Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Şarlatan kime denir?

40 küsur yıllık hayatımda, şiddet gören bir akrabamın boşanma davasında yaptığım şahitlik dışında, hiç mahkemeye gitmedim; gitmekte istemezdim açıkçası. Kim gitmek ister ki?


Tuhaf ama geçen hafta; ilk defa bir mahkemeye gitmek için birkaç gün öncesinden hazırlandım. İşlerimi erteledim, sabah erken kalkabilmek için saat kurdum ve heyecanlandım. Çünkü Dilovası’nda ki çevre kirliliğini araştıran ve araştırma sonuçlarını kamuoyu ile paylaşan Prof. Dr. Onur Hamzağlu ve profesöre, araştırmasını halkla paylaştığı için “şarlatan” diyen Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun duruşması vardı.

Duruşmayı izlemek için gittiğim de, öyle bir kalabalık vardı ki duruşma salonuna girebilmek için epey çaba sarf ettim.

Konuyu yakından takip ediyor ve “bir bilim adamının yaptığı araştırmayı kamuoyu ile paylaşması gerçekten şarlatanlık mıydı?” öğrenmek istiyordum.

***

Mesleğim gereği şarlatan kelimesini biliyorum ama yine de Türk Dil Kurumunun sözlüğüne “şarlatan ne demekmiş?” diye baktım.

1.anlamı; Kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran kimse.

Bir başka anlamı ise;

“Bilim, vicdan, etik ve deontoloji vb. her türlü değer sistemini yok sayarak kısa zamanda ün ve varlığa ulaşmak için her türlü yola başvurarak hekimlik pratiği yapan kişi”

“Şarlatan” kelimesi bir bilim adamı için sarf edildiğinden dolayı, 2. açıklamaya bir göz atalım. Hatta gerekirse her ikisini birden değerlendirelim.

Birinci açıklamaya baktığımızda eğer kentimizde/ülkemizde şarlatan öğretim üyeleri var ise vay halimize! Biz o zaman neden çocuklarımıza üniversiteye girebilsin diye çocukluklarını yaşamalarını engelliyoruz? Hem maddi hem manevi, neredeyse taytay yaptıktan sonra yaşıtlarından bir adım öne geçsin diye yarışa sokuyoruz? Gerçekten varsa; bu şarlatan eğitimcileri biz seçmediğimize göre üzerimize alınmayalım. 2 kişiden 1’i esprisine maruz kalmayalım!

İkinci açıklamaya baktığımız da mesleki ahlaktan bahsediliyor ki, “bilim, vicdan, etik ve deontolojik yani hakikaten her türlü değer sistemini yok sayarak kısa zamanda üne kavuşmak için her türlü yola başvuran”

***

Duruşmada Karaosmanoğlu Onur Hoca’nın bilimsel araştırmasını gerekli mercilere bildirmediğini ve yaptığı araştırmayı sonuçlandırmadan televizyonlarda şov yaptığını o nedenle “şarlatan” dediğini söyledi. Kendisini hiç tanımadığını siyasi rakibi de olmadığını o nedenle söylediklerinin şahsına değil, yaptığı eyleme olduğunu ifade etti.

Onur Hamzaoğlu ise, “Daha önceki yıllarda yapılan araştırmalarda bu bölgede kanser vakalarının dünya ve Türkiye ortalamalarına göre çok fazla olduğunu ve bu verilerin sağlık bakanlığı ve valiliğe bildirildiğini ve buna rağmen yeni bir fabrika kurulma aşamasında olduğunu duyunca araştırmasını kamuoyu ile paylaştığını”

söyledi. Kim haklı, kim haksız? bilemem ama bildiğim bir gerçeği de yazmadan duramadım.

Bırakın şarlatanlığı, ülkemiz de ve kentimizde onlarca sahte diş hekimi var.

21. yüzyılda hala çatır çatır çalışıyorlar. Kimsenin de gıkı çıkmıyor, hadi haklarını yemeyelim, gıkları çıkıyor da, sonuç alınamıyor. Hakeza falcıların, üfürükçülerin, muskacıların, sülükçülerin, hacamatçıların kapılarında kuyruklar oluşmuşmuş; çalışıyorlar. Benim bilim adamım da bilimsel araştırmasını halkla paylaştığı, onları uyardığı için “şarlatan”lıkla itham edilip, mahkemelerde zamanı boşa harcanıyor.

Beni çok etkileyen ve ağlatan bir hikaye: Shay


Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul için bağış toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı. Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu: “Dışarıdaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa her şeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor. Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olması gereken şeyler nerede?”

Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.

