Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Kanıksamış, kanıksamışız, kanıksamışlar!

Ülkemizin en önemli sosyal yaralarından biridir “çocuk gelinler”
Hemen her gün, basında bu konuyla ilgili bir haber görürüz:
 “70’lik adam, 13 yaşındaki kızla evlendi “
“11 yaşındaki çocuğun karın ağrısı, hastaneye gidince anlaşıldı!”
“Kilo aldığı zannedilen 15 yaşındaki kızın, 9 aylık hamile olduğu anlaşıldı”
“Çocuk gelin, intihar etti!”
“İşkenceye uğrayan çocuk gelin, tedavi altında!”
“Namus için öldürülen yeni gelin Ç.G’ ye, amcasının tecavüz ettiği anlaşıldı”
“16 yaşındaki Ç.G karnındaki bebekle öldü. Eşi, yaşının küçük olduğunu, bilmediğini söyledi” vs.
Yani bu evliliklerin varlığını, bir dram yaşandıysa öğrenebiliyoruz ancak ne yazık ki!

***
Hepimiz, kızıyoruz…
Kahrediyoruz, lanetler okuyoruz…
Kendi kızımızı, yeğenimizi, kuzenimizi düşünüyoruz…
“Olur, mu hiç?” diyoruz.
Ama yine oluyor!
Hatta imam nikahı ile evlenen çocuk gelinlerden bazıları, bir şekilde şikayet edilip, eşleri ceza evine girdiğinde,
“Devlet beni koruyacağına, mağdur etti” diyebiliyor.
Yani bu durumu; kanıksamış, kanıksamışız, kanıksamışlar!

***
İstatistiklere baktığımızda, ülkemizde 181 bin “çocuk gelin” olduğunu söylüyor.
Ve de her üç kadından birinin (bazı illerde iki kadından biri)  para için, töre için ya da berdel için evlendirildiğini…
***
Çocuk gelinler konusunun meclise taşınması, soru önergeleri hazırlanması,
Sivil Toplum Kuruluşlarının imza kampanyaları düzenlemesi,
Belgeseller hazırlanması, bilmem ne kadar paneller düzenlenmesi,
Çocuk gelinlerin, sona ermesi için yeterli mi?
Elbette değil…

***
Geçen yıl,  Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı “çocuk yaşta evliliklerin sebeplerinin geri kalmışlık (bizim ülkemizde çocuk yaşta evlenenler sadece kızlar değil çünkü),  feodal yapı ve eğitimsizlik olduğunu söylemişti.
Doğru söylemişti ama bu söylem neyi değiştirdi ya da değiştirebilir ki?
Dünyanın bilgi ötesi toplumu yaşadığı günümüzde, kız çocuklarını evlendirmek  yerine hala  “satmak” kelimesini kullanıldığı bir ülkede…
Milli Eğitimin her yıl değiştirdiği, tabiri caizse yap-boza çevirdiği ve geçen yıl çok tartışılanzorunlu eğitimi kademeli olarak (4+4+4) 12 yıla çıkaran yasa teklifini eleştirenlere,
 “Hangi hüküm çocuklarımızı erken yaşta evlenmeye yönlendirecek?”  dediği halde;
 kız çocuklarının ortaokul ve lise çağlarında evlenmesinin önünü açan yönetmeliğinin 
değiştirilmesi, kız çocuğuna bakış açısını gösteriyor.

***
Bu yıl ki eğitim öğretim yılı, geçen hafta başladı…
Ne diyeyim, tüm öğrencilere, öğretmenlere ve velilere hayırlı olsun!

Müslüman Olimpiyatları!

