Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Bencillik üzerine…


                                                                                                        
Etrafınızda kaç tane bencil insan var diye, düşündünüz mü hiç?
“Soruyu yanlış sordun” dediğinizi duyar gibi oldum.
Belki de “Bencil olmayan kaç kişi tanıyorsunuz?” diye sormam gerekiyordu.
İnsanoğlunun doğasında mı vardır, bu bencillik?
Gerçekten herkes bencil midir; bencil olmayan insanlar, var mıdır?
Bir Atasözümüzde dediği gibi, “Önce can, sonra canan mıdır?” hakikaten…
Bencillik genetik midir?
Zaman zaman karşılaştığımız davranışlardan sonra, aklımıza gelen ve içinden çıkamadığımız bazı sorular…
***
Bencillik;  “Kişinin sadece kendini düşünmesi, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve çıkarlarını herkesin çıkarlarından üstün tutması durumu, egoizm” diye açıklanıyor, uzmanlar tarafından…
Düşününce, elbette çıkarlarını korumalı insan diye aklınızdan geçiyor hatta belki de biraz bencil olmak, “ensesine vur lokmasını al” durumunda olmaktan daha iyidir, diyorsunuz.
Ancak bazı insanların, bencilliği fazlasıyla abarttığını görünce, şaşkınlıktan küçük dilinizi yutuyorsunuz…
Sanki dünyadaki tek ve en önemli kişi kendileridir. Herkes onların etrafında pervane olsun, her istedikleri gerçekleştirilsin, isterler;
Hep onlar konuşsun, diğerleri dinlesin;
 Pohpohlansın, alkışlansınlar ama onlar bir başkası için kılını kıpırdatmasınlar.
Hiçbir şeyi paylaşmasınlar…
Hele eski günlerle kıyasladığımızda, bencilliklerin her geçen gün ziyadesiyle arttığını görüyoruz.
 Biz eskiden, gelenek ve göreneklerimize göre paylaşımcı insanlar değil miydik?
Beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz kapitalistlerden ne farkımız kaldı şimdi?
***
99 depreminde, dağıtılan yardımları kapışan insanları gördüğümde, depremin etkisinden daha fazla şok olmuştum.
Battaniye, piknik tüpü vs. gibi dayanıklı tüketim malzemelerini çifter çifter kapışanları, birbirlerini ezenleri; aç gözlülük, görgüsüzlük kelimeleri ile tanımlamak mümkündü belki ama yiyebileceğinden fazla ekmek alıp, sonra çöpe atanlara bencillik kelimesi kifayetsiz idi. Bencillik ötesi bir duyguydu bu!
Hadi o zaman afet zamanı idi. Zor zamanlarda; insanın korkuları, kaygıları, kişiliğini değiştirebilir diyelim.
Peki, günümüz koşullarında;  elinde her türlü imkan varken,  paylaşmayan, saklayan,  insanlara ne demeli?
***
Toplumun çıkarlarını, kendi çıkarlarının önünde tutabilen insanlar yok mu?
Elbette var…
 Onlar egolarını ceplerine koymuşlardır.
Sevgilerini, ellerindeki fırsatları, bilgiyi kısaca güzel olan her şeyi paylaşırlar.
Açlıktan ölmek üzere olsalar ve sadece bir dilim ekmekleri olsa bile, ortadan ikiye bölerek paylaşırlar.
Çünkü başkaları mutlu olduğunda,  mutlu olurlar.
 “Önce ben değil”, “önce biz” düşüncesindedirler.
”Bencillik” kelimesi sözlüklerinde yoktur.
İşte bu insanlar,  İyi bir takım oyuncusudur ve doğuştan liderdirler.
Ve günümüzde onlara çok ihtiyacımız var!
***
Yeni yılda, her şey gönlünüzce olsun…

* Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki, Gebze Haber Gazetesi

Şu MHRS dedikleri


                                                                                                                                  

AKP hükümetinin en çok övündüğü politikalarından biridir; “Sağlıkta Dönüşüm Programı”.
Sağlıkta Dönüşüm Programı’na göre: İsteyen istediği yerde muayene olabilecek; sabahın köründe hastaneye gidip, randevu alıp, saatlerce kuyrukta beklemek yerine, internet veya telefon yoluyla randevu almak, sorunu çözecek;  bundan hem hastalar hem de sağlık çalışanları memnun olacaktı…
 Dünyanın bilgi ötesi çağı yaşadığı bir dönemde, iletişim kanallarını kullanmamak, çok anlamsız olur, elbette. 
İnternet ya da telefonla randevu almak, çok mantıklı ve akıllıca bir yöntem gibi gözüküyor; belki de sizin hayatınızı kolaylaştırdı ancak bir sağlık çalışanından, MHRS ( Merkezi Hastane Randevu Sistemi) ni dinlemek ister misiniz?
Öyleyse buyurunuz…   
***
Hastalandınız ve randevu alacaksınız..
Evinizde internet varsa, oradan denersiniz ama en az bir hafta on gün zarfında boş randevu günü yoktur. Sonra Alo 182’ yi deneyelim dersiniz. Karşınıza çıkan kişiye derdinizi diliniz döndüğünce anlatmaya çalışırsınız.
Size gideceğiniz hastaneyi söyler. O hastaneye bağlı üç tane semt polikliniği vardır.
Bunlardan biri mesela Köseköy’dür. Randevu tarihi bulunca ya farkına varmadan ya da İzmit’te yeniyseniz, kabul edersiniz ama uzaklığın farkına vardığınızda, çok geç olmuştur. Sinir sisteminiz bozulsa da, nafiledir.
MHRS (Merkezi Hastane Randevu Sistemi)  direkt bir merkeze bağlıdır. O merkez Ankara dışında hiç bir yeri bilmez.  Dolayısı ile Seka Devlet Hastanesi’nin Semt Polikliniği olan Köseköy ile mesafesini ya da Kocaeli Devlet Hastanesine bağlı Sanayi Semt Polikliniğinin hastaneden uzaklığını…
Bu arada telefonla randevu alabilmek için girilen stresin yanı sıra, cebinizden 8- 14 TL arası telefon parası çıkar.
Hastanelere gittiğiniz de, kuyruk göremezsiniz. Doğru, artık kuyruklar bitmiştir ancak hastalar artık hastane yerine evlerinde kuyruğa girmiştir.
Diyelim ki çok önemli bir hastalığınız var. Örneğinyüksektansiyon hastasısınız ve ilaçlarınız bitti. Eskiden aynı gün hekim karşısına çıkabilirken, artık randevu ile en az dört gün sonra hekim yüzü görebilecek ve ilaçlarınızı yazdırabileceksiniz. Aslında bu durum, hastanelerdeki kuyruğun dört kat büyüdüğü anlamına gelmektedir.

