Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Yeni yılınız kutlu olsun…


İşte bir yıl daha geçti; acısıyla, tatlısıyla…

Hayat gailesine dalmış olmanın verdiği telâşe ya da vurdumduymazlık;

Dünyanın dönmesinde, günlerin, saatlerin geçmesinde bir fark yaratmadı.

***

Belki hayalleriniz, hedefleriniz vardı; gerçekleştirdiniz…

Belki de hayal etmenin bile hayal olduğunu düşündüğünüz için, es geçtiniz…

Kiminiz 365 günü dolu dolu yaşadı; kiminiz öldü öldü dirildi…

Kiminiz kahkahalarla güldü; kiminiz hıçkıra hıçkıra ağladı…

Kiminiz aşık oldu, “aşkın ömrü üç yıldır” a inat, aşkı üç ay sonra bitti ya da bitmedi; evlendi.

Kiminiz, sizi hala çok sevdiğini söyleyip, yalvaran yakaran eşin gözyaşlarına bakmayıp boşandı ya da vazgeçti…

Kiminiz çok sevdiği, değer verdiği birini kaybetti ya da belki de kazandı…

Kiminiz belki iflas edip her şeyini kaybetti; kiminiz ev ya da iş yeri satın aldı…

Kiminiz tek oğlunu şehit verdi; kiminiz bebek bekliyor…


***

Her şeye rağmen…

Dünyadaki ve ülkemizde ki bütün felaketlere, olumsuzluklara rağmen,

Dünya hala dönüyor…

Ve bu gece yarısı saat 00:00’ da yeni bir yıla merhaba diyeceğiz.

***


Hepimizin bu dünyaya gelmesinin bir nedeni var.

İyi ya da kötü, basit yada komplike; bir de hikâyesi...

Bazı kişiler bu sebebin farkına varıp, kendi hikâyesinin kahramanı olarak,

kendine biçilen zamanda, biçilen rolü yaşarken, başkalarının hayatına dokunup, farkındalık yaratacağının bilincinde;

bazıları ise “Rabbena, hep bana” peşinde…    

***

Yeni yılda,

yeni güzellikler,

yeni umutlar,

yeni sevgiler,

yeni farkındalıklar sizinle birlikte olsun.

Yeni yılınız kutlu olsun…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 31 Aralık 2011

Kaza geliyorum demez!

Geçen hafta sonu bir trafik kazasına karıştım.

Ömer Türkçakal Bulvarında (Seymen-İzmit arasında, Outlet Center’ın olduğu Bulvar);

Hem de sol şeritte, 50 km hızla giderken…

Yağmur yok, çamur yok, kar yok; önümde ki araç aniden sert bir fren yaptı.

Çünkü onun önünde ki araç zınk diye durmuştu.

İyice sola kırarak, öndeki aracın sol arka çamurluğunu sıyırarak durdu…

Akan bir trafikte, aniden bir aracın fren yapmasını hiç beklemediğimden midir bilmem;

yeterli mesafe olmasına rağmen, frene yeterince sıkı basmadığım için aracım durmadı.

GÜMMM!!!

Ve ben hyatımın ilk trafik kazasına böylece karışmış oldum…


***

Beni tanıyanlar, ne kadar kuralcı olduğumu bilir, hatta bu kuralcılığım için bana kızarlar.

Asla emniyet kemerimi bağlamadan yola çıkmam. Gece saat 2’ de bile kırmızı ışıkta dururum.

Hiçbir trafik kuralını ihlal etmem. Bugüne kadar aldığım hiçbir cezam yok. Vs. vs.

Araba kullanırken son derece dikkatli olduğum için, hiç kaza yapacağım da aklıma gelmiyordu açıkçası.

Dolayısı ile kaza anında neler yapılır, sadece kulaktan dolma bilgiler vardı aklımda.

