Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Yeni yılınız kutlu olsun…


İşte bir yıl daha geçti; acısıyla, tatlısıyla…

Hayat gailesine dalmış olmanın verdiği telâşe ya da vurdumduymazlık;

Dünyanın dönmesinde, günlerin, saatlerin geçmesinde bir fark yaratmadı.

***

Belki hayalleriniz, hedefleriniz vardı; gerçekleştirdiniz…

Belki de hayal etmenin bile hayal olduğunu düşündüğünüz için, es geçtiniz…

Kiminiz 365 günü dolu dolu yaşadı; kiminiz öldü öldü dirildi…

Kiminiz kahkahalarla güldü; kiminiz hıçkıra hıçkıra ağladı…

Kiminiz aşık oldu, “aşkın ömrü üç yıldır” a inat, aşkı üç ay sonra bitti ya da bitmedi; evlendi.

Kiminiz, sizi hala çok sevdiğini söyleyip, yalvaran yakaran eşin gözyaşlarına bakmayıp boşandı ya da vazgeçti…

Kiminiz çok sevdiği, değer verdiği birini kaybetti ya da belki de kazandı…

Kiminiz belki iflas edip her şeyini kaybetti; kiminiz ev ya da iş yeri satın aldı…

Kiminiz tek oğlunu şehit verdi; kiminiz bebek bekliyor…


***

Her şeye rağmen…

Dünyadaki ve ülkemizde ki bütün felaketlere, olumsuzluklara rağmen,

Dünya hala dönüyor…

Ve bu gece yarısı saat 00:00’ da yeni bir yıla merhaba diyeceğiz.

***


Hepimizin bu dünyaya gelmesinin bir nedeni var.

İyi ya da kötü, basit yada komplike; bir de hikâyesi...

Bazı kişiler bu sebebin farkına varıp, kendi hikâyesinin kahramanı olarak,

kendine biçilen zamanda, biçilen rolü yaşarken, başkalarının hayatına dokunup, farkındalık yaratacağının bilincinde;

bazıları ise “Rabbena, hep bana” peşinde…    

***

Yeni yılda,

yeni güzellikler,

yeni umutlar,

yeni sevgiler,

yeni farkındalıklar sizinle birlikte olsun.

Yeni yılınız kutlu olsun…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 31 Aralık 2011

Kaza geliyorum demez!

Geçen hafta sonu bir trafik kazasına karıştım.

Ömer Türkçakal Bulvarında (Seymen-İzmit arasında, Outlet Center’ın olduğu Bulvar);

Hem de sol şeritte, 50 km hızla giderken…

Yağmur yok, çamur yok, kar yok; önümde ki araç aniden sert bir fren yaptı.

Çünkü onun önünde ki araç zınk diye durmuştu.

İyice sola kırarak, öndeki aracın sol arka çamurluğunu sıyırarak durdu…

Akan bir trafikte, aniden bir aracın fren yapmasını hiç beklemediğimden midir bilmem;

yeterli mesafe olmasına rağmen, frene yeterince sıkı basmadığım için aracım durmadı.

GÜMMM!!!

Ve ben hyatımın ilk trafik kazasına böylece karışmış oldum…


***

Beni tanıyanlar, ne kadar kuralcı olduğumu bilir, hatta bu kuralcılığım için bana kızarlar.

Asla emniyet kemerimi bağlamadan yola çıkmam. Gece saat 2’ de bile kırmızı ışıkta dururum.

Hiçbir trafik kuralını ihlal etmem. Bugüne kadar aldığım hiçbir cezam yok. Vs. vs.

Araba kullanırken son derece dikkatli olduğum için, hiç kaza yapacağım da aklıma gelmiyordu açıkçası.

Dolayısı ile kaza anında neler yapılır, sadece kulaktan dolma bilgiler vardı aklımda.

***

50 km. hızla gidiyordum dedim. Çünkü kaza yapmadan az önce, 100 metre aşağıda kaza olmuştu ve trafik polisi vardı. Bu yol da radar olduğu için, gayri ihtiyari gözüm ibreye kaydı.

Hatta “dümdüz yolda nasıl kaza yapıyorlar” diye de içimden geçirdim.

Nasıl yapıldığını da öğrenmiş oldum…

Polisler hemen geldi. Bir şeyimiz var mı diye sorduktan sonra, araçları sağa çektik.

Ehliyeti, ruhsatı verdik. Trafik sigorta poliçem ruhsatın içinde yok.

Her şey tamam poliçe yok!

Trafik sigortamın olduğunu, internetten sorgulamalarını söyledim.

Tramerden baktılar, sigortamın olduğu gördüler ancak ille de poliçenin aslı lazımmış.

Kaza tutanağına poliçe numarası yazılacakmış…

Pazar günü olduğu için, sigortacı kapalı, oradan öğrenemiyorum.

Sigortayı yaptıran eşim, o esnada şehir dışında ve iş toplantısın da; arayıp tedirgin etmek istemiyorum zaten arasam da telefonu kapalı olacak.


***


İlk defa kaza yapmış olmanın verdiği bir şoktayım. Kimi arayacağımı düşünüyorum, aklıma kimse gelmiyor. Bir iki tanıdığı arıyorum, onlar da poliçe numarasını nerden bulurum konusunda yardımcı olamıyor.

Polis memuru: Poliçeyi bulamıyorsanız, “aracınızı bağlıyorum, beni takip edin” dedi.

Boynumuz kıldan ince, takıldık peşine, doğru otoparka…


Otopark sahibinin uyarısı ile sigorta Şirketinin Genel Merkezini arayıp poliçe numaramı da öğrendim ama nafile. Bütün polis memurları hem fikir:

“Aracın bağlanması gerekiyor.”

Böylece ilk trafik cezamı da yemiş oluyorum…

***

Ertesi gün, bir sürü evrak; bir sürü koşuşturmaca sonucu aracımı kurtarıyorum.


Trafik sigorta poliçesinin varlığını tramerden görmenin yeterli olduğunu, aracın bağlanmasına

gerek olmadığını öğreniyorum (Trafik Şube Müdürlüğü’nden)


Saatlerce poliçe numarasını bulmak için harcadığım çaba ve girdiğim strese yanarken;

Kaza tutanağında, bir de ne göreyim?


Esas kazaya sebep olan, önüne herhangi bir canlı çıkmadığı halde zınk diye duran beyaz arabalı magandanın tutanakta esamesi yok! Nasıl hırslandım bilemezsiniz.


Önüne biri atlasa ya da köpek çıksa, kızmayacağım. Ben olsam, aynısını yaparım, zarar vermemek için frene basarım.

Kaza tutanağına göre, ben gitmişim durduk yerde önümde ki araca çarpmışım. Arkadan çarptığım için de % 100 suçluyum.

Sordum, soruşturdum. “Bu adam ne oldu? “diye. Aracında az hasar olduğu için, “önemli değil, şikayetçi değilim” demiş gitmiş...

Plakası bile alınmamış…

Araba çalıntı mı? Adam alkollü mü?

Ortada trafik lambası yokken, önüne çıkan canlı yokken, birden bire duruyorsa ruhsal olarak normal mi, dikkat bozukluğu mu var? Bilmiyorum.

Bugün benim canımı yaktı, belki yarın başkalarının da canını yakacak ama buhar olup uçtu!



***

Bir söz vardır ya “kaza geliyorum demez” diye; gerçekten öyleymiş.

5 yıldan fazladır, her gün sabah akşam geçtiğim, her çukurunu ezbere bildiğim yolda kaza yaptım. İlk deneyimimin bu kadar basit bir kaza olması yüzünden şanslıyım aslında…

“Her şerde bir hayır vardır” derler ya; bu kazanın bana öğrettiklerini sizlerle paylaşayım.

- Ne olursa olsun kaza anında soğukkanlı olmak lazım.

- Kaza tutanağını kim tutarsa tutsun, incelemek lazım.

Yakınlarınıza ulaşamadığınız acil durumlar da arayacağınız en az 5 kişinin telefonunu önemliler listesinde olması lazım.

- Her ihtimale karşı (!), bütün evrakların araçta olması lazım…


*24 Aralık 2011 Cumartesi Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki




Duygusal şiddet!

Nasıl bir toplum olduk biz böyle, ya da zaten hep böyle miydik?




Herkes öfkeli, herkes hiddetli, en ufak bir durumda patlıyor.



Öfke, şiddet olmazsa olmazımız oldu nerdeyse…



Hele kadını dövmek, öldürmek günlük rutin işlerden biri haline geldi.



Eskiden kadın ölümlerin de daha çok töre, berdel gibi nedenler daha ağırlıklı iken; şimdi, kaşının üstünde gözün var cinayetleri bile olmakta.