***
Peki, sürekli sağlık konusunda yol aldığımızı ballandıra ballandıra anlatan Sağlık Bakanı Recep Akdağ, ya da diğer bakanlar, belediye başkanları, AKP il- ilçe yönetimi vs. kendileri ya da ailelerinden bir hasta olduğunda ne yapıyorlar?
Sade vatandaş gibi  “İnternetten ya da Alo 182 den hiç randevu aldılar mı?” diye düşündüm. Sordum soruşturdum. Ortaya çıkan gerçek şu:
Gelmeden önce başhekime telefon edilir. Koruması olanlar korumaları ile birlikte geldiğinde, muayene olunacak doktora telefon edilir, yanlarına bir hostes verilir. Kapıda ki sıra mıra önemli değildir. Girer ve muayene olur. Röntgen, kan tahlili, tomografi gibi işler içinde aynı hızda, bir formül uygulanır. Hatta başhekimin odasında çaylarını yudumlarken, ilaçları hazırlanıp, önlerine getirilir.
Sonra da hararetle ve inançla; ne kadar güzel bir sistem yaratıldığından bahsedilir.   
***
Şimdilik durum bu…
Devlet Hastaneleri, Sağlık Bakanlığından ayrılarak yerel yönetimlere bağlı, başhekim ve idari kadroların her yıl değiştirilebileceği, tamamen yerel siyasi rejime bağlı bir hale getirilmek istenmektedir. Bakalım, o zaman neler olacak?

*Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki, Gebze Haber Gazetesi

Yaşamı kaosa dönüştürmek


Geçtiğimiz hafta yerel gündemde yine, Maşukiye Yanıkköy vardı.
Ülkemizin milli projesi olan, “Hızlı tren projesi” için gerekli olan taşlar sanki sadece Maşukiye civarında çıkıyormuş gibi; 1. sınıf içme suyu kalitesinde ki derenin yakınında,  yemyeşil bitki örtüsünün olduğu yerde taş ocağı açmak istiyorlardı, ülke ve kent yöneticileri…
***
Herkes isyan etse de; bilim insanları, bilirkişiler yörede taş ocağının açılmasının çok yanlış olduğunu söylese de, nuh dediler, peygamber demediler…
Beni en çok şaşırtan “Sapına kadar çevreci” olduğunu iddia eden Büyükşehir Belediye Başkanı Karaosmanoğlu oldu.
Evet,  denize fosseptiğin aktığı yerde uluslar arası yüzme müsabakası düzenlemişti;
Pırıl pırıl Akdeniz ve Ege’ deki plajların alamadığı, Mavi Bayrağı Karamürsel Altınkemer Plajı’na almıştı;
İşine gelmeyince, kıyı kanununu yemişti ama cennetten bir köşede taş ocağı açılmasına gönlü elvermez demiştim.
Kent,  “Taş ocağı açılsın mı, açılmasın mı?” tartışırken;  bir okurumdan, elektronik posta iletisi aldım. Kentimizin ve ülkemizin içine düştüğü kaosu o kadar güzel ifade etmiş ki; bu iletiyi, sizlerle paylaşmak istedim.
***
Kaos, antik Yunanca bir sözcüktür ve evren yaratılmadan önceki belirsizliği anlatmak için kullanılır.
Kaos halindeki evren henüz bir düzene oturmamış, enerjisi, toprağı, gazı birbirine karışmış, geleceği belirsiz bir durumdadır. Ancak geçen zaman içinde taşlar yerli yerine oturacak,  gezegenler, yıldızlar, galaksiler ve canlılar oluşacak ve evren belirli bir düzenle gidişini sürdürecektir.
Kaos kavramını ülke ve kentimizdeki genel duruma uygularsak başlı başına bir belirsizlik, düzensizlik ve keyfilik içinde sürüklenildiği görülecektir.
 AKP hükümeti ve belediyeleri gün geçmiyor ki, kaotik bir uygulamaya imza atmıyor olsunlar…
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, aklına eser cumhurbaşkanını halk seçsin der, aklına eser başkanlık sistemi uydurur, aklına eser Suriye’ye savaş açmaya kalkar, aklına eser Taksim meydanını yeraltına alma projesi geliştirir.
Yerel yönetimler bazında bakacak olursak, Başbakan Recep bey kafasını kentimizde de görmek mümkündür.
Kenti güzelleştireceğim derken vatandaşa eziyet haline gelen ve bitmek bilmeyen Cumhuriyet ve Acısu Parkı düzenlemeleri, fiyasko ile sonuçlanan Paşa’daki üç yol rezaleti,  en babayiğit çevreci geçinen sözde babacan bir Büyükşehir Belediye Başkanının Maşukiye’yi yok edecek bir taş ocağı projesine imza atması…
Bu ulusal ve yerel kaotik durumlara, daha pek çok örnek verilebilir…
Ülkemiz, yıkılan ve dağılan Osmanlı’nın küllerinden demokratik, hukuk ve laik bir düzene geçişte hayli yol almıştı.
Yıkılmış Osmanlı kaosundan, aydınlık bir cumhuriyetin ışıklarına…
 Bu çağdaşlığı ve ilerleyen cumhuriyet düzenini tekrar Osmanlı son dönem kaosuna geri döndürmek isteyenler, oturdukları koltuklarda her gün yeni kaotik açılımlar yapıyorlar…
Ne Kürt açılımlarından fayda geldi ne Ermeni, ne de Alevi açılımından…
 Ne kentsel dönüşüm işe yaradı, ne de sağlıkta dönüşüm…
 Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizmini, Mehmetçiğiyle, kadını, ninesiyle ülkesinden kovan ve kaosu düzene dönüştüren Türk Ulusu, günümüzdeki bu kaosu da atlatacak ve Atası’nın çizdiği ışıklı yolda ilerlemeye devam edecektir.
 Bugün, ün, popülerlik, makam ve servet içinde yüzenler o an geldiğinde tarihin anılmayanları çöp kutusunda ebediyete kadar yerlerini almış olacaklardır.

*Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki, Gebze Haber Gazetesi 

Maşukiye'ye kıymayın efendiler!

Geçen hafta yerel gündeme damgasını vuran konu:
Hızlı tren projesi için, İlimiz Kartepe İlçesi Maşukiye Beldesi civarında (Yanıkköy),
TCDD DemiryollarıGenel Müdürlüğü tarafından yapılması planlanan “Kireçtaşı ocağı ve kırma-eleme tesisi” projesi idi.
Proje ile ilgili ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) toplantısıgeçtiğimiz ay yapılmış ve yörede yaşayan halk tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
Köy sakinleri bu projeye karşıçıkarak, ÇED toplantısını yaptırmayınca, sanki tesis kurulmayacakmış gibi sevinip, mutlu olmuşlardı. Birçok duyarlı çevreci ile birlikte o gün, bende bu sevince ortak olmuştum.

 ***
 
Yörede yaşayan halk kesinlikle taşocağı istemediklerini ifade etmişlerdi ama yine de içimde bir korku vardı.
Çünkü daha önce katıldığım ÇED toplantılarında da, halk çevreye ve kendilerine zarar vereceğini düşündükleri tesislerin yapılmasına karşı çıkmış, tesisi istemediklerini söylemiş, ÇED toplantısı raporu olumsuz çıkmıştı. Ancak buna rağmen, bakanlıktan tesislerin kurulması ile ilgili olur raporu çıkmıştı.
İçimde ki korkuyu bastırmaya, “Yok artık, yemyeşil cennet gibi beldemize, bu kötülüğü yapamazlar” diye düşünmeye çalışırken, kötü haber geldi.
İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin ve Tarım İl Müdürlüğü’nün olumsuz raporlarına rağmen;
İçme suyu havzalarında koruma alanları yönetmeliğine rağmen;
Bilim adamlarının burada yapılacak olan taş ocağının, ekosisteme zarar vereceğini söylemesine rağmen;
Maşukiye’de yaşayan ya da yaşamayan herkesin karşı çıkmasına rağmen;
Kenti yönetsin diye yetki verilen, en üst makamda ki kişilerin, olumlu görüş bildirdiğini öğrendik!
Bu yetkililerin, Kocaeli halkının çıkarlarını korumak yerine, müteahhit firmanın çıkarlarını korumasını algılamak çok zor.
Koskoca Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bu duruma karşıçıkanlara, ne anlama geldiği hala tartışılan, anlaşılamayan “ Tatlı su yosması” teriminin TDK (Türk Dil Kurumu)’ya eklenmesini öneriyorum.
İleride Maşukiye’nin ciğerlerinin ortasında bir ülser yarasıgibi görünen çıplak görüntüyü merak eden çocuklar, kenti yöneten Belediye Başkanının tarihe mal olmuş bu ilginç sözünü duysunlar, bilsinler.
***
Kimse prestij proje, mili proje hızlı trene karşı değil. Hatta geç bile kalındı.
Karayolu taşımacılığı yerine, demiryolu taşımacılığı çok daha önemli ve anlamlı…
Sadece projeyi yapacak olan kişi daha çok para kazansın diye, doğanın katledilmesine karşı.
Zira bu taş bulunmaz Hint kumaşı değil, en fazla 100 km. uzaklıkta daha önceden açılan taş ocaklarından da biraz fazla nakliye ücreti verilerek getirtilebilir
Maşukiye’ye kıymayın efendiler!

Acısu Parkı...

Büyükşehirde yaşıyorsanız eğer, çoğu zaman üstünüze üstünüze gelir;
Uzun ve gri beton bloklar, trafik karmaşası, gürültü kirliliği…
Kaçmak, sığınmak istersiniz; en yakında ki bir ağacın gölgesine, çimenin yeşiline, suyun şırıltısına.
Amaç; biraz nefes almak, soluklanmak, kafa dinlemek, arkadaşlarınızla sohbet etmektir ya da çocuğunuzu, torununuzu, köpeğinizi mahkum olduğu ev hapsinden biraz olsun, kurtarabilmek…

***
Hasbelkader çocukluğumun önemli bir bölümü, Almanya’nın şu anda da önemli sanayi kentlerinden biri olan Stuttgart (Esslingen)’ da geçti.
Yakında okuduğum bir makalede “Otomobil ilk olarak bu şehirde üretilmeye başlamış, hala Mercedes ve Porsche’nin anavatanı durumunda. Hal böyle olunca, Stuttgart için sanayi kenti demek pek de yanlış olmaz. Bu sanayi şehrinin yeşil dokuya galip gelmediğini görmek mutluluk verici. Almanya’nın en yeşil kenti olduğu bile söylenebilir. Hem sanayiyi hem de tabiatı bir arada tutmak mümkün mü diye düşünürdüm, Mümkünmüş” diyordu.
Çok uzun yıllar öncesinden, aklımda kalan, ara sıra rüyalarıma giren, yürüme mesafesi gittiğimiz parklarda ki, güneş ışığının zor girdiği devasa ağaçların hala orada olduğunu öğrenmek, nedense beni şaşırtmadı.