***

50 km. hızla gidiyordum dedim. Çünkü kaza yapmadan az önce, 100 metre aşağıda kaza olmuştu ve trafik polisi vardı. Bu yol da radar olduğu için, gayri ihtiyari gözüm ibreye kaydı.

Hatta “dümdüz yolda nasıl kaza yapıyorlar” diye de içimden geçirdim.

Nasıl yapıldığını da öğrenmiş oldum…

Polisler hemen geldi. Bir şeyimiz var mı diye sorduktan sonra, araçları sağa çektik.

Ehliyeti, ruhsatı verdik. Trafik sigorta poliçem ruhsatın içinde yok.

Her şey tamam poliçe yok!

Trafik sigortamın olduğunu, internetten sorgulamalarını söyledim.

Tramerden baktılar, sigortamın olduğu gördüler ancak ille de poliçenin aslı lazımmış.

Kaza tutanağına poliçe numarası yazılacakmış…

Pazar günü olduğu için, sigortacı kapalı, oradan öğrenemiyorum.

Sigortayı yaptıran eşim, o esnada şehir dışında ve iş toplantısın da; arayıp tedirgin etmek istemiyorum zaten arasam da telefonu kapalı olacak.


***


İlk defa kaza yapmış olmanın verdiği bir şoktayım. Kimi arayacağımı düşünüyorum, aklıma kimse gelmiyor. Bir iki tanıdığı arıyorum, onlar da poliçe numarasını nerden bulurum konusunda yardımcı olamıyor.

Polis memuru: Poliçeyi bulamıyorsanız, “aracınızı bağlıyorum, beni takip edin” dedi.

Boynumuz kıldan ince, takıldık peşine, doğru otoparka…


Otopark sahibinin uyarısı ile sigorta Şirketinin Genel Merkezini arayıp poliçe numaramı da öğrendim ama nafile. Bütün polis memurları hem fikir:

“Aracın bağlanması gerekiyor.”

Böylece ilk trafik cezamı da yemiş oluyorum…

***

Ertesi gün, bir sürü evrak; bir sürü koşuşturmaca sonucu aracımı kurtarıyorum.


Trafik sigorta poliçesinin varlığını tramerden görmenin yeterli olduğunu, aracın bağlanmasına

gerek olmadığını öğreniyorum (Trafik Şube Müdürlüğü’nden)


Saatlerce poliçe numarasını bulmak için harcadığım çaba ve girdiğim strese yanarken;

Kaza tutanağında, bir de ne göreyim?


Esas kazaya sebep olan, önüne herhangi bir canlı çıkmadığı halde zınk diye duran beyaz arabalı magandanın tutanakta esamesi yok! Nasıl hırslandım bilemezsiniz.


Önüne biri atlasa ya da köpek çıksa, kızmayacağım. Ben olsam, aynısını yaparım, zarar vermemek için frene basarım.

Kaza tutanağına göre, ben gitmişim durduk yerde önümde ki araca çarpmışım. Arkadan çarptığım için de % 100 suçluyum.

Sordum, soruşturdum. “Bu adam ne oldu? “diye. Aracında az hasar olduğu için, “önemli değil, şikayetçi değilim” demiş gitmiş...

Plakası bile alınmamış…

Araba çalıntı mı? Adam alkollü mü?

Ortada trafik lambası yokken, önüne çıkan canlı yokken, birden bire duruyorsa ruhsal olarak normal mi, dikkat bozukluğu mu var? Bilmiyorum.

Bugün benim canımı yaktı, belki yarın başkalarının da canını yakacak ama buhar olup uçtu!



***

Bir söz vardır ya “kaza geliyorum demez” diye; gerçekten öyleymiş.

5 yıldan fazladır, her gün sabah akşam geçtiğim, her çukurunu ezbere bildiğim yolda kaza yaptım. İlk deneyimimin bu kadar basit bir kaza olması yüzünden şanslıyım aslında…

“Her şerde bir hayır vardır” derler ya; bu kazanın bana öğrettiklerini sizlerle paylaşayım.