Nikâhlı, imam nikâhlı, ya da boşandığı karısını; sokak ortasında döven dövene, öldüren öldürene…



***



Belki bu olaylar, eskiden de bu kadar fazlaydı da haberimiz olmuyordu.



Şahitler varsa belki susuyordu.



Oysa son yıllarda her yere takılan kameralar sayesinde, olayları canlı, canlı izliyoruz.



Örneğin mobesa kameraları sayesinde bir trafik kazasının sebebinin eş dayağı olduğu öğreniyoruz. Kamera görüntülerine göre, karı-koca tartışa tartışa giderken; adam demeye dilimin varmadığı mahlûk karısına öyle bir girişiyor ki, kadın kaçmaya başlıyor ve gelen aracı göremeyip, altında kalıyor.



Koca, eşinin intihar ettiğini söylüyor ama kameralar tüm gerçeği kaydetmiş…



Aynı şekilde İzmir’de tüm ülkeyi ayağa kaldıran, valiye özür dileten; karakolda polis memurlarının elleri kelepçeli kadına sille tokat girişmesi…



Yine kameralar kayıtta…



Kamera kayıtları olmasına rağmen, polislerin ifadelerinde “Kadın kendi kafasını yerlere vurdu” demesine ne demeli?



Peki, evden kaçan karısını dövüp, elini ayağını bağlayıp, arabanın arkasına atıp eve geri götürmeye çalışan kişiye hangi sıfatı vermeli?



***



Şiddet derken, daha çok fiziksel, cinsel şiddeti anlıyoruz, protesto ediyoruz. Belki biraz da ekonomik şiddeti biliyoruz ancak duygusal şiddetin farkında değiliz.



Oysa “duygusal şiddet” te en az fiziksel şiddet kadar, insanın ruhunu tarazlıyor.



Bağırmak, küfür ya da hakaret etmek, küçümsemek, aşağılamak, evin tüm sorumluluğunu kadına yüklemek, özgürlüğünü kısıtlamak vs gibi davranışlar; duygusal şiddete giriyor.



“Hah sanki fiziksel şiddeti hallettikte, sıra duygusal şiddete mi geldi?” dediğinizi duyar gibiyim.



Her gün birçok kadın, çocuk, öğrenci ya da çalışan duygusal şiddete maruz kaldığı halde, bu durumun şiddet olduğunun farkında bile değil.



Şiddetin hangi türü olursa olsun, küçüklükten itibaren maruz kalanlar, bu davranışları normal karşılıyor ve en sevdiği insana bile uyguluyor.



“Kocamdır; döver de, sever de” “Eti senin, kemiği benim, hocânım” “Eee patron o. Tabii verdiği paranın karşılığını isteyecek, bağırması çok normal” “ O senin ağabeyin, elbette onun dediklerini yapmak zorundasın” cümleleri, günlük hayatta duygusal şiddeti nasıl da kanıksadığımızın en basit göstergesi…



***



Yazılarımda hep söylediğim gibi “her insanın alnında görülmez harflerle beni iyi hissettir” yazarmış. Bu yazıyı herkesin görebilmesi, sadece kadına değil, tüm canlılara şiddetin hiçbir şeklini göstermemesi umuduyla…

*Kadının Sesi Gazetesi
*Değişim 41 Gazetesi





Şike…


“Nasılsın, iyi misin? Çoluk, çocuk nasıl?”

Sanırım ülkemiz de, en çok sorulan soruların başında gelir.

Hatta sorulmazsa, garip karşılanan…

Çoluk çocuk mevzularından sonra, konuşulacak konu nedir?

Büyük ihtimalle, siyaset  (ülkeyi nasıl kurtarırız), ya da futbol.

“Hangi takımı tutuyorsun?” ile başlayan ve uzun sohbetlere neden olan soru…

***
  

“Ben futbolu sevmiyorum” dediğim de, beni anlayamayan çok arkadaşım oluyor.

Evet, gerçekten sevmiyorum…

Üstelik rahmetli babam fanatik bir futbol tutkunu hatta yanlış hatırlamıyorsam yaşadığımız kasaba da kulüp yönetiminde bile bulunmuş; Beşiktaş hayranı idi.
Ve tabii ki bu yüzden, doğduğumda Beşiktaşlıydım…

***

Üç yasında ki anılarını anımsayanlar var mıdır? Bilmiyorum ama ben anımsıyorum; elbette çok az bir bölümünü…
Babamın, sabahın köründe, annemden habersiz, pazen pijamalarımın üzerine siyah beyaz pelerinimi giydirip Beşiktaş maçına götürdüğünü, annemin fellik fellik her yerde beni arayıp, bulamayınca çılgına döndüğünü nasıl unutabilirim ki?
O zamanlar Hendek’ten İstanbul’a en az iki- iki buçuk saatte gidiliyordu. O kadar saat için de otobüsün içinde ki sloganlar ve tezahüratlar da hala kulaklarımda desem abartmış olmam…

***

Sonra sanırım 5 yaş civarı…
Yine, siyah beyaz pelerinimle gittiğim maçlardan birinde;  hem maçı seyredip hem de arkama bakmadan geri geri giderken, yüksek bir yerden düştüm.
Kim bilir belki de o düşüşte yaşadığım acının, bilinçaltımda kalmasından dolayı sevmiyorum futbolu…
Ya da belki, teknolojinin bu kadar gelişmediği 70’li- 80’li yıllar da Almanya’da; babamın her Pazar günü radyonun cızırtılı uzun dalga yayınını saatlerce dinlemesi, beni futboldan uzaklaştırdı.
Vs. vs. sevmiyorum işte!
Biliyorum, benim futbolu sevip sevmemem de sizi de hiç ilgilendirmiyor.
Aslında bu düşüncemi paylaşmak aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ancak son zamanlarda yaşanan “futbol da şike” olayları ve Fenerbahçe- Galatasaray maçı sonrası diyaloglar, bu yazıyı yazmama neden oldu.
Hiç beklemediğim insanlar, sosyal paylaşım sitelerinde, hiç duymadığım küfürleri yazdılar.
Sanki ülkenin tüm dertleri, tasaları bitti. 1900’lü yıllardan beri “kim kimi kaç kere yendi”
 “Şike yapanlar; doğru mu yaptı, yanlış mı?  ” Onları konuşuyoruz. Hatta TBMM’ de şike tartışmalarına şiddetin gölgesi düştü!

***

Şimdi yazacaklarım için, özellikle erkekler bana kızacak ama çok uzun yıllar önce takım tutmanın bana göre bir şey olmadığına karar vermiştim.
Dolayısı ile tarafsız olarak yazıyorum.
Tamı tamına 90 dakika sahada (halı sahada değil) topun peşinden koşturmadıkları, bu konu da gerekli eğitimleri almadıkları halde; hem futbolcu, hem hakem, hem yorumcu olan ve tuttuğu takım yenildiğinde olmadık küfür edenlere birkaç sözüm olacak:
Keşke futbolcular da sizin kadar fanatik olsaydı da, damarını kestiğinde kanı takımının renginde aksaydı. Dünyanın en fazla transfer parası verilse bile, “ Benim için para değil, takımım önemli” diyebilselerdi.

***

Eskiden hafta da bir seyredilen futbol maçları ve yorumları, artık her gün bütün yaygın medyada…
Sözüm meclisten dışarı,  fazla fanatiklik,  “cebi ile beyni anda gelişmeyen” topçu ya da popçuların çocuklarımıza örnek olmasına neden oluyor…  
Spor ayrıştırıcı değil, uzlaştırıcı olmalı; içinde hile, şike değil, dürüstlük olmalı!

Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 17 Aralık 2011

Yasalar kimin için?

AKP’nin sağlık politikalarındaki yanlışları yıllardır söylemekten, dilimiz de tüy bitti; yazmaktan, parmaklarız da nasırlar oluştu.


Bir taraftan sağlık emekçileri, bir taraftan meslek örgütlerinin anlatmaktan sesleri kısıldı.

Son olarak ta, “tam gün yasası” anayasa mahkemesinden geri döndü.

Geri döndü dönmesine ama kanun hükmünde kararnamenin birkaç yeri düzenlenerek, geçirildi; yasa yapıcılarımız tarafından…

Burada tuhaf olan Sağlık Bakanlığı’nın değil de Adalet Bakanlığı’nın kanun hükmünde kararnamesinde ki düzenleme olmasıydı.

Neyse biz bunu görmedik, duymadık bilmiyoruz!



***



Eee, sonra ne oldu?



Yasa yapıcılar; her şeye, herkese rağmen, yaptıkları yasayı çiğnediler!



Neydi bu anayasa mahkemesinden dönen “Tam Gün Yasası”?



