnsanlar sizden faydalandığımı düşünür" der.
Boswell: "Korkuyor musunuz Bay Hogan? Hadi, delik başına bin dolar."
“Peki” der Hogan, “ama en güzel oyunlarımdan birini oynayacağım”

Kendine çok güvenen Boswell "Bende sizden farklı bir şey beklemiyordum zaten” diye yanıtlar.
Bu sözler üzerine Hogan benden günah gitti edasıyla “o halde zamanı ve yeri siz belirleyin Bay Boswellder.
Boswell kendinden çok emin bir şekilde ve güven içinde, 'Bu gece saat 22.00 da...”  yanıtını verir.
Bu hikâyeden çıkartacağımız ders: Hiçbir şekilde başınıza ne geldiğinin önemi yok. Kararlıysanız, yeterince disiplinli çalışırsanız ve akıllı davranıp şartları lehinize çevirirseniz her şeyi başarabilirsiniz.
Posta Gazetesi Doğu Marmara  Eki 16 Temmuz 2011

Hayatın provası yok!

İnsanız...
İnsanlık ortak paydasında; hiç birimiz dörtdörtlük, hiç birimiz mükemmel değiliz.
Bilerek ya da bilmeyerek hepimiz hata yapıyoruz.
Hata yaptığımız da ise; kişilik yapısına göre ya “hata insanlara mahsustur” sözünün ardına sığınıyor, ya yerin dibine giriyor ya da yapılan hatanın farkına bile varmıyoruz…
Yaşadığımız toplumda, hata yapmak son derece normal karşılansa da, ayıplansa da “tecrübe” olarak kabul edilir.  Ancak aynı hatayı üst üste yapmanın “aptallık” olduğunu söyleyen Aristo’ya katılmamak da mümkün değil…
Evet, hata yapmak olağandır; insanlar hayatta hata yaparak öğrenir. Yaptıkları hatalardan ders çıkararak olgunlaşır ve büyürler. Sonra da aynı hatayı yapmaması için çocuklarına ya da arkadaşlarına sayfalar dolusu ders verirler...
70-80 yaşındaki tanıdıklarımızdan genellikle duyarız:
“Ahh ahh, şu anda ki aklımla senin yaşında olsaydım; şöyle yapardım, böyle yapardım” gibi pişmanlıkla yoğrulmuş sözleri, keşkelerle dolu cümleleri…
Genellikle dinlemek istemeyiz; sıkıcı gelir.
Mutsuzluk, olumsuzluk vardır çünkü ve hiçbirimiz olumsuz cümlelerden hoşlanmayız…
Hata sözcüğü kişiye göre değişebilir. Birine göre hata olan bir şey, başka birinin hayali olabilir. Örneğin ressam olmayı düşünen birinin aile baskısı ile doktor ya da avukat olması ya da tam tersi gibi…
Ailesinin istediği mesleği ya da eşi seçtiği için pişman ve mutsuz olan;  bu nedenle depresyona giren, isyan eden, hayatı kendine ve çevresindekilere zindan eden birçok kişi tanıyorum. Mutlaka siz de tanıyorsunuzdur…
Bazı kişiler hata yaparak öğrenir. Yanlış yaptığını gören ve onu uyaran arkadaşlarını ya da ebeveynlerini dinlemez.
Verilen akılları duymaz, kendi kafalarının dikine gider. İlle kafasını duvara vurup, canı yanınca öğrenir ve buna “tecrübe” derler.
Bazıları ise başkalarının hatalarından ders alırlar; gözlemcidirler. Yaşça kendinden büyük ya da deneyimli insanları izlerler, dinlerler. Bunlara literatürde “akıllı insanlar” diyorlar…
Hem akıllı hem başarılı insanlar ise yaşamı “başarılı insanların başarılarından öğrenirler”
Kısaca söylemek gerekirse; “Kendi hatalarımızdan değil de başkalarının hatalarından öğrenmek, daha az can yakıcıdır. Başkalarının başarılarından öğrenmek ise bayağı bir zaman kazandırır.”
Hayatın provası yok. Üstelik çok kısıtlı bir zaman diliminde ve sadece bir kere yaşıyoruz.
O halde kafamızı duvara çarparak öğrenmek yerine, başkalarının başarılarından öğrenmeye ne dersiniz? 
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 9 Temmuz 2011

Her şeyi ben bilirim!