***
1980 yılında İzmit’e taşındığımızda, Garajlardan (birinci çan çandan) dört yola kadar yürürken, sağlı sollu devasa çınarların olması, beni ziyadesiyle sevindirmişti.
Belki o zamanda aynı beton binalar vardı ama ben o anda betondan çok çınarları görmüştüm.
Belki de o zaman çınarları bugünkü gibi hadım eder gibi budamıyorlardı;kim bilir?
Kim ne derse desin İzmit için; ister Avrupa Kenti, ister Büyükşehir, isterse metropol, ne yazık ki çarpık kentleşmeden nasibini alan kent merkezinde, diğer Avrupa kentlerinde olduğu gibi soluklanacak, devasa parklar yok.
***
Kentimizin merkezinde bulunan az sayıda ki parklardan biri de; Acısu Parkı.
Beton blokların arasına sıkışıp kalmış, bir avuç yeşil, eser miktarda ağaç ama park işte. Hiç yoktan iyi!
Acısu Parkı’nda ve çevresinde, orada yaşayanları üzen, rahatsız eden aylardır, bitmeyen hummalı bir çalışma var.
Bu park, 2. derece doğal sit alanı olduğu halde; mevcut bir avuç yeşil alan, betonlaştırılmaya çalışılıyor. Ağaçların dibine kadar beton dökülüyor, sanki nefes almasın, kurusunlar diye.
Hatta ne kadar acıdır ki, zaten az sayıda olan ağaçlar; kesilerek, katlediliyor. Üstelik bu, kenti yönetenlerin izni ile yapılıyor.
***
Almanya’nın önemli sanayi kentlerinden biri Stuttgart; hala 30 yıl önce bıraktığım gibi yemyeşil, tek bir ağaç bile eksilmemiş.
Ülkemizin önemli sanayi kentlerinden biri Kocaeli; kent merkezindeki bir avuç yeşil, her geçen gün yok ediliyor. Herkes seyrediyor, çıt yok!
Üzüntüden kahrolmaktan başka ne yapabilirim ki?


Dişçi

                                                                                              
19-25 Kasım; Dişhekimleri Haftası. Kutlu olsun…
***
Zor bir meslektir, dişhekimliği…
Fakülteyi kazanabilmek için sınava hazırlanmak zordur;
Kazandıktan sonra, 5 yıl süren eğitimi almak, ayrı bir zor…
Hele mezun olduktan sonra mesleğe adım atabilmek;
adım attıktan sonra mesleği icra edebilmek;
Kısacası, her aşamasında farklı bir meşakkat vardır.
Ama korkunç bir ağrıyla gelen hastanın acısını dindirdi mi, yüzünü güldürdü mü; çekilen tüm zorluklar unutulur, gider…
***
Dişhekimlerinin en sevmediği ve hak etmediği kelimedir“dişçi” ama ne yazık ki
“dişhekimi”yerine, “dişçi” kelimesi telaffuz edilir; sanki diş satıyormuş gibi...
Dünyanın bilgi ötesi çağı yaşadığı günümüzde, elinde çanta ile kahvelere, evlere gidip, diş yapan sahte dişçiler yüzündendir belki, kim bilir?
Belki de kentin göbeğinde, diploması olmadan ya da bir dişhekiminin diploması ile muayenehane açabilecek kadar cesareti olanlara, bugüne kadar çözüm üretemeyen hükümetlerin sağlık politikaları yüzündendir...
Bilim insanlarına şarlatan diyebilen zihniyetin, gözünün önünde ki bu sahtelere ses çıkartmamasına anlam veremesem de, gerçek bu, ne yazık ki!
***
Bilimsel Dişhekimliği’nin kabul edilmesi üzerinden 104 yıl geçtiği halde,
Ülkemizde, en iyi eğitimleri almış kişiler bile, dişi ağrımadan dişhekimine gitmiyor, dişhekimi öcü olarak görüyorsa;
Hala büyük kentlerimizde, sahte diş hekimleri fink atıyor ve rağbet görüyorsa,
Yıllık diş fırçası tüketimimiz, dört kişiye bir fırça oranında ise,
Yapılan çalışmalarda; her çocukta en az beş çürük, çekim ya da dolgu olduğu gerçeği varsa;
“Sağlıkta Dönüşüm yaptım, sağlığı özelleştirdim” diyen ama “Ağız ve Diş Sağlığı”nı sağlıktan saymayıp, özel muayenehanelerden hizmet almak yerine ADSM (Ağız ve Diş SağlığıMerkezi)’lerde hem hekimleri, hem hastaları mağdur eden;
Toplum ağız ve diş sağlığı ile ilgili çalışmalarda, koruyucu hekimliği yok sayan;
“Özel muayenehanelerden hizmet satın alacağım, biraz zaman tanıyın, sesinizi çıkartmayın” diye meslek odalarını oyalayan ama bütçede açık çıkınca, ilk önce önlem alınması gereken konunun “Ağız ve diş sağlığıhizmetlerinin, özelden alınması” gerektiğine karar veren ilgili bakanlıkların aldığı karara, kimse sesini çıkartmıyor!
Bir fırça ile 4 kişi idare etmeye alışmış yurdum insanı karşı çıkmıyor mesela…
“Bütçeyi denkleştireceğin başka bir kalem yok muydu?”diye sormuyor, belki de haberi bile yok!
Mesela en basitinden başbakanın odası dinleniyor diye, her şeyi söküp, bir odaya 300 bin lira masraf yapmak yerine ya da ne bileyim milletvekillerinin cep telefonu faturaları, makam araçları, makam uçaklarının benzin faturaları,otel faturaları…
Bilgi alışverişi yapmak için yıllardır gittikleri yurtdışından, bir türlü alamadıkları bilgi ve görgü faturaları v.b gibi aklıma gelmeyen, aslında gelipte söyleyemediğim bir sürü faturayı; kimse sorgulamıyor.
***
Her şeye rağmen, tüm meslektaşlarımın, dişhekimleri haftası ve 22 Kasım dişhekimleri günü kutlu olsun…

Orhan Veli'ye...