Sağlık Bakanlığı ve üniversite hastanelerinde çalışan hekimlerin, serbest çalışma hakları ellerinden alınmıştı ya da başka bir deyimle kısıtlanmıştı…





***



Hepinizin bildiği gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde bir ameliyat geçirdi.

Ameliyatı yapan hekim, tam gün yasası nedeniyle emekliye ayrılmak zorunda kalan bir profesördü.

Artık üniversite hastanesin de değil, özel hastane de çalışıyordu.

Ancak Başbakanın ameliyatı, her ne hikmetse bu doktorun çalıştığı özel hastanede değil de,

Üniversite hastanesinde yapıldı. Ya da başka bir açıdan bakarsak, üniversite hastanesin de çalışan doktorlar tarafından yapılmadı da, özel hastane de çalışan doktor tarafından yapıldı.

Biraz karışık bir durum değil mi?

İnsanın aklına bir sürü soru geliyor…

Yapılan ameliyat o hastanede ki diğer cerrahların yapamayacağı kadar çok komplike bir ameliyat mıydı?

Eğer değilse, yasa çiğneme pahasına neden özel hastane de çalışan hekim tercih edildi?

Yoksa başbakan bu hastanede çalışan hekimlere güvenmiyor muydu?

Güvenmiyor sa neden o hastaneydi? Vs.vs



***



Herkes hekim seçme hakkına sahipse, o zaman bütün karşı çıkışlara rağmen, bu yasa neden çıkartıldı?



Başbakanı ameliyat ederek yasayı delen hekim cezalandırılacak mı?

Cezalandırılacaksa eğer; meslek örgütü mü, Sağlık Bakanlığı mı, Adalet Bakanlığı mı cezalandıracak?



Kısaca sormak gerekirse, yasalar kimin için yapılıyor?





***



Şimdi AKP’nin sağlık politikalarında, sıra da ithal hekimler var.

Medyadan öğrendiğimize göre daha şimdiden üç bin yabancı hekim, çalışmak için başvuru yapmış.

Ülkemizde çalışmak isteyen yabancı doktorlardan istenen tek şart, sadece Türkçe bilmeleri…

Hangi üniversiten, hangi eğitimi aldıkları falan pek önemli değil. Türkçe bilsinler yeter!



***



Hani bir söz vardır. “Kendin için istemediğin bir şeyi başkası içinde isteme” diye…

Allah korusun ama tekrar ameliyat olması gerekirse, acaba sayın başbakan ithal hekimlere ameliyat olur mu?

Yoksa yine bize “yasalar kimin için” sorusunu mu sordurur?

*10 Aralık 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Gazetesi

77 yıl sonra…


İki gün sonra, yani 5 Aralık’ta; “Kadının seçme ve seçilme hakkının”  77. yıl dönümünü kutlayacağız.

Bu önemli günü kutlayacağız kutlamasına da; daha birkaç gün önce,  25 Kasım’da;

 “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’”nde;   

“Kadına şiddete hayır” pankartları ile protesto yürüyüşleri yaptık…

77 yıldır gelişen ve değişen dünya da, ne yazık ki kadın konusunda biz, ağırlıklı olarak hala  “şiddet” bölümü ile ilgilenmekteyiz…

Bu protestolara duyarlı erkekler de katılarak ya da yakalarına günün anlam ve önemini belirten eflatun kurdeleler takarak destek verdiler.

Biz kadınlar ise bu duruma , “Yaşasın erkekler de kadına şiddete karşı” diye, çok sevindik…

***

Yapılan bazı araştırmalar ve istatistiklerden;

- Ülkemizdeki, 15 ila 44 yaş arasındaki kadınların şiddet yüzünden ölümlerinin, trafik kazasından ve kanserden daha fazla olduğunu;

- Şiddetten kaçıp sığınma evlerine başvuran kadın sayısının günde 33, ay da yaklaşık bin kişi kadar olduğunu;

-  Ölümle biten şiddetin dışında, yılda on sekiz milyon tacize uğramış kadın olduğunu;

Görüyoruz…

Duygusal tacizlerden hiç bahsetmeyeyim diyorum zira öyle bir toplumda yaşıyoruz ki,  üniversite diplomalı insanlar bile “kaşınırsan sopayı yersin” mantığı ile hareket ediyor…

***
 
Kadına yönelik Şiddete Karşı Mücadele için, “İnsanca yaşamak istiyoruz”  Diye pankart açan kadınlara sorabilseydik eğer;  içlerin de, büyük ihtimalle “ Evet hak edersem, kocam beni dövebilir” diyenlere rastlardık.

Çünkü yine bir istatistik veriye göre, ülkemizde ki kadınların % 71 ‘i hayatının bir bölümünde, eşinde şiddet görüyor ve bu kadınların  % 15’ i de şiddeti hak ettiğini düşünüyor.

*** 

Bırakın eğitimsiz insanların, töre uğruna kendi kanından birini kurşunlamasını ya da ayrıldığı eski eşini sokak ortasında bıçaklamasını;
Üniversite bitirmiş, kerli ferli, aklı başında ya da toplumda saygın kişiler olarak tanıdığımız insanların, eşlerinden ayrıldıktan sonra ki hallerini görünce şok oluyorum!
Bu adam gibi adam sandığımız kişilerin, ayrıldıkları kadınlara yaptığı davranışları, eziyetleri, tacizleri görünce, inanamıyorum!

***

Kadına şiddeti protesto gösterilerinde “ Kadına şiddet erkeklikse, biz erkek değiliz”
Pankartını açan erkeklere teşekkür ediyor ve ben de;  yaşayan herhangi bir canlıya sadece fiziksel şiddet değil, duygusal şiddet bile göstermek insanlıksa, biz insan değiliz diyorum! 
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 3 Aralık 2011

Dilovası Raporu

Yüzyıllardır insanlar çeşitli hastalıklarla savaşmış, uzun uğraşlardan sonra çoğunun tedavisini bulmuştur.
Aids, Hepatit C vs. gibi bulaşıcı hastalıkları bir kenara bırakırsak eğer, çağımızın en korkulan hastalığı; kanser.
Uzmanlar kanser önlenebilir diyor.
Sağlıklı beslenirsen,
sigara içmezsen,
alkol tüketmezsen,
strese girmezsen,
 yeteri kadar spor ve egzersiz yaparsan,
kanserojen maddelere maruz kalmazsan, kanser olma riskin % 70 azalır diyor.
Tabii ki genetik ve çevresel faktörleri de unutmayalım.
Genetiğimizi seçemiyoruz belki ama sigara ve alkol tüketmeyip,
sağlıklı beslenmeye çalışırsak, (gerçi sağlıklı beslenmek günümüzde ne kadar mümkün bilmiyorum. Zira GDO’lu, hormonlu, genetiği değiştirilmiş ürünleri istemeden de olsa tüketiyoruz.)
Spor yaparsak,
sinirlerimize hakim olmaya çalışıp stresimizi kontrol edersek;
kansere yakalanmaktan kurtulabilir miyiz?

Bizim elimizde olmayan, çevresel faktörleri ne yapacağız?

Yapılan istatistiklere göre, dünya da akciğer ve meme kanseri olma oranı azalırken, Türkiye de artıyormuş. Acaba neden dersiniz?

***
Eğer anımsarsanız, geçtiğimiz aylarda Prof. Onur Hamzaoğlu, Dilovası ile ilgili yaptığı bir araştırma sonucunu açıklamıştı.

Burada ki kanser vakalarının dünya ve Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu;
anne sütünde ve yeni doğan bebeklerin dışkılarında ağır metallere rastlandığını söylemişti.
Sağlık Bakanlığı dahil herkes üzerine gitmiş, hatta şarlatanlıkla itham edilmişti.
Kocaeli Üniversitesi etik kurulu Onur Hoca’yı bu raporu açıkladığı için, uyarı cezası vermişti.
O zaman inanamamıştım; İnsanları uyarmak, yöneticilerin dikkatini ciddi bir konuya çekmek, nasıl suç olabilirdi?

Dilovası’nın kirliliğini, dünyanın öbür ucunda yaşayanlar biliyordu ama bir bilim adamı açıklayınca suç mu oluyordu?

***

Geçtiğimiz günlerde Türk Tabipler Birliği, Dilovası ile ilgili bir rapor yayınladı.

