Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Allah kimseyi umarsız hastalık vermesin!

Sağlık Bakanlığı, 2005 yılından beri sağlık reformu yapıyor ya;
Herkes mutlu, herkes çok mesut…
Bakanlığın bu reformundan sonra, ülkemizde ki tüm hastaneler, doktorlar ve hastalar, derin bir nefes aldı…
Herkes, kuyruk beklemeden, istediği hastane de, istediği doktora muayene oluyor, istediği eczaneden ilacını alıyor…
Her ailenin özel bir doktoru var.
Yani ortalık güllük gülistanlık!
Öyle değil mi?
***
Şaka bir yana, ülkemizde ki verilere bakınca, her aile hekimine düşen hasta sayısı, yaklaşık 3-4 bin civarında.
Doktor- hasta sayısı ve her hastaya düşen muayene zamanının 1- 1,5 dakika olduğunu görünce, insanın hasta olmayası geliyor!
Işık hızı ile yapılan muayeneden sonra, reçetelerini alıp, eczaneye gidiyor hastalar,
Bu kadar kısa zamanda konulan teşhis için doktorlarına,  kah minnet duyarak, kah inanmayarak!
***
Ancak doktorların, reçetelerine,  piyasa da bulunmayan ve sayıları her geçen gün değişen yaklaşık 500 ilacı yazmamaları gerekiyor.
Gerçi Sağlık Bakanlığı, bu ilaçları, yurtdışından özel şirketler tarafından getirilmesi için ihale yapmaya karar vermiş(!)
Bakanlığın bu açıklamasından sonra, 10 Eczacı Odası da, ortak basın açıklaması yapmış.
***
Basın toplantısında ortak açıklamayı okuyan Mersin Eczacı Odası Başkanı Ecz. Hüseyin Şimşek:
“ Sağlık Bakanlığı bir taraftan bulunmayan ilaç yok derken, bir taraftan da bulunmayan ilaçları yurtdışından getiren firmaların önünü açacaklarını açıklaması çelişki oluşturuyor. Sayısı her geçen gün değişen yaklaşık 500 ilaç, piyasa da bulunmamaktadır. Özellikle kanser, kalp ilaçları ve aşılar gibi yaşamsal öneme sahip ilaçlara hastaların ulaşamaması ilaçların karaborsa ve sahte ürünlerin üretilmesine neden olmuştur. Sorunun doğru çözümü, bulunamayan ilaçların ülkemizde üretimini teşvik etmek ve doğru fiyat politikası uygulamaktır. Bunun yerine yanlış politikalarda ısrar edilmeye devam edilirse eğer, bulunmayan ilaçlar vatandaşa çile çektirmekle kalmayacak, sağlıksız bir şekilde ulaşacaktır” demiş.
***
Ben bütün hekimler gibi, gereksiz ilaç kullanımına karşı olan bir hekimim.
Leblebi gibi ilaç kullananlara, kendine iyi gelen bir ilacı, komşusuna tavsiye edenlere ve tavsiye edilen ilaçları kullananlara, çok kızarım.
Ama yanı zamanda gerekli olduğunda, piyasa da bulunmayan ilaçlar için ilgili önlem almayan ilgili kurumlara da!
Ne diyeyim?

Allah kimseye umarsız hastalık vermesin!

Güler misin, ağlar mısın?



Geçtiğimiz hafta, yerel gündemi hatta ulusal gündemi meşgul eden önemli konulardan biri de, İzmit’e gelen tramvaydı.
 Anıtpark’ta, uzaydan inmiş lunapark trenine benzeyen tramvayı gördüğünde, “İzmit’e tramvay gelmiş” müjdesini veren bir tanıdığımın sözüne, ilk önce pek anlam veremedim.
Zira İzmit’te, halihazırda tramvay için döşenmiş ray sistemi yoktu.
 “Sanırım yanlış anlatıyor ya da ben yanlış anlıyorum. Herhalde yapımı süren hızlı trenle ilgili bir şeyden bahsediyor” diye düşündüm.
Ertesi gün Anıtpark’ın oradan geçerken, gördüm.
Gerçekten İzmit’e tramvay gelmişti!
Basbayağı bir tramvayı getirmiş, Anıtpark’a kondurmuşlardı.
Tramvayın başında ise, iki görevli…
Yanından geçenler, sağını solunu inceliyor, eğilip altına bakıyor, görevlilerden izin alıp içine giriyordu. Tramvayın altından, elektrik direğine uzanan elektrik kablosu ise cabası…
Gülmekten öldüm.
***
Sonra öğrendik ki, AKP’li Büyükşehir Belediyesi,  önümüzdeki seçimleri kazanırsa eğer, İzmit’e gelme olasılığı olan tramvayın rengini ve ismini halka sormak istiyormuş.
Bu yüzden, sanki uzaydan düşmüş lunapark treni gibi görünen tramvayı getirmiş, parkın ortasına kondurmuş!
Şaka gibi…
Ya kardeşim, sen tramvayı getir de; ismi ne olursa olsun, rengi ne olursa olsun. 
Kim itiraz eder ki?
Vatandaş, “Yok, ben ismini beğenmedim, bu tramvaya binmem”
Ya da “Bu renk benim uğursuz rengim, binersem işlerim ters gider” diyecek sanki!