80 yılında tanışmıştım şiirlerinle; 15 yaşında, küçük bir kasabadan İstanbul'a yatılı okula gittiğimde...  12 Eylül'ün gölgesinde, biraz tedirgin okuyorduk şiirlerini. 
 Malum, o dönemde evinde Aziz Nesin kitabı bulunanların başına gelenleri biliyorduk...
 "Ağaç" ve "iş olsun diye " şiirin hala ezberimdedir...
 Hatta  "Hiçbir şeyden çekmediğini, nasırından çeken Süleyman Efendi için yazdığın, Kitab-ı  Sengei mezar"
 Ya da  "Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya"
 Hele " İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı"
 "Gün alıp başımı giderim"...
 Hele hele "Hürriyete doğru" şiirinde dediğin;
 "Ne duruyorsun be at kendini denize,
 Geride bekleyenin varmış aldırma
 Görmüyor musun her yanda hürriyet 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol 
Git gidebildiğin yere"
*** 

En çokta "Öyle de yatılmaz ki" şiirinle anılıyorsun...

Bir de çok genç yaşta ölmeni alkole bağlamıyorlar mı?

 Eh yazarsan öyle bir şiir "rakı şişesinde balık olsam diye" Belediyenin açtığı çukura düşüp öldüğünü kim kabul eder ki?
Senin düşüp öldüğün o çukurları, belediyeler 62 yıl sonra bile hala kazıyor ve kimse içine düşmeden gıkını çıkarmıyor, ne yazık ki! Çok üzgünüm...
Ağaca bir taş attım;
Düşmedi taşım,
Düşmedi taşım.
Taşımı ağaç yedi;
Taşımı isterim,
Taşımı isterim!
Ruhun şad olsun Orhan Veli Kanık... 

Mavi bayrak mı, liman mı?

                                                                                                                     
Geçtiğimiz Haziran ayında, Karamürsel Altınkemer Plajı’nın mavi bayrak aldığını anımsıyorsunuz değil mi?
Uluslararası Çevre ve Eğitim Vakfı’nın, çevre ve turizm konusunda belirlediği 32 kriterin tamamını(!) gerçekleştirme başarısını gösterdiği için törenlerle, bakanlarında katılımı ile göndere çekildi.
Törende, Büyükşehir Belediye Başkanı Karaosmanoğlu, “ Bir bölgenin medeniyet ölçülerinden biri de, çevrenin durumudur” dedi.
Mavi bayrak için sırada Başiskele ve Dilovası’nın olduğunu söyledi.
Kimse inanmasa da, ikna olmasa da, “Aman ne güzel artık Bodruma, Marmaris’e gitmemize gerek kalmadı” diye dalga geçse de; şaka maka, aldık bir mavi bayrak işte…
Başiskele’ye ya da Dilovası’na mavi bayrak almanın ütopik (hayali) bir düşünce olduğunu düşünsem de; en önemli projelerin bile hayal edilerek başladığını biliyorum…
Biz o günleri görür müyüz, görmez miyiz? Bilmiyorum ama doğru bir çalışma ve gayretle, Körfez’imizin gerçekten mavi bayrak almayıhak edeceğine eminim.
Kenti yönetenler, Körfezin eski pırıl pırıl haline döneceğini dillerine pelesenk ederken,
Körfez’e yeni liman yapmak için iştahı kabaran şirketler, ilgili bakanlık tarafından dikkate alınmaz, hatta sert bir şekilde reddedilirse; Körfez’in eski haline dönmesi için bir kıvılcım başlatılmış olur.
***
Birkaç gün önce Başiskele’ye ticari amaçlı gemilerin yanaşacağı liman projesi için ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) toplantısıvardı yani halkı bilgilendirme toplantısı.
Ben ÇED toplantılarını kısaca şöyle tanımlıyorum: Yörede yaşayan insanlara, yapılacak olan tesisin, çevreyi ne kadar az kirleteceği, ne kadar az gürültü yapacağı, ne kadar az zarar vereceği gibi konuları en güzel cümlelerle, teknik terimlerle anlatma toplantısı. Bir nevi göz boyama…
Yani bir zarar var ama o zararın olmadığını anlatmak için yazılan, çizilen, aslında normalde olması gereken ama benim ülkemde uygulanmayan bir sürü anlamadığımız terim.
Her gittiğimiz ÇED toplantısında, anlatılan her şey güllük gülistanlık…
Bakanlıktan gelen yetkililere, “Peki bu liman senin evinin önüne yapılsın ister misin? Ya da “Bu taş kırma ocağının yanında sen oturur musun?”diye sorduğumuzda “Evet “diyen olmuyor, her nedense.
“Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapmak” doğru mu peki?
Şirketler daha çok kar etsin diye, havayı, toprağı, suyu kirletmeye, hakları var mı?
Sonuçta Başiskele’de yaşayan vatandaşlar; liman istemediklerini, dolayısı ile ÇED toplantısının yapılmasına da gerek olmadığını hatta mevcut limanlarında kalkmasını istediklerini söyledi.
Başiskele’ye mavi bayrak almayı düşünen yöneticiler, bu liman için ne düşünüyor? Bilmiyorum.
Ve birkaç yıl önce, Körfez’de ki 40 küsur limanın zaten çok fazla olduğunu söyleyen; TBMM Çevre ve Sağlık Komisyonu…
Süreci izleyip göreceğiz. Sonuçta, her şey bakanlıktan çıkacak karara bağlı çünkü!

Mış mış...