Rapor da, bölgede çarpık ve düzensiz bir sanayileşme ve yerleşimin olduğu,

Çevre ve insan sağlığı ile ilgili birincil ilke olan koruyucu önlemlerin alınmasının göz ardı edildiği,

Dilovası'ndaki bazı fabrikaların üretim veya girdilerinde kanserojen maddeler kullanıldığı halde, işçi sağlığına yönelik işyeri denetimlerinin sağlıklı ve planlı yapılmadığı,

Dilovası’nın uygun olmayan topoğrafik yapısı ve meteorolojik şartlarının yanı sıra,

yoğun trafik yükünden, sanayi tesisleri ve yerleşim alanlarından kaynaklanmakta

olan kirlenme ile kirleticilere karşı çok hassas bir hale geldiği,

Dil Deresi yatağı ve kenarlarının son derece düzensiz ve kirli bir görüntüde olduğu,

Yeni Yıldız Mahallesi ve Fatih Mahallesinin Dilovası OSB'nin içinde olmasının,
belediyece alt yapı hizmetlerinin götürülebilmesine engel olduğunu,
Dilovası OSB'den kaynaklanmakta olan çevre kirliliğinin bu mahallelerde yaşayan halkın sağlığını direkt olarak etkilediğini,
Bölgedeki metal ve hurda ergiterek üretim yapan tesislerde bulunan radyasyon ölçüm sistemlerinin kullanımının tesis yönetimince yapılıyor olmasının, denetimlerin yetersiz olmasının, yurtiçinden ve yurt dışından gelen hurdaların detektörlerden geçirilmeden işlenme riskini ortaya çıkardığından vs. bahsediliyor.

(Raporun tamamını http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/dokumanlar/dilovasirpr.pdf okuyabilirsiniz)

***

Bakalım bu rapordan sonra “Dilovası’nda kirlilik yok, kanser yok, tesislerin ölçümleri normal” diyen yöneticilerimiz ve sanayiciler, ne diyecekler? Merakla bekliyorum.




*26 kasım 2011 Posta Gazetesi doğu Marmara Eki

Kentsel dönüşüm ve 2B…

23 Ekim de, Van ve Erciş’te 7.2 lik deprem olduğundan beri;

Depremle yatıp, depremle kalkıyoruz…

Tam da kış kapıyı çalmışken;

Başını sokacak bir çadır bulamayan depremzedelerin, soğukta yaktıkları ateşin başında,

battaniyelere sarılıp sabahladıklarını görmek, iç burkultucu idi bizim için, sıcacık evlerimizde otururken…

Aynı duyguları yaşamıştık biz de,  99 Marmara depreminde…

***

Önce, çadır bulamayıp sokakta kalanlarla özdeşleştirdik kendimizi;
Eski depremzedeler olarak…

Televizyonda haberleri izlerken; spikerle konuştuk, kızdık, bağırdık, kabul etmedik.

Bilinçaltımızdaki deprem anılarımızı paylaştık; askerlik anılarımız gibi…

“Biz de bunu yaşamıştık, biz de bunu hak etmemiştik! “ Dedik.

Depremzedelerin bir şekilde başlarını sokacak çadır bulduklarında ise sevinemeden, kar bastırdı. Hava soğudukça soğudu,  termometreler eksi 14 dereceyi gördü...

Çadırda ısınmaya çalışırken, sobadan sızan gazdan ya da donarak ölümlerin olması; çocukların hastalanması “bu kadar da olmaz ki!”  dedirtiyor insana!

***
Biz zaten İstanbul depremini beklemiyor muyduk?

Uzmanlar olası depremde neler yapılması gerektiğini yıllardır anlatmıyor muydu?

Ülkemizin deprem kuşağında olduğunu bilmeyen var mı?

Depremin değil, binaların öldürdüğünü deneyimlerimizle öğrenmedik mi?

Öyleyse, neden her seferinde depreme bu kadar hazırlıksız yakalanıyoruz?

***

Sanırım depremin 3. günü falandı, televizyon haberlerinde Kızılay çalışanları oturmuş dikiş makinelerinin başına harıl harıl çadır dikiyor. Genel Müdür “Günde şu kadar kişiyle şu kadar çadır hazırlıyoruz diye” demeç veriyor…

“Eyvahlar olsun” dedim “ya bu deprem İstanbul’da olsaydı, halimiz nice olurdu?”
 Sonradan öğrendik ki yıllardır ödediğimiz deprem vergileri ile duble yollar yapılmış. (Biliyoruz, bilmeyenlere de yerel yönetimler üste para verip; tabelalarla, billboardlarla öğretti “yol medeniyettir” diye)
Elbette yollar da çok önemli, medeniyet için ama tek yol değil!
Büyük bir deprem yaşandı ve üzerinden neredeyse bir ay geçti.
Konteyner siparişleri bir hafta önce verildi. Prefabrik konutlar ancak kurulmaya başlandı.
O da 300- 400 aile için ve kim bilir hangi ailelere, hangi kıstaslara göre verilecek?
Umarım bu dağıtım “hamili kart yakinimdir” şeklinde olmaz!

***

 99 Marmara depremini yaşadığımız da biz şanslıymışız. Hava sıcaktı ve günlerce park ve bahçeler de yatabildik. Yaz günü de olsa, sokakta yatmanın ne kadar zor olduğunu öğrendik. kış gününü düşünmek bile istemiyorum.

***
Televizyonda haber spikeri “Van’ da yaraların sarılmasına devam ediliyor” diyor.

Deprem yasası çıkarılacak;

5.6 ‘da  (2. deprem) yıkılan oteller yargıya taşınacak;

Kentsel dönüşüm başlayacak” Diyor.

Her yurttaş gibi seviniyorum...

Paradan hiç anlamayan biri olarak, kentsel dönüşüm için dillendirilen para miktarının Türk

parası olarak boyutunu kestirmeye çalışırken, büyük bir bölümünün 2B arazilerinin

satışından sağlanacak gelirden olduğunu duyunca;

Kangreni sadece sarmak yetmez ne yazık ki! Demek isterken,

“Bravo” diyorum. Gerçekten bravo; kimsenin aklına gelmeyen DAHİYANE bir fikir ve …

Tam bu satırları yazarken Van’ da 5.2’lik bir artçı deprem daha oluyor…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki  19 Kasım 2011

N.Ç


Bir Kurban bayramını daha geride bıraktık. Hafızalarımıza, kaçan danaları yakalamak için canhıraş koşturan; kurban yerine kendini kesen; kurban kanlarının derelerde ve boğaz da bıraktığı kızıllık; sevdiklerini görmek için bayram tatilini fırsat bulup trafikte hayatını kaybedenler kazınarak…
Bu bayram her zamankinden daha hüzünlü, her zamankinden daha buruktu, aslında hiçte bayram tadında değildi. Nasıl olsun ki?  
Bayramı çadırlarda geçiren depremzedeleri, şehitlikler de gözyaşı akıtan anaları gördükçe, bizimde içimiz kan ağladı.  

***
Ben bu yazıyı yazarken, günlerdir deprem kadar, şehitler kadar, bayram kadar yazılan çizilen;  13 yaşında ki N.Ç’nin dava sonucu tartışılıyor; muhtemelen de, uzun bir süre daha tartışılacak.
Anladığım kadarıyla N.Ç olayının üzerinden 8 yıl geçmiş ve N.Ç şu anda 20’li yaşlarda
(Buna benzer gün yüzüne çıkmayan, kapalı kapılar ardında yaşanan kaç vaka var, kim bilir?)  
Kerli ferli, yaşlı başlı, makam sahibi, baktın mı adam gibi adam sandığın ama sadece  “müsvedde” olan, onlarca kişinin; defalarca tecavüzüne uğramış ve üzerinden yıllar geçmiş. Çocuk N.Ç, olmuş kadın N.Ç;   bu arada 4 kez ameliyat olmuş…
(Acaba o ameliyatlar ruhuna da yapılabilmiş midir?)
Şu anda nerede, ne yapıyor? 8 yıldır, ruhunda kopan fırtınalarla nasıl baş edebildi ya da edebildi mi?

***
Sosyal medyada “ N.Ç davasında insanlık dışı kararı onaylayan yargıtayı kınıyoruz” grupları kuruldu. Protesto yürüyüşleri yapıldı, pankartlar açıldı.
Bu eylemleri gerçekleştirenler isyanlarında çok haklıydılar ancak o yıllarda adli tıptan N.Ç’nin ruh hali ile ilgili raporu verenler, o tarihte yürürlükte olan Türk Ceza Kanununun bu tür suçlara öngördüğü “5 yıl ağır hapis cezası ” nı yasa olarak kabul edenleri kınamak  kimsenin aklına geldi mi? Bilmem.