***
Daha da komiği; kenti ve ülkeyi yöneten zat-ı muhteremler, tramvaya binip, halkı selamlamış, bu komik durumu ölümsüzleştirmeleri için basın mensuplarını çağırmış…
Şimdi tüm ülkenin, bizim raysız tramvayımıza güldüğünü, dalga geçtiğini biliyorum da, İnşallah dünya basını fark etmemiştir.
Zira en fakir ülkelerde bile yüzyıllardır, sadece tramvay değil, aynı zamanda metro hattı, en ücra kasabalara kadar gidiyor.
Hesapta biz ödüllü Avrupa kentiyiz ama değil metro, tramvayımız bile yok.
Tek raylı sistem olan tren hattımız da, uzun zamandır hızlı tren davasına, çalışmıyor.
***
2009 yerel seçimlerinde, AKP Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin ulaşım planında monoray, Sekaray, metro, teleferik vs. gibi toplu taşıma araç projeleri vardı.
Hatta bu projeler için bir sürü paralar dökülüp, broşürler ve kalın kitapçıklar bastırılmıştı.
 Ancak 5 yıldır, bu konuyla ilgili hiç bir çalışma yapılmadı ve projeler, sadece seçim vaadi olarak kaldı.
Seçimler yaklaştı ve vaat edilen projeler gerçekleştirilemedi ya;
“Geçen seçimlerde verdiğimiz sözleri ve vaatleri gerçekleştirmedik. Eee, ne yapalım, o zaman? İnsanları etkileyip, oylarını alabilecek zihni sinir projeleri üretelim”  diye düşünmüşler sanırım.
Ancak teknolojinin inanılmaz bir hızla geliştiğini, hızına yetişmenin mümkün olmadığını, kentte yaşayan kayda değer sayıda insanın, bunun farkında olduğunu unutmuşlar ve kentin göbeğine “kablolu tramvayı” getirip, oturtmuşlar…
Güler misin, ağlar mısın? 



Timsah gözyaşları…

Geçtiğimiz günlerde, çocuk yaşta evlendirilen ve yine çocuk yaşta ölen,  “Kader gelin” için gözyaşı döktük, ülkece!
Basına yansıdığı, gazetelerde yazdığı ve televizyon kanallarında gösterildiği için, haberimiz oldu...
Kim bilir, daha ne dramlar yaşanıyor, bilmediğimiz?
***
Teknoloji gelişti, umarsız birçok hastalığın tedavisi, çaresi bulundu, insan ömrü uzadı hesapta.
Ancak kötü besleniyor, yeterince hareket etmiyor ve kirli hava soluyoruz (özellikle büyükşehirlerde).
İçtiğimiz su, su değil…
Yediğimiz besinler, besin değil; posa!
Ekonomik ve iş koşullarının verdiği stresi de ilave edersek eğer, kötü hastalıklara davetiye çıkıyor, yaşamlar kısalıyor.
İstediğin kadar yaşam tarzına dikkat et,  istediğin kadar hijyenik yaşamaya çalış, bir takım genetik hastalıklar yakana yapışabiliyor ya da hiç yoktan bir trafik kazası ile yaşam sona erebiliyor.
Hatta yolda yürürken, kafana bir tuğla düşebiliyor ya da karşına çıkan bir çukurda boğulabiliyorsun.
***
Bu ölümler beklenmeyen, olmaması gereken ama en önemlisi de önlenebilir ölümler…
İnsan duyunca üzülüyor.
Ancak evcilik oynama yaşındaki, oyuncak bebekle oynaması gereken yaştaki kız çocukların ya berdel ya da başlık parası için baş göz edilmesi, doğurduğu bebekle baş edemeyip, intihar etmesi ya da öldürülmesi, üzüntüden öte isyan ettiriyor, kahrediyor insanı!
***
Bu bizim suçumuz, hepimizin suçu. İnsanlık suçu…
Bu olaylar sadece doğu da oluyor sanıyoruz, oradaki halk eğitimsiz, o nedenle oluyor diyoruz!
Peki bizim kentimiz de dahil olmak üzere batıda da, küçücük çocuklar evlendirmiyor mu?
Hatta 12-13 yaşındaki kızlara; okumuş yazmış, kerli ferli,  evli barklı, yaşını başını almış birçok kategoride ki insan, aylarca, yıllarca tecavüz edip sonra da “ Aaa biz yaşını bilmiyorduk, çok gelişmiş gösteriyordu. Biz onu  + 18 sanıyorduk” demiyor mu?
***
İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, son üç yılda, 18 yaşını doldurmadan evlendirilen çocuk sayısı 130 bini geçmiş.
Üniversiteler bu konuda araştırma yapıyormuş, sosyal medyada pedofiliye savaş açılmış, yasal yaptırımlar varmışmış, uygulanacakmışmış.
Hepsi hikaye…
***
Ülkemizde, kız çocuklarına ve kadınlara bakış açısını değiştiremedikten sonra;
eşya değil, birey olduğunu algılatamadıktan, öğretemedikten sonra;
 istediğin kadar yasal yaptırım koy.
Çocuk yaşta evlendirilmenin yanlış olduğunu kavrayacak eğitimi vermeden,
 küçük yaştaki çocuklara cinsel istismar edenleri, rehabilite edecek merkezleri kurmadan, ağlarsak;    
timsah gözyaşları olur.
Ve daha çook ağlarız…
    