Yaşamımız için suyun ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz değil mi?
Bilmesek de, en azından bilinçaltımız da, ilkokulda öğrendiğimiz;
“Vücudumuzun üçte birinden fazlası ya da başka bir deyişle, yüzde yetmişinden fazlası sudur” bilgisi mevcuttur…
Oksijeni, vitamin ve besleyicileri hücrelere, dokulara, organlara kan yoluyla taşıyan;
Gözlerimizi, ağzımızı, burun kanallarımızı nemlendiren;
Vücut ısımızı dengeleyen;
Kısacası yaşamımızı idame ettirmek için gerekli en önemli maddedir “Su”…
Hiç bir şey yemeden, bir ay yaşayabiliriz belki ama vücudumuz susuzluğa bir hafta bile dayanamaz…
Dolayısı ile gezegenimizin ve vücudumuzun çok büyük bir bölümünü kaplayan;
Yaşamamız için olmazsa olmazımızdır; su.
***
Biz ülke olarak o kadar şanslıyız, coğrafya olarak o kadar güzel bir konumda yaşıyoruz ki; anlatılamaz…
Üç tarafımız denizlerle çevrili;
Nehirlerimiz, ırmaklarımız, pınarlarımız, göllerimiz, yer altı sularımız, saymakla bitmez.
Ancak yapılan araştırmalar sonucu; “Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin suları, küresel ölçekler bazında kirli bulundu” haberini okuyunca, insan üzülüyor.
Hele de tüm hastalıkların ve ölümlerin tamamına yakınının kirli sulardan kaynaklandığını bilince…
***
Geçtiğimiz yıllarda, denize kıyısı olmayan ya da kayda değer bir akarsuyu olmayan ülkelerin bile, “Su Bakanlığı” olduğunu düşününce, hicap duyuyordum;
Ülkemde, su havzalarında ki yapılaşmaya ya da vahşi sulamaya tanık olduğum için.
Yakın zamana kadar “su bakanlığı “yokken;
Çevre, orman, şehircilik; “ hepsi bir arada ” modunda bir bakanlık var artık, bildiğim kadarıyla…
86 yıldır değiştirilmeyen su kanununu değiştirmeye, suya olağanüstü koruma getirmek istiyorlar. Ne mutlu...
Gerçi on yıllık icraatlerini gerçekleştirirken, en önemli konu da (su) karar almak için geç bile kaldılar ama zararın neresinden dönülse kardır.
“Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Su Kanunu Taslağı´nı görüşe açtı. Kanun, jeotermal sular ve denizler hariç, kıyı suları dahil olmak üzere yüzeysel, yeraltı su kaynakları ile alakalı bütün hususları ve doğal mineralli suların tahsisine dair denetim hususlarını kapsayacak suyun, nehir havzaları bazında yönetimine geçilirken, planlı su tahsisi dönemi açılacak. Su kaynakları,‘planlama-uygulama-izleme-denetim’ sistemi ile korunurken, su kaynaklarına zarar verenlere ciddi yaptırımlar uygulanacak” diye bir haber okudum. Bu haberde diyor ki;
Ulusal su planıhazırlanacakmış”
“Dere yataklarına konut yapılmayacakmış”
Mış mış…
“Suyun tabii akışı korunacakmış”
Mış,mış da mış mış…..
“Suya olağanüstü koruma geliyormuş”
İnşallah “mişli muşlu”zamanlar da kalmaz bu yazılanlar da, bir an önce suyu koruma kanunu çıkar.

Yazık, günah, israf değil mi?

                                                                                                                 
Hani bir fıkra vardır:
Rus fizikçiler, yerin 100 metre altında bakır tel bulduklarını; bunun, atalarının bundan 1000 yıl öncesinde telefon şebekelerinin olduğunu kanıtladığını duyururlar.
Bu olaydan 1 hafta sonra Amerikan gazetelerindeşöyle bir manşet atılır:
Flaş, flaş, flaş…
Amerikalı bilim adamları, yerin 200 metre altında 2000 yıl öncesine ait fiber-optik hatlar buldular.
Bu demek oluyor ki, Amerikan toplumu, Ruslardan 1000 yıl öncesin de gelişmiş dijital haberleşme sistemlerine sahipti…
Bir hafta geçmeden Karadeniz’in, yerel gazetelerinden birinde, şöyle bir manşet atılır:
Yöremiz bilim adamları, yerin 500 metre altına kadar kazdıklarını ve hiçbir şey bulamadıklarını, bunun sebebinin ise atalarının 5000 yıl öncesinde kablosuz (wireless) iletişim sistemlerini kullandığının ispatı olduğunu belirtmişler.
***
Bu traji-komik fıkrayı; evden işe-işten eve gidip gelirken, alt yapı ve yol çalışmaları yüzünden köstebek yuvasına dönen yol ve kaldırımlar hatırlattı bana...
Kendimi bildim bileli, gittiğim hemen her kentte karşılaştığım alt yapı, kaldırım, yol çalışmaları “Ne zaman biter acaba?” diye düşünüyorum.
Sonra da, “bu çalışmaların, bizim vergilerimizle yapıldığınıbildiğimiz halde sesimizi çıkartmadan; yağmurda çamurda günlerce, aylarca, bu çukurların üzerinden atlayıp geçen biz vatandaşlar olduğu sürece de bitmesi mümkün değil” diye kendi sorumu, kendim yanıtlıyorum.
***
Altyapı çalışmaları için, sürekli bir yerlerin kazılması;toz, gürültü, trafik kirliliğini artırmanın yanında, insanın psikolojisini de allak bullak ediyor.
Bir sabah kalkıyorsunuz, elektrik tesisatı için yollar kazılmış, dünyanın parası harcanarak yapılan kaldırım taşları, sökülmüş.
Bir ay sonra tekrar bir kazı, bu sefer doğalgaz için.
Daha sonra telefon, su şebekesi, kanalizasyon kazıları…
***
Kenti yönetsin diye seçilen, çok değerli yöneticiler, mecliste bir karar verseler de;
Bütün kazılar aynı anda ve belli bir standartta yapılsa, bir daha 500 sene kazmak zorunda kalmasak, daha iyi olmaz mı?
Zira her seferinde başka bir bölümü kazılan kentin merkezine, arabayla girmek tam bir işkence oldu. Gideceğin yere, araçla gitmek yerine, yürüyerek daha çabuk ulaşabiliyorsun.
Çalışmaların yapıldığı cadde ve sokakta yaşayanlar ise, hem gürültüden, hem de tozdan nasibini alıyor.
***
Bazı kazıların ise, keyfi olduğunu düşünüyorum.
Ülkenin en borçlu belediyesinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesi olduğu söyleniyor ama
Şu anda İzmit Belediyesi’nin olduğu Belsa Plaza’nın etrafı düzenleniyor.
Kentin bütün sorunlarıbitmiş, bir tek gözümüzü rahatsız eden orası kalmış gibi…
Bildiğim kadarıyla 5 milyon liraya yakın bir harcama yapılacak.
Yazık günah değil mi bu paraya? İsraf değil mi?
Kimsenin sesi çıkmıyor, sorgulamıyor, kanıksamış artık çünkü yıllardır alışmış.
Toz duman içinde, sökülen taşların üzerinden atlayıp, gidiyor…