***   
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kararı veren hakimler, N.Ç kendi kızları olsaydı, böyle bir karar çıkmış olsaydı, bu karara ne derlerdi?'' diye sordu.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, “vicdanım rahat değil” dedi.
Kadından sorumlu bakan F.Şahin “Kendi vicdanımda da ben bir kadın, bir anne olarak bunu kabul edemiyorum” Dedi.
Cumhurbaşkanımız bile twitter mesajında “Gencecik bir çocuğumuzun başına gelenlerle ilgili cezanın indirilmesini onaylayan karar, beni de derinden rahatsız etti.” Dedi…
Kısaca başkanından tutunda, cumhura kadar herkes isyanlarda! Umarım bu isyan, yasa yapıcılar için örnek, bu tür insanlık suçu işleyecek olanlar için de caydırıcı olur.
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 12 Kasım 2011 

Röportajlarım: Melda Başçakır ile







Etkilendiği sanatçılar arasında ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu ve seramik sanatçısı Ayfer Karamani başta olmak üzere kültürümüzü eserlerinde yansıtan sanatçı ve tasarımcılardan ilham alıyor.
O’nun seramik ile ilk tanışıklığı çocukluğunda TRT 2 ‘de izlediği çömlek yapımlarına kadar dayanıyormuş.
“ O günlerden belleğimde kalan turnetin dönüşü ve bir ustanın çamura verdiği şekildir” diyor. Turnetin dönüşünü ve o arada çamurun aldığı şekli hayranlıkla izlermiş. İzler ama bunu kimseyle paylaşmazmış ve derken geçen yıllar, farklı alanlarda geçen bir iş hayatı …Sanat’a olan hayranlığı, ilgisi çocuk yaşta başlamasına karşın aktif olarak uğraşısı çok daha ileriki yıllarda, 30 ‘lu yaşlarda başlamış…
***
  • Melda Başçakır kimdir? Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Sakarya'nın Hendek İlçesinde doğdum ve yaşamımın ilk yirmi yılını memleketimde geçirdim . 1985 yılında iş nedeniyle İstanbul’a yerleştim ve o tarihten bu yana da İstanbul’da yaşıyorum. Özel sektörde 21 yıl süren bir çalışma hayatım oldu. 2007 yılında emekli oldum ve çalışırken başlamış olan sanatsal çalışmalarıma emekli olduktan sonra daha çok zaman ayırmaya başladım.
  • Sanatsal çalışmalar dediniz bunu biraz açabilir misiniz ?

Seramik yapıyorum ayrıca ev tekstili ilgili tasarımlarım var. Tamamına baktığımızda sanatsal objelerin yanı sıra İç Dekorasyona yönelik çalışmalar diye adlandırabiliriz. Aldığım sanat eğitimini çeşitli biçimlerde işlerime yansıtmaya çalışıyorum.
  • Çalışmalarınız da belli bir tarzınız var mı yoksa talep doğrultusunda mı çalışıyorsunuz?

Gerek seramik çalışmalarımda gerekse tekstil ile ilgili tasarımlarımda yaşadığımız coğrafyanın kültürel zenginliklerinden etkilenerek çizdiğim desenleri kullanıyorum. Bu tarz çalışmalar yapmayı seviyorum.
  • Ev Tekstili dediğinizde geniş bir alan, ürün yelpazeniz de neler var?

Haklısınız ev tekstili dediğinizde akla pek çok şey gelebilir. Benim çalışmalarım şimdilik desenlerini çizdiğim kumaşlarla ürettiğim yastıklar, elle boyama yastıklar ya da yine antik objeler ya da tuğralı liralarla çalıştığım yastıklar ağırlıklı olmak üzere masa örtüleri, servis takımlarından oluşuyor.
  • Yaptığınız işin eğitimini aldınız mı?

Elbette… Akademik eğitim değil ancak alaylı diye tabir edebileceğimiz eğitimleri aldım. Örneğin şu anda seramik yapıyorum ama resim dersleri alarak başladım.
Dört yıl boyunca akademik düzeyde resim eğitimi aldım. Ardından seramik eğitimi geldi. Kaldı ki seramik benim çocukluğumdan bu yana içimi titreten bir sanat dalıydı ama çamurla buluşma  neredeyse 30‘lu yaşlarımın ortalarında oldu.
Bu dersleri alırken de tesadüfen başlangıçta atölyelerim hep büyülü atmosferiyle çoğumuzu kendine çeken Pera’da oldu. O dokuda dolanıp da mimariden, arka sokaklardaki bambaşka bir dönemi yansıtan eski eşyalardan etkilenmemek olanaksız. Beyoğlu’nda çalan müzik bile kulağa farklı gelir.Tüm bunlar da zaman zaman ürettiklerime zemin oldular, bir çıkış noktası oldular ve hala olmaya devam ediyorlar.
  • Herhangi bir sanat dalıyla uğraşmak, sanatçı olmak bir ayrıcalık,  doğuştan yetenek gerektirir diye düşünüyorum ancak çok istekli biri, disiplinli çalışarak başarabilir mi?

Resim dersi aldığım atölyelerden biri Güzel Sanatlar Fakültesi’nin(GSF) yetenek sınavlarına öğrenci hazırlayan bir atölyeydi. Ben orada dönem başında neredeyse çöp adam çizen bir gencin sınavlara doğru şahane çizimler yaptığına ve hatta GSF’ye derece ile girdiğine tanık oldum.
Resimde belli kurallar vardır. Kâğıdınıza ya da tuvalinize çiziminizi yaparken perspektif bilginizi kullanırsınız, açık koyu dengesine dikkat edersiniz, ışık nereden gelirse neresi daha koyu olur ya da bir kompozisyondaki objelerin proporsiyonu nasıl olmalıdır tüm bunlar eğitimlerle öğrenebileceğimiz bilgilerdir ama yanı sıra bir parça yetenek ve yanı sıra çok çalışmak gerekiyor.
Resim örneği verdim ama örneğin ben de orada öğrendiğim bilgilerin şu anda seramik çalışmalarımda çok yararını görüyorum.
  • Sizin sosyal sorumluluk projeleri kapsamında da bazı çalışmalarda yer aldığınızı biliyoruz. Bize biraz bundan da bahsedebilir misiniz?

Elbette. Ülkemizde var olan sorunları ya da sorunları olan insanları görmezden gelemeyiz. Onları yok sayamayız.ve hepimizin onlar için yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır inancındayım. Ben de elimden gelen bir şeyler olduğunda bu tür projelerde yer almaya çalışıyorum. Örneğin geçtiğimiz kış döneminde engelli öğrencilerle seramik çalışmaları yaptık. Bu çocukların engelleri birbirinden farklıydı. Bazıları bedensel engelli, bazıları Otistik ve atölye çalışmalarına ilk başladığımız günlerde inanır mısınız çamura dokunamayan çocuklar vardı ama dönem sonunda hepsi birkaç obje yapabilir hale gelmişti. Ayrıca çamuru yoğururken ve şekillendirirken ellerini kullandıkları için sağlıkları açısından da verimli bir çalışma oldu diyebilirim. Tabi yanı sıra farklı bir dünya ile tanıştılar. Onların algılamaları diğer sağlıklı çocuklar gibi değil ama çalışmalar sırasında yine de çamurla uğraşmaktan, ürettikleri objeleri renklendirmekten heyecan duyduklarını, mutlu olduklarını gözlemleyebildim.
  • İçlerin de girişimci ruhu taşıyan, (özellikle de kadınlar) ama cesaret edemeyenlere neler önerirsiniz?

Sanat ile uğraşmak maddi manevi her anlamda zordur, yıpratıcıdır hele ki ülkemizde gerçekten daha da zordur. Ancak eğer sanat’ın herhangi bir dalına gerçekten ilgi duyuyorlarsa mutlaka bir kez olsun denemeliler diyorum. Üretim sürecinde yaşanılanlar ve sonuçlara bakıp alınan manevi haz hiçbir şeyle ölçülemez. Ne olursa olsun fırsat yaratmalılar derim. Biliyorsunuz çok çeşitli eğitimler var. Hobi amaçlı eğitimleri özel atölyelerde alabilecekleri gibi yerel yönetimlerin açtığı ücretsiz kurslarda da ilgi duydukları alanda çalışmalar yapabilirler. En azından bir başlangıç yapıp bu çalışmalar ile yeni bir dünyanın kapısını aralayabilecekler mi, kendileri için yeni bir yaşam biçimi oluşturabilecekleri mi? Bunu görebilirler ve sonra devam edip etmemeye karar verebilirler. Ayrıca hangi yaşta olunursa olunsun, hiçbir zaman geç kalınmış sayılmaz diye düşünüyorum. Türk Seramik sanatının önemli sanatçılarından Füreya Koral’ın yaşam öyküsünü mutlaka okuyanlarımız vardır. Füreya seramiğe 37 yaşında sağlık sorunları nedeniyle İsviçre’de yattığı hastane odasının camına konan kuşları yaparak başlamış. Belki diyeceksiniz ki Füreya Koral zaten Şakir Paşa ailesinin bir bireyi olmanın avantajlarına sahipti. Entelektüel bir çevre, ailede birçok sanatçının olması; tüm bunlar Füreya’yı şanslı kılıyordu ama yine de ‘’ çok mu geç kaldım ‘’ acaba diye düşünenler varsa örnek alınası bir sanatçıdır diye düşünürüm.
  • Son yıllar da, özellikle kadınların katıldığı kurslar ve sanatsal faaliyetler var. Bu faaliyetlere katılan ve ekonomisine katkı sunmak isteyen kadınlara neler önerirsiniz?