Baba devam etti. “Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor.”
Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı:

Shay ve babası bir gün parkta Shay’in tanıdığı birkaç çocuğun baseball (beysbol) oynadıklarını gördüler.
Shay sordu, 'Acaba oynamama izin verirler mi?'
Shay'in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu.
Shay'in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve fazla bir şey de beklemeden Shay in oynayıp oynayamayacağını sordu.
Çocuk kafasını kaldırıp danışabileceği birilerini aradı ve sonra “Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım” dedi.

Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi. Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler.
Sekizinci turun sonunda Shay'in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi. Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay'e gelmişti.

Bu noktada Shay'in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar? Şaşırtıcı bir hamleyle Shay'e sopayı verdiler. Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyorlardı çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay'e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay'e doğru fırlattı. İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı.
 Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay'e doğru attı. Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu.

Oyun şimdi bitecekti. Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamına kolaylıkla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı.
Tribünlerdeki herkes ve iki takımda bağırmaya başladılar, 'Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!' Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaşkınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü. Herkes bağırmaya devam etti, 'İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş' Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı. Takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı.

Herkes bağırıyordu, “Shay, Shay, Shay, bütün yolu koş Shay”
Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi, 'Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!'
Shay üçüncüye gelirken diğer takımdaki çocuklar ve seyirciler ayağa kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, “Shay, hepsini koş! Hepsini koş!”
Shay hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı.

“O gün” dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek “ki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar'”

Shay bir sonraki yaza yetişemedi. O kış öldü. Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.

Bir anlık öfke…

Son yıllar da, öfkeli bir toplum olduk çıktık vesselam…
Bir anlık öfkeye kapılıp; karısını, annesini, babasını,  arkadaşını, kardeşini, komşusunu öldüren kişilerin haberlerini sıkça duyar olduk medya da…
Ne oldu da bu kadar öfkeli bir toplum olduk?
Trafikte hata yaptığın da kendini uyaran kişiye, sille tokat girişen, ya da tabancasını çekip vuran kişiler;
Karısını boğduktan sonra bile, defalarca bıçaklayan kocalar;
Annesini dövdüğü için babasını öldüren, bıyığı terlememiş gençler;
Gece dışarı çıkmasına izin vermedi diye, annesini öldüren kızlar;
Kısacası bir hiç uğruna cana kıyanlar,  kalp kıranlar, birbirine tahammülü olmayan insanlar;
eskiden de bu kadar çok muydu?
Uzmanlar da bu duruma pekiyi bakmıyor ve  “uyum bozukluğu” şeklinde açıklıyor...
 Yaşanan herhangi bir stres etkeninin (ekonomik zorluk, sevdiği birini ya da işini kaybetmek vs) neden olduğunu söylüyor.
Kısacası ekonomik zorluklar, çaresizlik ve değer görememek en büyük etken…

***
Aynı toplumda yaşadığımıza göre; günlük hayatta mutlaka bizi sinirlendirecek ya da kızdıracak bir olayla karşılaşıyoruz.
Böyle bir durumla karşılaştığımız da öfke patlaması çoğu zaman da sevdiğimiz, değer verdiğimiz en yakınımızda ki insanlara olur. Bağırır çağırır, hakaret ederiz.
Aslında başkasına söyleyemediğimiz sözleri,  sevdiklerimize söyleriz…
Bir şeylere sinirlendiğiniz de ya da kızdığınızda, öfke nöbetine yakalanmadan önce aşağıda sizinle paylaşacağım öyküyü anımsayın derim…
***
Adam yeni kamyonuna bakmak için evden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görür.
Beyninden vurulmuşçasına oğlunun yanına gider ve çocuğun elinden çekici alıp ellerine vurmaya başlar. Bir süre sonra sakinleşir ve oğlunu hastaneye götürür.
Doktorlar, çocuğun kırılan parmaklarından birkaçını kesmek zorunda kalırlar.
Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” der ve bandajlı eline bakarak “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” diye sorar. Baba eve döndüğünde bu yükü kaldıramayıp hayatına son verir...
***
Hepimizin sabrının son noktasına geldiği anlar olmuştur veya olacaktır.
Belki, çok sevdiğiniz, aile yadigârı porselen vazoyu, çocuğunuz umursamaz biçimde yere atıp kıracaktır.
Belki en yakın arkadaşınız hiç beklemediğiniz bir anda, duymak istemediğiniz sözler söyleyecektir.
Belki de çok önemli bir randevunuza yetişmeye çalışırken,  trafik yüzünden geç kalmış ve burnunuzdan solurken, uyanık geçinen biri önünüze geçtiğinde;  bu öyküyü anımsayın ve düşünün.
Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz!
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 17 Eylül 2011

Hani çivi bile çakılmayacaktı!