- Ne olursa olsun kaza anında soğukkanlı olmak lazım.

- Kaza tutanağını kim tutarsa tutsun, incelemek lazım.

Yakınlarınıza ulaşamadığınız acil durumlar da arayacağınız en az 5 kişinin telefonunu önemliler listesinde olması lazım.

- Her ihtimale karşı (!), bütün evrakların araçta olması lazım…


*24 Aralık 2011 Cumartesi Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki




Duygusal şiddet!

Nasıl bir toplum olduk biz böyle, ya da zaten hep böyle miydik?




Herkes öfkeli, herkes hiddetli, en ufak bir durumda patlıyor.



Öfke, şiddet olmazsa olmazımız oldu nerdeyse…



Hele kadını dövmek, öldürmek günlük rutin işlerden biri haline geldi.



Eskiden kadın ölümlerin de daha çok töre, berdel gibi nedenler daha ağırlıklı iken; şimdi, kaşının üstünde gözün var cinayetleri bile olmakta.



Nikâhlı, imam nikâhlı, ya da boşandığı karısını; sokak ortasında döven dövene, öldüren öldürene…



***



Belki bu olaylar, eskiden de bu kadar fazlaydı da haberimiz olmuyordu.



Şahitler varsa belki susuyordu.



Oysa son yıllarda her yere takılan kameralar sayesinde, olayları canlı, canlı izliyoruz.



Örneğin mobesa kameraları sayesinde bir trafik kazasının sebebinin eş dayağı olduğu öğreniyoruz. Kamera görüntülerine göre, karı-koca tartışa tartışa giderken; adam demeye dilimin varmadığı mahlûk karısına öyle bir girişiyor ki, kadın kaçmaya başlıyor ve gelen aracı göremeyip, altında kalıyor.



Koca, eşinin intihar ettiğini söylüyor ama kameralar tüm gerçeği kaydetmiş…



Aynı şekilde İzmir’de tüm ülkeyi ayağa kaldıran, valiye özür dileten; karakolda polis memurlarının elleri kelepçeli kadına sille tokat girişmesi…



Yine kameralar kayıtta…



Kamera kayıtları olmasına rağmen, polislerin ifadelerinde “Kadın kendi kafasını yerlere vurdu” demesine ne demeli?



Peki, evden kaçan karısını dövüp, elini ayağını bağlayıp, arabanın arkasına atıp eve geri götürmeye çalışan kişiye hangi sıfatı vermeli?



***



Şiddet derken, daha çok fiziksel, cinsel şiddeti anlıyoruz, protesto ediyoruz. Belki biraz da ekonomik şiddeti biliyoruz ancak duygusal şiddetin farkında değiliz.



Oysa “duygusal şiddet” te en az fiziksel şiddet kadar, insanın ruhunu tarazlıyor.



Bağırmak, küfür ya da hakaret etmek, küçümsemek, aşağılamak, evin tüm sorumluluğunu kadına yüklemek, özgürlüğünü kısıtlamak vs gibi davranışlar; duygusal şiddete giriyor.



“Hah sanki fiziksel şiddeti hallettikte, sıra duygusal şiddete mi geldi?” dediğinizi duyar gibiyim.



Her gün birçok kadın, çocuk, öğrenci ya da çalışan duygusal şiddete maruz kaldığı halde, bu durumun şiddet olduğunun farkında bile değil.



Şiddetin hangi türü olursa olsun, küçüklükten itibaren maruz kalanlar, bu davranışları normal karşılıyor ve en sevdiği insana bile uyguluyor.