Kadınlarımız gerçekten çok marifetliler . Neredeyse ellerinden gelmeyen iş yok gibi. Bunu hepimiz hem yakın çevremizde, hem de eğer Internet kullanıyorsak oradaki çeşitli platformlardaki paylaşımlardan görebiliyoruz. Ama tüm bu emeği bir kazanca dönüştürüp, aile bütçesine katkıda bulunmak işin en az üretmek kadar önemli olan diğer boyutu. Bu da çok kolay değil çünkü az önce belirttiğim gibi çok fazla kişi çok fazla şey yapıyor. Bunları sanal ortamda oluşan elişi satış sitelerinde satmayı deneyebilecekleri gibi yerel yönetimlere bağlı çeşitli kadın oluşumlarının özellikle son dönemde alışveriş merkezlerinde bu tür çalışmalara ayırdıkları bölümler var. Oralarda tüketicinin beğenisine sunmayı deneyebilirler.


  • Söyleşi için teşekkür ediyoruz. Ayrıca okurlarımız size ulaşmak, çalışmalarınız hakkında daha fazla bilgi almak isterlerse iletişim adresi verebilir misiniz?

Ben teşekkür ediyorumTüm çalışmalarımı www.meldabascakir.net adresinde görebilirler yine oradan bana ulaşabilirler.

Memleketimden deprem manzaraları!


Deprem bölgesine giden yardımları gösteriyor televizyon kanalları günlerdir…

Yardım malzemelerini taşıyan kamyon, kırmızı ışıkta durur durmaz, kamyonun üzerine çıkılıp, içindekiler talan edilmeye başlanıyor…

Komşu komşusuyla kavga ediyor, tekmeler yumruklar havada uçuşuyor…

Kin, nefret, öfke, bencillik, tahammülsüzlük, şiddet…
(Ben bu sahneleri 99 depreminden de hatırlıyorum. Dağıtılan şey, her ne olursa olsun; ekmek, su, battaniye, tüp ya da bir çift çorap… Sanki kaçıyor; sanki başkası değil bir tek kendi sahip olmalı. Bir bencillik ki sormayın… Bu başka bir yazı konusu)

Üstelik kamyonlara tıpkı gemilere saldıran korsanlar misali saldırıp, talan eden o insanların deprem bölgesinde yaşamadığı söyleniyor…

***

Peki, yaptığı binalar yıkılan müteahhidin, görkemli villasının bahçesine çadır kıtlığında iki tane birden çadır kurmasına ne demeli?
Hele hele sosyal medyaya? 
Aynı kamyonları yağmalamaya çalışan öfkeli insanlar gibi; sosyal medyada da nefret içeren, yazmaya dilimin varmadığı çok acımasız söylemlerde, yorumlarda bulunanlar oldu!
Bu duygu ve düşüncelerinde, ne kadar samimi olduklarını bilmek, beni kaygılandırıyor açıkçası…
Biz ne zaman insan olma ortak paydasında bir araya gelebileceğiz?
Bir arada yaşayabilmenin ne olduğunu, kendi özgürlüğümüzün bittiği yerde başkasının özgürlüğünün başladığını bilmeyi, kabullenmeyi, toplumsal kurallara uymayı ne zaman öğreneceğiz diye düşünüyorum…

***
 Ben tam bu duygu ve düşünceler içindeyken; Haberleri Ti’ye alan M. Alibora’nın sunuculuğunu üstlendiği “Heberler” adlı programda konunun gündeme getirildiğini gördüm ve traji-komik bu öneriyi çok yerinde buldum. Sizlerle de paylaşmak istiyorum:
Heberler’ de; “Tüm politikacıların ortak hareket etme kararı aldığı ve kurulan komisyondan çıkan ilk karara göre;  İlköğretimden itibaren müfredata insanlık dersi konulacak. Bu derste bireyin önce insan olduğu; din dil, ırk gibi faktörlerin bir önemi olmadığı ve depremin tüm insanlığı ilgilendiren bir felaket olduğu anlatılacak. Okul hayatını tamamlamış vatandaşlar içinse; vicdan aşısı uygulaması yapılacak. Sağlık Bakanlığı bünyesinde geliştirilen aşı vicdan kaybını önlemek ve gidermek için kullanılacak” Dendi…
Ben bu vicdan aşısı mevzusunu gerçekten tuttum, Hiç fena fikir değil…
Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı’nın bir an önce bu konuda çalışmalara başlamasını dileyerek;
Birlik, beraberlik, kardeşlik, hoşgörü ve dayanışma gibi duyguların bir arada yaşandığı
Kurban Bayramınızı en içten duygularımla kutlarım.
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 5 Kasım 2011

- Miş li geçmişlerle geçiyor zaman…

Şehitlerimizin acısı ile geçen kocaman bir haftanın sonunda,


Van’dan gelen deprem haberi ile sarsıldık. ”Yüzlerce ölü, binlerce yaralı!”

Haberler de yine bildik görüntüler, yine bildik söylemler:

“Deprem değil;

Binalar öldürdü…

Cahillik öldürdü…

Aymazlık öldürdü…

Fakirlik öldürdü…

Binaları yapanların, hırsızlığı öldürdü…

Binaları onaylayanların açgözlülüğü öldürdü ”



***

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde deprem komisyonu kurulmuşmuş, çalışmalar yapılmışmış, kırsal bölgelerin yapılaşması ile ilgili öneriler sunulmuşmuş…

Yine –mişler, -mışlar, -muşlar...

Çözümler nerede?

TBMM’ de kurulan komisyonların çalışmaları, hep öneri olarak kalacaksa, hayata geçirilmeyecekse; neden komisyonlar kurulup, çalışmalar yapılıyor?

Değerli vekillerimiz, değerli zamanlarını neden öneri hazırlamakla harcıyor?



***



- 1999 depreminden ders almışmışız!

Öyleyse, bu depremde her yerden yardım yağdığı halde, neden geceyi ayaz havada, sokakta geçirenler oldu? Gelen çadırların dağıtımı gereği gibi yapılmadı?

- 1999’dan sonra deprem yönetmeliğine uygun binalar yapılmaya başlanmışmış!

Öyleyse; bu depremde neden 1999 sonrasında yapılan (Özellikle de kamu binaları da) yıkıldı?

- Şehircilik Bakanlığı kurulmuşmuş…

İnşallah o da -mişli zamanın pişmanlıklarından biri olarak kalmaz!



***



Olası İstanbul depremi için söylenenler ise “Kamu binalarında ki güçlendirmeler çok yavaş ilerliyor, özel binaların durumu ise belli değil!”



1999 depremini bizzat yaşayan biri olarak, ne zaman akıllanacağız, ne zaman hatalarımızdan ders alacağız açıkçası çok merak ediyorum…





***



Bugün 29 Ekim…

Ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün liderliğinde; kadın/ erkek, genç/ yaşlı, canını dişine takarak, kanını akıtanların” kurduğu Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü…

İlke ve değerleri aşındırılmaya, törpülenmeye çalışılsa da, Cumhuriyetimize, birlik ve beraberliğimize en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde; laiklik ilkemizin sarsılmaz ışığında, ulusal birliğimizin sonsuza kadar yaşatılması hepimizin ilk ve en önemli sorumluluğudur. Bayramımız kutlu olsun.

Ne mutlu Türküm diyene…



*29 Ekim 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki



Can dostlarımız

Havalar soğumaya başladı. Hatta geçen hafta yılın ilk karı düştü…


Havalar soğumaya başlayınca ben, sokakta yaşayan insanlar ve hayvanlar için kaygılanmaya başlarım. Gerçi insanlar bir şekilde karnını doyuracak ve barınacak bir yer bulur ama ya hayvanlar?

Hele de kar yağıp, her şeyin üzerini kapattığında, su ve yiyecek bulmaları oldukça zorlaşır.



Her yıl 4 Ekim “Hayvanları koruma günü” olarak kutlanır. Okullarda, radyo ve televizyonlarda hayvanların faydaları üzerinde konuşmalar yapılıp, hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiği anlatılır.



Sanki “364 gün koruma da; 365. gün koru” der gibi…

Bu günler olsa bir türlü, olmasa başka.