2014

70’ li yıllarda çocuk olanlar anımsarlar;
Tek kanallı siyah beyaz televizyonlardan izlediğimiz, 
Her hafta en heyecanlı yerinde biten,
Yeni bölümünü izlemek için, bir sonraki haftayı iple çektiğimiz dizi filmleri...
***
Mesela “Uzay 1999” diye bir dizi vardı.  
Aydaki nükleer patlama sonucu,  Ay üssü Alfa’nın yörüngeden çıkıp, uzayda kaybolmasını konu alan;
Kaptan König, Dr. Helena ve Mr. Spock vb. gibi kahramanların yeni maceralarını izleyebilmek için, sabırsızlıkla beklerdik.
***
O yıllarda, belki dizinin etkisi, belki de çocukluk aklımla (şimdiki çocuklar bu düşünceme gülebilirler ama o zamanlar teknoloji, şimdi ki kadar gelişmemişti)
1999’ un çok uzak bir zaman olduğunu, dünyanın sonu gelse bile bizim de zaten yeterince yaşlanmış olacağımızı düşünür,  kaygılanmamaya çalışırdım.
***
Yine o yıllarda Dr. Kimble ile kaçar, tek kollu adamın yakalanacağı gün, dizinin sonu olacağını bilsek bile Dr. Kimble’ın masumiyetini kanıtlayacağı günü içten içe beklerdik.
Tatlı cadı Sementha, burnunu oynatınca sanki bizim dileklerimiz yerine gelirdi.
Buruşuk pardösülü Komiser Colombo’nun, tipine bakıp,  en umutsuz sanılan cinayetleri çözümlemesine şaşar kalırdık.
***
O dönemlerde herkesin televizyonu yoktu şimdiki gibi…
Televizyonu olmayanlar, her hafta televizyonu olan komşularına gitmek için bir bahane uydurur, bahane yoksa olması için dua ederdi.
Şaka bir yana, teknoloji öyle gelişti ki, o dönemde mahalleye düşen siyah beyaz televizyon sayısı parmakla gösterilecek kadar azken, şimdi büyükşehirleri bırakın ;  köylerde bile her evde birden fazla televizyon var artık. Üstelik renkli ve yüzlerce kanallı…
Tüplüler çoktan tedavülden kalktı da, bir üst model plazmaya hatta LCD olanına geçeli epey zaman oldu. Hatta meraklıları artık üç boyutlu filmleri evden izleyebiliyorlar.
***  
Günler, yıllar ne kadarda hızla gelip geçiyormuş.
Çocukken,  “1999” yılı çok uzak gelirken, “2013” geldi ve geçti bile...
O günden bu yana teknoloji kat be kat gelişti.
Çocukken merakla beklediğimiz dizilerin yerini bambaşka diziler aldı.
***
Ancak teknoloji geliştikçe arkadaşlıklara ve komşuluklara ne oldu anlayamadım.
 İnsanlık nereye gitti?
Bizi yönetenler, ne yapıyor?
Dünyanın sonu gelecek diye korkarken, insanlığın sonu mu geldi yoksa?
***
2014;
İnsanların, insan olma bilincini yakalayabilmesi umuduyla, kutlu olsun.