Etrafınız da mutlaka vardır!
Her şeyi bildiğini sanan, her konuda fikir sahibi olan, size akıl veren, bütün işlerde deneyimli olduğunu düşünen insanlar...
 Bu insanlar en yakın arkadaşınız, akrabanız, komşunuz, çevrenizdeki herhangi biri ya da hiç tanımadığınız biri bile olabilir.
Yeri geldiğin de doktor, mimar, mühendis, avukat, modelist, marangoz, siyasetçi kısaca aklınıza gelen ya da gelmeyen herhangi bir meslek konusunda ahkâm keserler…
 Mesela futbolda 90 dakikalık maçta dakika dakika futbolcuların yaptığı hataları ve pozisyonları anlatırlar. Hâlbuki ayağına topu verseniz, kendisi 10 dakika bile koşamayacaktır.
Siyaset konusuna gelince, imkân verseniz kenti, ülkeyi hatta dünyayı yönetebilecek kapasitededirler.
Siyasi liderler hangi hataları yaptılar, o hataları yapmasalar şimdi nerde olurlardı? Hepsini onlar bilir.
Doktorunuzun koyduğu teşhisin, verdiği ilaçların yanlış olduğunu; hangi ilaçları kullanırsanız iyileşeceğinizi anlatırlar. Günlerce sizinle tartışabilir hatta mesleğiniz ya da ihtisas konunuz da bile sizden çok daha fazla bilgili oldukları noktasında, sizi ikna edebilirler.
Eğer yakın tanıdığınızsa, bazen isyan eder, “Ya bu kadar da olmaz. Bir daha arayıp sormayacağım”  “Çok oldu ama artık yeter; saçmalıyor” Deseniz de belki alışkanlıktan, belki ayıp olmasın diye, belki de saygınızdan ötürü katlanırsınız.
Bazen incir çekirdeğini doldurmayacak konularda sizinle ilgili dedikodular ürettiğini bile duyabilirsiniz “Yok canım daha neler, benim tanıdığım arkadaşım bunu kesinlikle yapmaz” Deseniz de; “Her şeyi ben bilirim” ciler var etrafımızda...
Bu insanların profiline şöyle bir baktığınızda, hayatta çokta başarılı olmadığını görürsünüz.
Başarı derken kastettiğim para kazanmak değil. Gerçi toplumumuzda para çok önemli bir kıstas ama benim bakışıma göre tek başına yeterli değildir. Başarılı sayılmak için; aile ilişkilerinde, iş hayatında, sosyal hayatta kısaca insan ilişkilerinde de başarılı olmak lazım.
***
“Her şeyi ben bilirim”ciler konuşmayı da çok sever. Aldı mı eline sazı, susturamazsınız.
Düğmeleri de yoktur ki basıpta susturabilesiniz!
Soluklanmak için dursa da, bende fikrimi söyleyeyim diye düşünürsünüz ama nafile...
Soluk bile almadan konuşurlar ve bilmezler;
“Her insanın alnında görülmez harflerle “Beni önemli hissettir” yazdığını, "tek önemli kişinin kendileri olmadığını"
İlk başlarda birlikte zaman geçirmekten hoşlansanız bile, sonra yavaş yavaş uzaklaşırsınız. Gün gelir yüzünü bile görmek istemezsiniz ve Sokrates’in “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.” sözünü algılamasını beklersiniz...
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 2 Temmuz 2011