İnsan olma ortak paydasında hayvanlara nasıl davranmamız gerektiği yılda bir gün anlatılsa ne olur, neye yarar ki?



***



Hemen herkesin, “evinde evcil ya da vahşi hayvan besleyen/ barındıran” bir tanıdığı vardır mutlaka. Hatta evinde hayvan beslemekle kalmayıp, sokakta yaşayan kedi ve köpeklere de gözü gibi bakan…

Gerek hijyen açısından gerekse özgürlükleri kısıtlandığı için evin içinde hayvan bakılmasına karşıyım ancak sokakta yaşayan hayvanların aç bilaç kalmasına da…



***



Benim de tanıdıklarım var. Evlerinde baktıkları hayvanları, çocuklarından ayırmayıp, hastalandıklarında sabaha kadar başında bekleyip gözyaşı döken, bütün planlarını onlara göre yapan ya da hayvanlardan korkan, sevmeyen hatta nefret eden tanıdıklarım…

Kedi ve köpek gibi evcil hayvanlardan korkan kişileri anlamaya çalışıyorum; çocukken yaşadıkları olumsuz bir hikâye vardır belki diye lakin nefret edip, eziyet edenleri anlamakta güçlük çekiyorum.



***



Kendi evin de kedi besleyen, bununla yetinmeyip sokağındaki kedileri de besleyen bir arkadaşım var. Beslemek derken, sadece yemek artıklarını vermek şeklinde değil; özellikle onlar için gidip kuru mama, sosis vs. alıp tek tek elleriyle besleyen, hastalandıklarında ilaç veren ya da veterinere götüren, onlarla konuşup sevgi cümleleri ile başlarını okşayan bu duyarlı ve vicdan sahibi arkadaşımın başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi.

Sebep; hayvanları sevmesi ve beslemesi…

Bu nedenle defalarca arabası çizilip, lastikleri kesildi. Komşularından bir kadının sözlü saldırısına maruz kaldı. Hatta mahkemelik oldular, aylarca mahkemeye gitti geldi. Sonunda haklılığını kanıtladı ama bu arada sinirleri de çok yıprandı…



***

Avrupa ülkelerine gittiğiniz de dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Başıboş dolanan ne bir kedi, ne de köpek görebilirsiniz. Kuşlar için de suluklar ve kuş evleri vardır…

Şimdi, evcil hayvanların sokaklar da biçare dolaşması yerel yönetimlerin suçu diyeceğim ama “yerel yönetimlerin işi başından aşkın, başka mevzu kalmadı mı?” diyeceksiniz diye korkuyorum. Korkuyorum ancak, kış da geldi; geliyor!


*22 Ekim 2011 Cumartesi Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki.


Ölmek için sebep...



Bu yazıyı İngiltere’den yazıyorum… Buraya gelmeden bir gün önce, benim güzel ülkemde, kocası tarafından bıçaklanarak öldürülen bir kadının fotoğrafının gazete de manşet olarak verilip verilmeyeceği tartışılıyordu. Hani sığınma evinde iken, çok sevdiği eşinin çağrısına dayanamayıp, arkadaşlarının “Sakın gitme, seni öldürür” uyarılarını dinlemeyip giden kadının fotoğrafının…

Olayın detaylarını bilmiyorum. Büyük ihtimalle her zamanki gibi aynı hikâyedir: Çalışmayan, dayak atan, kıskanan bir koca; her türlü şiddete maruz kaldığı halde “Çocuklarımın babasıdır, döver de, sever de. Katlanmak lazım” zihniyetiyle yetiştirilen bir kadın...

***

Kafam bu cinayetle ilgili sorularla meşgul; gelmişken İngiltere’deki kadının yerini, İngiliz erkeklerinin kadına bakış açısını ve davranışını öğrenmek istedim ve burada yaşayan tanıdığım kadınlara sordum.

Elbette İngiltere de yaşayan her erkek, üç –beş kadının anlattığı gibi olmayabilir. Mutlaka farklı davranışta bulunanlar da vardır. Belki de buradaki yasaların kadınlara tanıdığı haklardan dolayı mecburiyetten böyle davranıyorlardır; bilmiyorum.

Ben sadece İstisnalar kaideyi bozmaz diyerek İngiliz erkekleri ile ilgili anlatılanları sizlerle paylaşmak istiyorum…

İşte İngiliz erkekleri için kadınların anlattıkları;

- Evlenmeyi kolay kolay seçmezler ancak evlendiklerin de eşlerine çok değer verirler, onlara karşı çok dürüsttürler, yalan söylemezler. Ayrılsalar bile eski eşlerine çok saygılı davranırlar ve arkadaş kalırlar. Eğer ortak çocukları varsa, görüşürler.

- Evlilik müessesine saygı gösterirler. Eşler birbirlerine güven duyarlar.

- Eşlerin cinsiyet farkı gözetmeden kendi arkadaşları ile dışarıya çıktığı geceler vardır. Kadın ya da erkek eşlerden biri, sabaha karşı herhangi bir saatte eve dönebilir.

- İngiliz kadınları kocalarına hizmet etmez. Kocalar kendine ait her şeyi (ütü, bulaşık vs), kendileri halleder. Evdeki işler ve giderler paylaşılır. Adam sabah kalkıp “pantolonumu neden yıkamadın, neden ütülemedin” ya da “çorabım nerede, pijamam nerede” diye sormaz.

- Erkekler, eşlerine danışmadan, fikrini almadan asla bir konuda tek başına karar vermezler.

-Eşlerini mutlaka haftada bir yemeğe çıkartırlar. Özellikle Pazar günleri “roast dinner” dedikleri öğle yemeği çok önemlidir. Ailecek yemek yer sohbet ederler.

- Erkek arkadaşları her zaman 2. plandadır.

- Babalar her hafta sonu eşleri nefes alsın, rahat etsin diye sinema, spor, eğlence merkezi gibi yerlere götürürler.

***

Bir İngiliz erkeğine “hangi sebeple karını öldürürsün?” diye sorar mısınız dedim. Böyle bir soruyu sormanın bile abesle iştigal olduğunu söylediler…

***

Peki ya benim ülkemde, hangi sebepler yüzünden kadın öldürülüyor?

Töre ve namus cinayetlerini bir yana bırakırsak, bakkala ya da komşuya gitmek, satıcıya kapı açmak, komşuya selam vermek, sinemaya gitmek, sesli radyo dinlemek, ayrılmak istemek vs. gibi sebepler yeterli. Ya da bir bakış açısıyla belki de sadece kadın olmak!


15 Ekim Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki




Reklamlar!

Televizyonla pek aram yoktur;  hatta televizyonun elektronik gelir tüketici ve beyin yıkayıcı bir nesne olduğunu düşünürüm.
Genelde haber ağırlıklı programları izlemeye çalışsam da,  herkes gibi ben de ister istemez reklamlara da maruz kalıyorum.
Reklamlar ürünü satmak için yapılıyor ama son zamanlar da yayımlanan iki reklam beni fazlası ile rahatsız ediyor.
Birincisi; sağlıkçıların kesinlikle önermediği, en az sigara kadar zararlı ve obeziteye neden olduğunu söylediği beslenme şeklinin tanıtıldığı bir reklam.
Reklamda verilen mesaj, argo tabiri ile “kıvırmak” yani yalan söylemekle ilgili.
Bu reklam da öğrenciler, öğretmenlerine; çalışanlar patronlarına olmadık bir yalan uyduruyor.
Öğretmen ya da patron inanmadıkça, kıvırdıkça kıvırıyor; hem hareketlerle, hem sözlerle...
Sebep ise “indirimli ürünlerden yararlanabilmek!”

***

Uzmanlara veya RTÜK’e sormak istiyorum; bu ve buna benzer temayı işleyen reklamlar, çocukların bilinçaltına istedikleri bir şeyi gerçekleştirmek için olumsuz mesaj vermiyor mu?  
 Örneğin saygı duymaları gereken, Hz. Ali’nin “ kırk yıl kölesi olmaya ” hazır olduğu öğretmenlerine yalan söylemeyi pardon kıvırmalarının normal bir şey olduğunu empoze etmiyor mu?
RTÜK, Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, psikologlar bu durumun farkında değil mi?
Yoksa kıvırmak, yalan söylemek artık normal bir davranış şekli oldu da ben mi kaçırdım.
Üstelik yalanın pembesi, beyazına bile karşı iken…

(“Yalan söylemekle kalınsa iyi artık öğretmenlere kurşun sıkılıyor” dediğinizi duyar gibi oldum.)