Ben yazmaktan bıktım, siz okumaktan ama ne yazık ki onlar bıkmadı!
Kimler mi? Dilovası’nı nefes alınamayacak hale getirenler…
Sanayiye doyan, hatta doymaktan öte kusan Dilovası’na; sürekli yeni tesisler kurmaya çalışan zihniyetler!
Şimdi de Türkiye’nin en büyük limanını Dilovası’na yapmak için kolları sıvadılar.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bu projeye yeşil ışık yaktı ve “Belde Limanı”  büyütülüyor.
Limanın toplam büyüklüğü 933.000 metrekare, deniz dolgusu, 721.000 metrekare ve uzunluğu 2.5 kilometre olacak. Yani devasa bir liman…
Dilovası halkı, mevcut organize sanayi bölgesinden şikâyet ederken; eski günleri mumla arayacak gibi gözüküyor.
Neden mi? Çünkü liman bittiğinde günde 15. 000 uzun aracın limana giriş- çıkış yapacağı; hurda, kömür, kimyevi madde vs. gibi her türlü yükü kabul edip, sevkiyatını yapacağı tahmin ediliyor. Ayrıca 150.000 ton tehlikeli ve kimyasal maddeyi depolayabilmek için, 46 tank inşa edileceği söyleniyor.
Şu anda gürültüden, kokudan, tozdan dumandan şikâyet eden Dilovalılar; liman bitince ne yapacaklar acaba? Ayrıca o bölge de yaşayanların, böyle bir limanın inşa edileceğinden haberleri var mı? Çok merak ediyorum.
***
“Liman yapımına dur diyecek kimse yok mu?” diye baktığımız da ise; kararın 5 Ocak 2009 yılında, belediye meclisinden sessiz sedasız çıktığını; 7 Mayıs 2009 günü Dilovası’nda gerçekleştirilen Halkın Katılım Toplantısından sonra, 6 Temmuz 2011 tarihinde bakanlıkça "ÇED olumludur"  kararının verildiğini görüyoruz.
Bu arada Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin yargıya başvurduğunu, her nedense(!) sonuç alamadığını da es geçmeyelim.

***
2006 yılında T.B.M.M komisyon kararına göre, “Dilovası sanayiye doymuştur, artık tek bir çivi bile çakılmaması gerekir” diye karar alınmıştı.  
Devlette devamlılık esastır diye biliyorum; yoksa değil mi?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 10 Eylül 2011 

Aman dikkatli olalım!

Kimine göre Ramazan, kimine göre Şeker Bayramı ve 9 günlük tatil yarın bitmek üzere.


Hep birlikte, sevgi, huzur, barış dolu daha nice bayramlar geçirmek dileğiyle…



Bayram tatili başlamadan önce, her bayram öncesi görmeye alıştığımız sahnelere tanık olduk yine televizyon kanallarında.

Tatlı imalathaneleri ve fırınları denetleyen zabıtalarla birlikte dolaşan belediye başkanlarını gördük.

Gittikleri gıda imalathanelerinde; fareler, böcekler cirit atıyor, pislik kol geziyordu.

İmalathanenin neden bu kadar pis olduğunu soran yetkiliye bir işyeri sahibi “ Ne yani burası eczane mi ki, temiz olmalı? Zaten o kadar para nerde, bizde?” derken hijyen konusunda ki düşüncesini, bilgisini anlatıyordu kısaca!

Başka bir işyerinde, bir fare bulunuyor. İşyeri sahibi “Mümkün değil, burada bu kadar küçük fare bulunmaz” diyerek fareyi habercilerin getirdiğini ima ederken, ne kadar büyük farelerin olduğunu da itiraf ediyordu.

Peki, bu sağlıksız imalathaneleri açmak için başvurduklarında, imalathanenin açma ve çalışma ruhsatını kim vermişti, ne kadar süre de bir denetleniyordu?

“Bayramdan bayrama mı?” diye geçiyor insanın aklından, o kadar kiri, pası görünce…





Bakanlar kurulunun arife gününü ve bayram sonrası Cuma gününü idari tatil ilan etmesi ile, her bayram tatili öncesi görmeye alıştığımız araç kuyrukları oluşmuştu; köprülerde, feribotlarda, otoyollarda. Yarın ise geri dönüş kuyrukları oluşacak.

9 günlük uzun tatili fırsat bilenler; varsa arabalarına, yoksa keselerine göre uçak, tren, otobüslere atladılar. Ya memleketlerine, uzun zamandır görmedikleri sevdiklerini ziyarete ya da Ege’ye, Akdeniz’e, belki de yurtdışına tatile gittiler. Kimileri özlem giderdi sevdikleriyle; kimileri kafalarını dinlediler, yazın son demlerinde…

Tüm uyarılara, önlemlere rağmen, yine ilk günden itibaren trafik kazaları haberleri ile üzüldük. Aman geri dönerken dikkatli olalım. Trafik kurallarına uyalım.

3 Eylül 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 



.