Çin Bambusu...


Bu hafta sizlerle 2009 yılında yazdığım bir yazımı paylaşmak istiyorum.
Üç yıl önce olduğu gibi hala “Küresel mali krizi”, hala “seçimler nasıl olmalı, ne zaman
olmalı?” yı konuşuyor ve tartışıyor olmamız ilgimi çekti çünkü…

Tabiri caizse “Batı cephesinde yeni bir şey yok”

***

Çin bambu ağacının nasıl yetiştirildiğini biliyor musunuz?
‘‘Ülkemiz yerel seçimlere ve küresel mali krize kilitlenmişken, bambu ağacı da nerden
çıktı’’ diye düşünebilirsiniz ama sizleri biraz seçim atmosferinden uzaklaştırmak,
birazda düşündürtmek için Çin bambusunun nasıl yetiştirildiğini paylaşmak istiyorum.

***
Ticari getirisi iyi olan Çin bambu ağacının yetiştirilmesi oldukça zahmetli ve sabır
isteyen bir iştir.
Öncelikle, tohumların ekileceği yer hazırlanır. Sürülür, çapalanır, gübrelenir ve
tohumlar ekilir...
Ekimden sonra, tohumlar düzenli olarak sulanır, gübrelenir ve bakımı yapılır.
Bir yıl geçer, ekilen tohumlarda hiçbir hareket yoktur. İki yıl geçer yine hareket yoktur.
Üçüncü yıl, dördüncü yıl, derken beşinci yıl düzenli olarak bakımı yapıldığı halde
bambu tohumlarında hiçbir canlılık belirtisi yoktur...
Beşinci yılın sonlarına doğru bambu tohumları çimlenmeye, topraktan çıkmaya başlar
ve altı hafta da yirmi yedi metreye ulaşır…
Şimdi soru şu: Çin bambu ağacı beş yılda mı, altı haftada mı yirmi yedi metreye
ulaşmıştır?
Kuşkusuz herkesin yanıtı ‘‘Beş yıl altı hafta’’olacaktır…
Peki, bu beş yıllık süreçte ekilen tohumlar, büyük bir sabır ve ısrarla sulanıp
gübrelenmese, bambu ağaçlarının gelişmesinden bahsetmek mümkün müdür?
Siz bir saksıya ya da toprağa tohum ekseniz, gelişmesi için beş yıl aralıksız emek ve
sabır gösterebilir misiniz?
Başka bir soru: Bu beş yıllık süreçte bambu tohumları neden diğer bitkiler gibi birkaç
ayda filizlenip fidan haline gelmemiştir?

***
Çin bambu tohumları ekildikten sonra geçen beş yıl zarfında, toprak altında
derinlemesine ve enlemesine metrelerce kök salmaktadır…
Bu nedenle toprağın dış kısmında çimlenme ve filiz göremeyiz...
Bambu ağacının yirmi yedi metrelik bir gövdeyi taşıyabilmesi için çok güçlü bir kök
sistemine sahip olması gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım.

***
Doğa her zaman yol göstericidir…

                                                                                                            
Bu doğa olayından alacağımız iki tane ders olduğunu düşünüyorum.
Birincisi: Tıpkı yetişebilmesi için emek, çaba ve sabır isteyen bambu ağacı gibi
ayakta kalabilmek için bize verilen unvanları, statüyü, mevkii hak etmemiz gerekir.
Hak etmeden, emek harcamadan başkalarının torpili ile gelinen yerin kıymeti hem
bilinmez, hem de kolay kaybedilir…
Elde edilen statünün hakkını verebilmek için, bambu ağacının köklerinin toprağa iyice
sarılması gibi altyapımızı iyi kurmalıyız. Yani gereken bilgi, deneyim ve donanımı
gerçekleştirmeliyiz ki hafif bir rüzgâr estiğinde yıkılmayalım…
İkincisi: Bıkmadan usanmadan azimle çalışırsak, er ya da geç karşılığını alırız…
Yeter ki istikrarlı olalım…

Yeter ki sabırlı olalım…

Yeter ki farkındalığa sahip olalım.

Aman aklınıza mukayyet olun!