Antik olimpiyat oyunlarının ilk nerede ve ne zaman yapıldığı ile ilgili birçok mit ve söylence var. Arjantin’de düzenlenen 2020, olimpiyat seçmelerini kaybettikten sonra, son bir haftadır bütün detaylarını öğrendik.
Benim kuşağımın, lise eğitimi üzerinden, 30 yıldan fazla zaman geçti. Bizler, 80’li yıllarda,  liseyi “klasik ve modern” diye okumuştuk.
O yıllar da, bizim lisede (Erenköy Kız Lisesi) modern eğitim, İzmit Lisesinde ise klasik eğitim vardı.
Neredeyse her yıl, sistem değiştiği için şimdi ki eğitimin detaylarını tam olarak bilmiyorum ama biz modern liseliler olarak;  dersleri 3 yıla bölünmüş şekilde değil de,  1 yılda okuduk.
“Lise eğitiminin şeklinden mi, tarih dersine olan ilgimin azlığından mıdır?” bilmem ama ne kadar dikkat etmeye çalışsam da, uğraşsam da tarih konusunda zayıf olduğumu düşünüyordum.
Ancak geçen yıl Haziran ayında, 2020 olimpiyatlarına ev sahipliği yapmak için hazırlanan ülkemizin spor bakanının,  “Antalya’daki Olimpos Dağı, Olimpiyatlar’a adını veren dağ. Olimpiyat meşalesini doğduğu topraklara, Anadolu’ya götürmek gerek” dediğin de “Yok artık! Bakanımızın,coğrafya ve tarih öğretmenleri kimdi acaba?”demiştim. 
***
Hasbelkader, spor bakanımızın bu açıklamayı yaptığı dönemde, yolum olimpiyat meşalesinin ilk yakıldığı köye yani Yunanistan’ın Mora Yarımadasında ki Olimpia  
köyüne düşmüştü ve Yunanlıların “ Türkler ne içiyorsa, aynında biz de içelim iyi kafa yapıyor” sözlerinden ve bu gaftan çok utanmıştım.
Şimdi aynı bakan, 2020 olimpiyatlarının Tokyo’ya verilmesi üzerine sosyal medya üzerinden kına polemiği yapıyor!
Nasıl bir eğitim aldıysa artık…

***
5 defa aday olduğumuz olimpiyatları neden kazanamadığımız konusunda, zihniyet  hemen bir  neden  buldu: Tabii ki Müslüman ülke olduğumuz için, kazanamadık!
Yoksa bütün tesislerimiz tam ve mükemmeldi(!)
Şehrin alt yapısını, trafiğini 100 yıl önce çözmüştük(!)
Ülkemizde hiç bir kargaşa yok. Yeşili korumak, ağaç kestirmek isteyemeyenlere toma ile su sıkılmadı. “Biber gazı, ne ola ki?” hiç duymadık(!)
 Barıştan yana bir ülkeyiz. Komşularımızla kardeş kardeş geçiniriz(!)
5 defa olimpiyat için aday olmuşuz ama doping kontrol merkezini 2 yıl önce kurmuşmuşuz. Ne var bunda, kurmuşuz ya işte!
Kadına ayrı, erkeğe ayrı plaj, yüzme havuzu hatta sosyal medyada dolaşıp özellikle rağbet gören pembe otobüsler önerilmişmiş…
Hepsi bahane işte, sırf müslümanız diye bizi elediler(!)
Bu arada meclis başkanvekilimiz güzel bir öneri getirmiş, “Türk ve Müslüman ülkeler olimpiyatları düzenleyelim” demiş. Bu önerisini çok beğendim(!)
Madem müslümanız diye 20 yıldır olimpiyatları bize vermiyorlar, ne yapalım biz de kendi olimpiyatlarımızı kendimiz yaparız,  değil mi ama?