“Kocamdır; döver de, sever de” “Eti senin, kemiği benim, hocânım” “Eee patron o. Tabii verdiği paranın karşılığını isteyecek, bağırması çok normal” “ O senin ağabeyin, elbette onun dediklerini yapmak zorundasın” cümleleri, günlük hayatta duygusal şiddeti nasıl da kanıksadığımızın en basit göstergesi…



***



Yazılarımda hep söylediğim gibi “her insanın alnında görülmez harflerle beni iyi hissettir” yazarmış. Bu yazıyı herkesin görebilmesi, sadece kadına değil, tüm canlılara şiddetin hiçbir şeklini göstermemesi umuduyla…

*Kadının Sesi Gazetesi
*Değişim 41 Gazetesi





Şike…


“Nasılsın, iyi misin? Çoluk, çocuk nasıl?”

Sanırım ülkemiz de, en çok sorulan soruların başında gelir.

Hatta sorulmazsa, garip karşılanan…

Çoluk çocuk mevzularından sonra, konuşulacak konu nedir?

Büyük ihtimalle, siyaset  (ülkeyi nasıl kurtarırız), ya da futbol.

“Hangi takımı tutuyorsun?” ile başlayan ve uzun sohbetlere neden olan soru…

***
  

“Ben futbolu sevmiyorum” dediğim de, beni anlayamayan çok arkadaşım oluyor.

Evet, gerçekten sevmiyorum…

Üstelik rahmetli babam fanatik bir futbol tutkunu hatta yanlış hatırlamıyorsam yaşadığımız kasaba da kulüp yönetiminde bile bulunmuş; Beşiktaş hayranı idi.
Ve tabii ki bu yüzden, doğduğumda Beşiktaşlıydım…

***

Üç yasında ki anılarını anımsayanlar var mıdır? Bilmiyorum ama ben anımsıyorum; elbette çok az bir bölümünü…
Babamın, sabahın köründe, annemden habersiz, pazen pijamalarımın üzerine siyah beyaz pelerinimi giydirip Beşiktaş maçına götürdüğünü, annemin fellik fellik her yerde beni arayıp, bulamayınca çılgına döndüğünü nasıl unutabilirim ki?
O zamanlar Hendek’ten İstanbul’a en az iki- iki buçuk saatte gidiliyordu. O kadar saat için de otobüsün içinde ki sloganlar ve tezahüratlar da hala kulaklarımda desem abartmış olmam…

***

Sonra sanırım 5 yaş civarı…
Yine, siyah beyaz pelerinimle gittiğim maçlardan birinde;  hem maçı seyredip hem de arkama bakmadan geri geri giderken, yüksek bir yerden düştüm.
Kim bilir belki de o düşüşte yaşadığım acının, bilinçaltımda kalmasından dolayı sevmiyorum futbolu…
Ya da belki, teknolojinin bu kadar gelişmediği 70’li- 80’li yıllar da Almanya’da; babamın her Pazar günü radyonun cızırtılı uzun dalga yayınını saatlerce dinlemesi, beni futboldan uzaklaştırdı.
Vs. vs. sevmiyorum işte!
Biliyorum, benim futbolu sevip sevmemem de sizi de hiç ilgilendirmiyor.
Aslında bu düşüncemi paylaşmak aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ancak son zamanlarda yaşanan “futbol da şike” olayları ve Fenerbahçe- Galatasaray maçı sonrası diyaloglar, bu yazıyı yazmama neden oldu.
Hiç beklemediğim insanlar, sosyal paylaşım sitelerinde, hiç duymadığım küfürleri yazdılar.
Sanki ülkenin tüm dertleri, tasaları bitti. 1900’lü yıllardan beri “kim kimi kaç kere yendi”
 “Şike yapanlar; doğru mu yaptı, yanlış mı?  ” Onları konuşuyoruz. Hatta TBMM’ de şike tartışmalarına şiddetin gölgesi düştü!