                                                                                                                 
Dünya ve ülke olarak hep birlikte inanılması güç bir süreçten geçerken;
Farkına vardınız mı varmadınız mı bilmiyorum ama “10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü” idi.
Ve Dünya Sağlık Örgütü’(WHO) nün, 1992´den bu yana her yıl o döneme damgasını vuran bir ana tema üzerinde durarak; dikkatleri ruh sağlığı sorunlarına çektiği bu yıl ki teması ise “Depresyon”du.
Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğunu ve günde 3 bin kişinin intihar ettiğini okuyunca;
TL’den atılan sıfırlara hala alışamamış biri olarak, kafamda canlandırmaya çalıştım.
Dünya nüfusuna oranlandığın da, bu sayı gerçekten inanılmaz bir sayıydı çünkü!
Sağlık Bakanlığı’nın sitesinde de, Türkiye Psikiyatri Derneği Başkan’ının açıklamalarında da aynı rakamları görünce; yanlış okumadığımıanladım.
***
Her ülkenin şarkılarında mutlaka, umutsuzluğu anlatan,
kavuşamayan aşıkların ya da çile çeken insanların isyanınıanlatan; depresif, şarkılar vardır.
Mesela; “Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım. Sevdiğimden ayrıldım, çok yalnızım” gibi.
Bu şarkıları dinlemek, insanı mutsuzluğa, depresyona iter mi?
Ya da “Ben bu gece ölmek istedim. Pembe bir mezara girmek istedim” gibi bir şarkı, intihara sürükler mi, bilmiyorum?
Ama sürekli umutsuz şarkıları dinlemek, insanın bilinçaltına kötü mesajlar verir diye düşünüyorum.
Bizim çocukluğumuz“Batsın bu dünya, bitsin bu rüya”,“Sürünüyorum”,
“ batan güneş beni de al” “Susadım çeşmeye, gelmez olaydım”diye kavuşamayan, hep mutsuz sevenleri anlatan arabesk şarkılarla geçmişti ya da trajik hikayelere konu olan türkülerle…
Depresyonun suçunu hemen şarkılara atmadım elbette. Asıl nedenlerden ve en büyüğünün “ekonomik krizler” olduğunu zaten açıklamış bilim adamları…
***
Depresyon toplumda yaygın olarak görülen birçok fiziksel hastalığa da eşlik eden ve onları klinik gidişini de etkileyen bir hastalık. Bireyleri çeşitli düzeylerde etkileyen, yaşam kalitelerini bozan, çalışma verimliliğini azaltan, üretici niteliklerinin ortadan kaldıran bir hastalık ve ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik artışı,güvencesiz çalışma ile artan bir rahatsızlık” diyor uzmanlar…
***
Teknolojinin gelişmesiyle, yaşamın kolaylaştığı küreselleşen dünya da;
işsizliğin artmasıyla, alım gücünün azalması ve her geçen gün depresyona girenlerin ve intihar edenlerin sayısı artıyorsa, ülkeleri yönetenlerin şapkalarını önlerine koyup iyice düşünmeleri lazım.
Eğer işsizliğe ve yoksulluğa çözüm bulmazlarsa, bütün dünya bunalıma girecek.
Aman aklınıza mukayyet olun!

Kentsel dönüşüm mü?

                                                                                                                         
Geçenler de gazetelere göz gezdirirken,
“1999 depreminde ağır hasar gören Gölcük Kavaklı sahilindeki Denizevler, düzenlenen törenle yıkıldı” diye bir haber başlığı ile karşılaştım.
“Asrın felaketi üzerinden 13 yıl geçmiş;
yıllar önce yıkılması gereken hasarlı binalar hala yıkılmamış;
bunca yıl sonra, geç kalmışlığın ezikliği ile gizlice yıkmak yerine,
bir de tören mi düzenliyorlardı yani?
Acaba yanlış mı okudum?” diye başa dönüp haberi tekrar okudum...
Gölcük Kavaklı sahilindeki Denizevler Sitesi`nin iki bloğunun yıkımı;
35 ilde eş zamanlı başlatılan “Kentsel Dönüşüm” kapsamında yıkılacak olan binlerce binadan yalnızca ikisi imiş ve gerçektende diğer illerde olduğu gibi yıkım esnasında tören düzenlenmiş.
***
Sadece deprem bölgesinde yaşayanların değil, ülkemizde ki herkesin bir şekilde etkilendiği büyük afetin üzerinden tam 13 geçti…
Müstakil, 3 katlı ya da 7-8 katlı hasarlı binalarda oturan; binlerce nüfus, binlerce can.
Tam 13 yıldır patlamaya hazır bombanın üzerinde oturmuş, kim buna izin vermiş?
Ya beklenen İstanbul depremi bu arada olsaydı?
Ne diyecektik?
99 Depreminde kendi yaptıkları binalarda yakınlarını kaybeden müteahhitler gibi“ İlahi takdir mi?”
***
Şu anda kentsel dönüşüm kapsamında, ülkemizde ve kentimizde yıkılması planlanan çok sayıda bina olduğu söyleniyor. Yıkılması gereken binaların çoğunun kamu binası olması ise, acı bir gerçek…

Beğenmediğimiz, az gelişmiş bulduğumuz eski doğu bloğu ülkelerinde bile kent planlaması neredeyse yüzyıl önce yapılmışken;
Cennet ülkemizde, herkesin kafasına estiği yere ev yapması,
yönetime talip olan siyasetçilerinde, oy uğruna buna göz yumması;
çarpık ve tuhaf kentlerin oluşmasına neden olmuş, uzun yıllardır…

***
21. yüzyılda küreselleşen dünya, bilgi ötesi toplumu yaşarken;
en ücra köşesine ulaşmak, bir tuşa basmak kadar yakın ve kolayken;
Elbette kentsel dönüşümü yadsımıyorum; asla karşı değilim.
Bu kentte yaşayıp ekmeğini yiyen, kentlilik bilincine ulaşmış hiç kimse de karşı değildir.
Çarpık kentleşmeye, konforsuz yaşama, keşmekeşe, görüntü kirliliğine, kim razı olur ki?
Kentte yaşayan herkes, kentsel dönüşüme sıcak bakar;
Yeter ki kentsel dönüşüm deprem bahanesiyle rantsal dönüşüme dönmesin!