Gökkuşağı

Geçtiğimiz günlerde,  İstanbul’da bir vatandaş, eline fırçayı alıp, Fındıklı’dan Cihangir’e çıkan merdivenleri boyayıverdi. 
İyi de yaptı, çok şirin oldu.
Düşüncesine, eline, koluna sağlık…
Çok fazla yolum düşmese de,  birkaç kez tırmandığım o sevimsiz, gıpgri merdivenlerin, rengarenk halini görünce çok hoşuma gitti;
 Tabiri caizse; gözüm, gönlüm açıldı…
Sonra, sosyal medya sayesinde, bu sevimli, rengarenk merdivenlerin, bir gece de tekrar gri renge boyandığını öğrendik!
Çok büyük ihtimalle, merdivenlerin gökkuşağı renginde boyandığını gören zihniyetin aklına ilk gelen;
“Tüh ya!  Yurt dışına o kadar araştırma, inceleme gezileri düzenledik.
O kadar araştırdık, inceledik(!)
Neden biz öyle boyanan merdivenleri görmedik? O sırada nerelere bakıyorduk acaba?
 Neden bizim aklımıza, maliyeti çok düşük,  böyle bir çalışma yapmak gelmedi?” diye düşünmek yerine;
“Bu kesin LGBT (Lezbiyen, gey, biseksüel, transgender ve travesti) lerin işidir çünkü merdivenlerin boyanma şekli, LGBT’’nin sembolü olan gökkuşağı renklerinde!
Hemen eski haline döndürmek lazım. Elalem ne der sonra?” olmuştur.
Zihniyet işte!
***
Hâlbuki Cihangir merdivenlerini boyayan,  64 yaşındaki orman mühendisi Hüseyin Çetinel;
İlhamını, belediyenin karşıladığı  “inceleme, araştırma”  gezilerinden değil de,
Güneş ışınlarının denize bıraktığı izlerden almış ve projesini,  yaşadığı mahalleyi güzelleştirmek için gerçekleştirmiş.
“Her şey bir hayalle başlar” demişler ya,
Hüseyin Bey de, hayalini gerçekleştirmek için tam bir hafta boyunca,  merdivenleri temizlemekle uğraşmış.
Sonra boyamış anlamsız gri basamakları, içinden geldiğince…
Gökkuşağı renginde boyadığı merdivenler, bir gece de tekrar griye döndürüldüğünde,
Sosyal medya başta olmak üzere çok tepki çekmiş…
Şimdi bizim ilimizde dahil, İstanbul’dan Edirne’ye, İzmir’den Diyarbakır’a birçok kentimizde gökkuşağı eylemleri yaşanıyor.
***
Her gün işe gidip gelirken, Belsa Plaza’nın önünde ki o güzelim parkeleri söküp, yerine sevimsiz gri, granitimsi, üstelikte 5 trilyona yakın para harcanan taşları gördükçe,
“Bizim kentimizde de Hüseyin Bey gibi düşünen birileri çıkar da,
Bu sevimsiz ve kente pahalıya patlayan taşları, gök kuşağı renklerinde boyarlar mı acaba?” diye düşünmeden geçemiyorum.

***
Bu yazıyı yazdıktan sonra, Kavala'da karşılaştığımız manzara... Sağdaki merdivenlere zihniyet müdahale etmiş ama ben doğru olanı yani solda ki merdiveni seçtim:) 

Zafer Yürüyüşü

Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ), 9 yıldır, Büyük Taarruz’un yıldönümü etkinlikleri kapsamında,  “zafer yürüyüşü”  düzenliyor.
Eşimle birlikte, her yıl bu etkinliğe katılmak istiyor ama hep bir engel ya da mazeretimiz çıkıyordu.
Bu yıl, her ne olursa olsun, iki elimiz kanda bile olsa, kesinlikle bu etkinliğe katılma kararı aldık.
Bu kararı almamızın en önemli nedenlerinden biri de, son yıllarda 30 Ağustos yaklaştıkça, hastalıkların artması (!) idi.
“Mazeret yok” dedik ve yola koyulduk.
***
91 yıl önce, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları Akşehir’den Şuhut’a gelmiş, Büyük Taarruz için hazırlıklar yapmışlar ve 25 Ağustos’u, 26 Ağustos’a bağlayan gecede, taarruz emriyle, 14 kilometrelik yolu yürümüşlerdi.
Aynı yolu yürümek için, coşkulu binlerce kişi Şuhut’tan-Kocatepe’ye yola çıktık…
***
Herkes hazırlıklı gelmişti; kalın giysiler, şapkalar, şallar, battaniyeler, yürüyüşe uygun ayakkabılar, sırt çantalarında kumanyalar…
Karanlıkta yolu görebilmek; için ellerde fenerler, kafalarda madenci tepe lambaları, evlerin ve araçların ışıkları, yer yer kurulan jeneratörler vardı.
Zifiri bir karanlık ama korkmuyorsun, güvendesin çünkü.
Yoruldum, üşüdüm, kulağım zonkladı, başım ağrıdı, tansiyonum çıktı dediğin de; 30 saniye de yanına gelecek ambulans ve ekip araçları çevrende.
Mümkün değil ya en kötü ihtimalle kayboldun, cep telefonun cebinde...
***
Yaklaşık üç saat süren yolun sonunda, Kocatepe’deydik; epeyce yorgun...