***

Şimdi yazacaklarım için, özellikle erkekler bana kızacak ama çok uzun yıllar önce takım tutmanın bana göre bir şey olmadığına karar vermiştim.
Dolayısı ile tarafsız olarak yazıyorum.
Tamı tamına 90 dakika sahada (halı sahada değil) topun peşinden koşturmadıkları, bu konu da gerekli eğitimleri almadıkları halde; hem futbolcu, hem hakem, hem yorumcu olan ve tuttuğu takım yenildiğinde olmadık küfür edenlere birkaç sözüm olacak:
Keşke futbolcular da sizin kadar fanatik olsaydı da, damarını kestiğinde kanı takımının renginde aksaydı. Dünyanın en fazla transfer parası verilse bile, “ Benim için para değil, takımım önemli” diyebilselerdi.

***

Eskiden hafta da bir seyredilen futbol maçları ve yorumları, artık her gün bütün yaygın medyada…
Sözüm meclisten dışarı,  fazla fanatiklik,  “cebi ile beyni anda gelişmeyen” topçu ya da popçuların çocuklarımıza örnek olmasına neden oluyor…  
Spor ayrıştırıcı değil, uzlaştırıcı olmalı; içinde hile, şike değil, dürüstlük olmalı!

Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 17 Aralık 2011

Yasalar kimin için?

AKP’nin sağlık politikalarındaki yanlışları yıllardır söylemekten, dilimiz de tüy bitti; yazmaktan, parmaklarız da nasırlar oluştu.


Bir taraftan sağlık emekçileri, bir taraftan meslek örgütlerinin anlatmaktan sesleri kısıldı.

Son olarak ta, “tam gün yasası” anayasa mahkemesinden geri döndü.

Geri döndü dönmesine ama kanun hükmünde kararnamenin birkaç yeri düzenlenerek, geçirildi; yasa yapıcılarımız tarafından…

Burada tuhaf olan Sağlık Bakanlığı’nın değil de Adalet Bakanlığı’nın kanun hükmünde kararnamesinde ki düzenleme olmasıydı.

Neyse biz bunu görmedik, duymadık bilmiyoruz!



***



Eee, sonra ne oldu?



Yasa yapıcılar; her şeye, herkese rağmen, yaptıkları yasayı çiğnediler!



Neydi bu anayasa mahkemesinden dönen “Tam Gün Yasası”?



Sağlık Bakanlığı ve üniversite hastanelerinde çalışan hekimlerin, serbest çalışma hakları ellerinden alınmıştı ya da başka bir deyimle kısıtlanmıştı…





***



Hepinizin bildiği gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde bir ameliyat geçirdi.

Ameliyatı yapan hekim, tam gün yasası nedeniyle emekliye ayrılmak zorunda kalan bir profesördü.

Artık üniversite hastanesin de değil, özel hastane de çalışıyordu.

Ancak Başbakanın ameliyatı, her ne hikmetse bu doktorun çalıştığı özel hastanede değil de,

Üniversite hastanesinde yapıldı. Ya da başka bir açıdan bakarsak, üniversite hastanesin de çalışan doktorlar tarafından yapılmadı da, özel hastane de çalışan doktor tarafından yapıldı.

Biraz karışık bir durum değil mi?

İnsanın aklına bir sürü soru geliyor…

Yapılan ameliyat o hastanede ki diğer cerrahların yapamayacağı kadar çok komplike bir ameliyat mıydı?

Eğer değilse, yasa çiğneme pahasına neden özel hastane de çalışan hekim tercih edildi?

Yoksa başbakan bu hastanede çalışan hekimlere güvenmiyor muydu?

Güvenmiyor sa neden o hastaneydi? Vs.vs



***



Herkes hekim seçme hakkına sahipse, o zaman bütün karşı çıkışlara rağmen, bu yasa neden çıkartıldı?



Başbakanı ameliyat ederek yasayı delen hekim cezalandırılacak mı?

Cezalandırılacaksa eğer; meslek örgütü mü, Sağlık Bakanlığı mı, Adalet Bakanlığı mı cezalandıracak?



Kısaca sormak gerekirse, yasalar kimin için yapılıyor?





***



Şimdi AKP’nin sağlık politikalarında, sıra da ithal hekimler var.