***

İkinci reklam ise; evimizin ihtiyacı kepçeden bahsederken, kepçe kulaklı bir çocuğun gösterilmesi…
Çeyrek asır önce ilköğretim yıllarım da tanık olduğum kadarıyla, gözlük taktığı için topluca “ dört göz, dört göz” diye dalga geçilen çocuklar elli santim yakınını göremediği halde, gözlük takmıyorlardı. Tembel sanılan bu çocuklar belki de tahtayı göremediği için başarısızlardı. Zaten o zamanlarda büyük numaralar şişe dibi gibiydi; şimdiki gibi lens ya da lazer operasyonları da yoktu. Geçen sürece rağmen, insanların fiziksel yönleri ile hala dalga geçiliyor ki, çocuklar gözlük takmak istemiyor.
Şaka gibi ama yakın bir süreçte ünlü mankenlerimizden biri kepçe kulakları düzelsin diye, kulaklarını Japon yapıştırıcısı ile yapıştırmıştı.

***
İstesek de istemesek de görsel ve basılı medya toplumumuzu etkiliyor, şekillendiriyor.
“Eğitim şart” deyip duruyoruz da; en azından, “reklamlar” da hedef kitleye olumlu mesajlar verilse, daha iyi olmaz mı?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 8 Ekim 2011   

Yaya kaldırımları ve TSE standartı

Yaya kaldırımları ne için ve kimin için yapılmıştır?
Şimdi bu soru da nereden çıktı diyeceksiniz.
Tabii ki yayalar yürüsün diye…
Peki, benim şehrim de yayalar nereden yürüyor?
“Araba yolundan.”
Hem de hiç acele etmeden salına salına; parkta yürür gibi.
Sabırsızlanıp kornaya basarsanız eğer, sakın kaçmasını beklemeyin.
Hatta acele etmeden kafasını çevirip “Ne oluyor?” gibisinden bir bakışla kurtarırsanız ne ala zira çoğu zaman el kol hareketleri ya da küfür de yiyebilirsiniz.

 “Yayalar neden yaya kaldırımından değil de yolun ortasından yürürler” diye kafa patlatıyorum, uzun zamandır.
Eğitimsizlik mi, yaya kaldırımlarımız standartlara mı uymuyor?

***
Yaya kaldırımlarının yoldan yüksekliğinin o ülkenin gelişmişliği ile ilgili olduğunu biliyordum. (Yani yol ile kaldırım arasında ki mesafe ne kadar yüksekse, o ülkenin gelişmişliğinin o kadar az olduğunu) ama ideal kaldırımların nasıl olması gerektiği konusunda bir fikrim yoktu ve araştırdım. 

“Acaba yaya kaldırımlarımız uluslararası ve ulusal standartlara uygun mu?” diye ve
TSE (Türk Standartları Enstitüsü)’ne göre kaldırım standardizasyonunun bazı maddelerini sizlerle paylaşıyorum:
- Yaya kaldırımları, ön bahçesiz yapı düzenine sahip yollarda en az 2.50 metre genişliğinde, yaya trafiğinin yoğun olduğu merkezi iş bölgelerinde ise en az 5 metre olmalıdır. Genişlik, yol genişliğinin el vermediği hallerde 3 metreye kadar inebilir. Ancak şehrin yapılaşmasına açık meskûn alanlardaki yollarda yapılacak yeni düzenlemelerde yaya kaldırımı genişliği 1 metreden az olamaz.
- Yaya kaldırımında yayanın emniyetle yürümesine mani olacak çiçeklik, taş veya demir gibi her türlü engellerle, elektrik direği, trafik işaret direği, ilan levhaları ağaç ve benzeri elemanlar bulunmamalıdır. Kaldırım üzerine yapılan altyapıya ait rögar, baca kontrol ve benzeri tesislerin kapakları kaplama yüzeyiyle aynı düzlemde olmalıdır.
- Yayanın ayağının takılacağı beton veya demir baba veya diğer herhangi bir çıkıntı, bitmiş kaplama taşında topukların girebileceği genişlikteki delikli yüzeylerden kaçınılmalıdır.
- Yaya kaldırımının eğimi yüzey sularının akıtılması için taşıt yoluna doğru yüzde 2-3 oranında olmalı. Bordür taşı 0.70 metre ile 1 metre boyunda ve 0.15-0.20 metre genişliğinde olmalıdır.
***
Dışarı çıktığınız da yaya kaldırımlarınıza alıcı gözle bir bakın bakalım.
T.S.E standartlarına uyuyor mu?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 1 Ekim 2011

Şarlatan kime denir?

40 küsur yıllık hayatımda, şiddet gören bir akrabamın boşanma davasında yaptığım şahitlik dışında, hiç mahkemeye gitmedim; gitmekte istemezdim açıkçası. Kim gitmek ister ki?


Tuhaf ama geçen hafta; ilk defa bir mahkemeye gitmek için birkaç gün öncesinden hazırlandım. İşlerimi erteledim, sabah erken kalkabilmek için saat kurdum ve heyecanlandım. Çünkü Dilovası’nda ki çevre kirliliğini araştıran ve araştırma sonuçlarını kamuoyu ile paylaşan Prof. Dr. Onur Hamzağlu ve profesöre, araştırmasını halkla paylaştığı için “şarlatan” diyen Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun duruşması vardı.

Duruşmayı izlemek için gittiğim de, öyle bir kalabalık vardı ki duruşma salonuna girebilmek için epey çaba sarf ettim.

Konuyu yakından takip ediyor ve “bir bilim adamının yaptığı araştırmayı kamuoyu ile paylaşması gerçekten şarlatanlık mıydı?” öğrenmek istiyordum.

***

Mesleğim gereği şarlatan kelimesini biliyorum ama yine de Türk Dil Kurumunun sözlüğüne “şarlatan ne demekmiş?” diye baktım.

1.anlamı; Kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran kimse.

Bir başka anlamı ise;

“Bilim, vicdan, etik ve deontoloji vb. her türlü değer sistemini yok sayarak kısa zamanda ün ve varlığa ulaşmak için her türlü yola başvurarak hekimlik pratiği yapan kişi”

“Şarlatan” kelimesi bir bilim adamı için sarf edildiğinden dolayı, 2. açıklamaya bir göz atalım. Hatta gerekirse her ikisini birden değerlendirelim.

Birinci açıklamaya baktığımızda eğer kentimizde/ülkemizde şarlatan öğretim üyeleri var ise vay halimize! Biz o zaman neden çocuklarımıza üniversiteye girebilsin diye çocukluklarını yaşamalarını engelliyoruz? Hem maddi hem manevi, neredeyse taytay yaptıktan sonra yaşıtlarından bir adım öne geçsin diye yarışa sokuyoruz? Gerçekten varsa; bu şarlatan eğitimcileri biz seçmediğimize göre üzerimize alınmayalım. 2 kişiden 1’i esprisine maruz kalmayalım!

İkinci açıklamaya baktığımız da mesleki ahlaktan bahsediliyor ki, “bilim, vicdan, etik ve deontolojik yani hakikaten her türlü değer sistemini yok sayarak kısa zamanda üne kavuşmak için her türlü yola başvuran”

***

Duruşmada Karaosmanoğlu Onur Hoca’nın bilimsel araştırmasını gerekli mercilere bildirmediğini ve yaptığı araştırmayı sonuçlandırmadan televizyonlarda şov yaptığını o nedenle “şarlatan” dediğini söyledi. Kendisini hiç tanımadığını siyasi rakibi de olmadığını o nedenle söylediklerinin şahsına değil, yaptığı eyleme olduğunu ifade etti.

Onur Hamzaoğlu ise, “Daha önceki yıllarda yapılan araştırmalarda bu bölgede kanser vakalarının dünya ve Türkiye ortalamalarına göre çok fazla olduğunu ve bu verilerin sağlık bakanlığı ve valiliğe bildirildiğini ve buna rağmen yeni bir fabrika kurulma aşamasında olduğunu duyunca araştırmasını kamuoyu ile paylaştığını”

söyledi. Kim haklı, kim haksız? bilemem ama bildiğim bir gerçeği de yazmadan duramadım.

Bırakın şarlatanlığı, ülkemiz de ve kentimizde onlarca sahte diş hekimi var.

21. yüzyılda hala çatır çatır çalışıyorlar. Kimsenin de gıkı çıkmıyor, hadi haklarını yemeyelim, gıkları çıkıyor da, sonuç alınamıyor. Hakeza falcıların, üfürükçülerin, muskacıların, sülükçülerin, hacamatçıların kapılarında kuyruklar oluşmuşmuş; çalışıyorlar. Benim bilim adamım da bilimsel araştırmasını halkla paylaştığı, onları uyardığı için “şarlatan”lıkla itham edilip, mahkemelerde zamanı boşa harcanıyor.