Medyadan öğrendiğimize göre daha şimdiden üç bin yabancı hekim, çalışmak için başvuru yapmış.

Ülkemizde çalışmak isteyen yabancı doktorlardan istenen tek şart, sadece Türkçe bilmeleri…

Hangi üniversiten, hangi eğitimi aldıkları falan pek önemli değil. Türkçe bilsinler yeter!



***



Hani bir söz vardır. “Kendin için istemediğin bir şeyi başkası içinde isteme” diye…

Allah korusun ama tekrar ameliyat olması gerekirse, acaba sayın başbakan ithal hekimlere ameliyat olur mu?

Yoksa yine bize “yasalar kimin için” sorusunu mu sordurur?

*10 Aralık 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Gazetesi

77 yıl sonra…


İki gün sonra, yani 5 Aralık’ta; “Kadının seçme ve seçilme hakkının”  77. yıl dönümünü kutlayacağız.

Bu önemli günü kutlayacağız kutlamasına da; daha birkaç gün önce,  25 Kasım’da;

 “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’”nde;   

“Kadına şiddete hayır” pankartları ile protesto yürüyüşleri yaptık…

77 yıldır gelişen ve değişen dünya da, ne yazık ki kadın konusunda biz, ağırlıklı olarak hala  “şiddet” bölümü ile ilgilenmekteyiz…

Bu protestolara duyarlı erkekler de katılarak ya da yakalarına günün anlam ve önemini belirten eflatun kurdeleler takarak destek verdiler.

Biz kadınlar ise bu duruma , “Yaşasın erkekler de kadına şiddete karşı” diye, çok sevindik…

***

Yapılan bazı araştırmalar ve istatistiklerden;

- Ülkemizdeki, 15 ila 44 yaş arasındaki kadınların şiddet yüzünden ölümlerinin, trafik kazasından ve kanserden daha fazla olduğunu;

- Şiddetten kaçıp sığınma evlerine başvuran kadın sayısının günde 33, ay da yaklaşık bin kişi kadar olduğunu;

-  Ölümle biten şiddetin dışında, yılda on sekiz milyon tacize uğramış kadın olduğunu;

Görüyoruz…

Duygusal tacizlerden hiç bahsetmeyeyim diyorum zira öyle bir toplumda yaşıyoruz ki,  üniversite diplomalı insanlar bile “kaşınırsan sopayı yersin” mantığı ile hareket ediyor…

***
 
Kadına yönelik Şiddete Karşı Mücadele için, “İnsanca yaşamak istiyoruz”  Diye pankart açan kadınlara sorabilseydik eğer;  içlerin de, büyük ihtimalle “ Evet hak edersem, kocam beni dövebilir” diyenlere rastlardık.

Çünkü yine bir istatistik veriye göre, ülkemizde ki kadınların % 71 ‘i hayatının bir bölümünde, eşinde şiddet görüyor ve bu kadınların  % 15’ i de şiddeti hak ettiğini düşünüyor.

*** 

Bırakın eğitimsiz insanların, töre uğruna kendi kanından birini kurşunlamasını ya da ayrıldığı eski eşini sokak ortasında bıçaklamasını;
Üniversite bitirmiş, kerli ferli, aklı başında ya da toplumda saygın kişiler olarak tanıdığımız insanların, eşlerinden ayrıldıktan sonra ki hallerini görünce şok oluyorum!
Bu adam gibi adam sandığımız kişilerin, ayrıldıkları kadınlara yaptığı davranışları, eziyetleri, tacizleri görünce, inanamıyorum!

***

Kadına şiddeti protesto gösterilerinde “ Kadına şiddet erkeklikse, biz erkek değiliz”
Pankartını açan erkeklere teşekkür ediyor ve ben de;  yaşayan herhangi bir canlıya sadece fiziksel şiddet değil, duygusal şiddet bile göstermek insanlıksa, biz insan değiliz diyorum! 
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 3 Aralık 2011