Burada, Kurtuluş Savaşı’ndaki askerleri temsili olarak canlandıran kıyafetleri giymiş Afyonkarahisar Garnizon Komutanlığı’na bağlı birlikler tarafından, ikram edilen, Kurtuluş Savaşı menüsü olan çorba, hoşaf, su ve ekmek için kuyruğa girdik.
Yorgunluğumuzu gidermek ve ikram edilen çorbayı içmek için, oturduğumuz bir taşın üzerinde;   
91 yıl öncesini düşündüm.
***
Kapkaranlık, göz gözü görmüyor.
Ağustos ayı olmasına rağmen, buz gibi hava, dondurucu bir rüzgar esiyor…
Ayağında paralanmış postal, üzerinde incecik mintan, sırtında ağır tüfek, dişinin kovuğunu doldurmayacak kadar bir azık.
Gencecik ve ölüme gidiyor…
Gözlerim doldu, utandım.
Türk milletinin, özgür ve bağımsız yaşama kararını emperyalist güçlere duyurabilmek için, canını kanını seve seve vermiş kahraman askerlerimizin hakkını, sadece her türlü konforu ve önlemi alarak yaptığımız yürüyüşle ödememiz mümkün müydü?
Özellikle bu günlerde, Cumhuriyetin bize kazandırdığı değerlere, her zamankinden daha fazla sarılmak ve sahip çıkmak, çocuklarımıza kıymetini anlatmak, boynumuzun borcudur.
Bu duygu ve düşünceler ile “30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun” diyor,
Büyük zaferin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere tüm şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum. Ruhları şad olsun.

İşimiz gücümüz yok!

Geçtiğimiz gün, kentimizin Yarımca Sahilinde yapımı devam eden, Dubai Port Limanı’nın yöneticiler, bir toplantı düzenledi.
Bu toplantı, basına, “halkın katılım toplantısı” ya da diğer adıyla “çevresel etki değerlendirmesi (ÇED”) olarak yansıdı.
Ancak komik olan bir durum vardı…
Herkese açık olması gereken, bizim ÇED sandığımız, onların  “halkı bilgilendirme toplantısı” tabir ettiği toplantı,  50 kişi ile sınırlandırılmıştı.
Özrü kabahatinden büyük olan, sebep “ Toplantının yapıldığı yerin darlığı” idi…
***
Elbette bu durum,  akla bir sürü soru getirdi.
Dünya çapında ünlü, koskoca bir şirketin, toplantıyı büyük bir salonda yapacak,  parası mı yoktu?
Nüfusu 100 bini geçen Körfez halkını, sadece 50 kişi ile sınırlandırarak davet etmek bir nevi Körfez’de yaşayanlara hakaret etmek değil miydi?
Ya da  “Nasıl olsa, toplantıya fazla kimse gelmez.  Boşuna büyük bir yer tutup, fazla para ödemeyelim”  önyargısı mı idi?
Ya da, ya da ne bileyim;  bu toplantı, yapılması zorunlu olduğu için yapılan göstermelik bir toplantı mıydı?
***
Toplantıya, Dubai’den şirketin  Ceo’su bile gelmişti.
 Dubai’li Ceo ile birlikte Türk yöneticileri, önce ne kadar büyük bir şirket olduklarını anlattılar bize…
Dünya genelinde,  65 liman, 30 bin çalışanlarının olduğunu;
Dubai Port dahil devam eden 15 yatırımlarının olduğunu;
Sosyal sorumluluk projelerini;
Çalışanlarının eğitimine ve gelişimine sürekli yatırım yaptıklarını;
 2015 Haziran hedeflerini,
TEU kapasitelerini, (Dinleyen kişilerden anlayan var mıydı bilmem, ben anlamadım da);
2023 dış ticaret hedefi doğrultusunda, Türkiye limanlarına gelmesi beklenen büyük koyterner gemilerine hizmet verebilecek mükemmel alt ve üst yapı;
Şirketin operasyonlarda ki uzmanlığının, gemi hatlarına, ithalat ve ihracatçılara sağlayacağı karlılık vs…
Sanki biz yani toplantı odasında ki sınırlı sayıdaki kişiler,  şirketi satın almak için gelen, büyük iş adamları idik!
Pardon,  haklarını yemeyeyim.
Körfez halkını ikna etmek için de; düşündükleri bir- iki konu vardı:
Birincisi, 650 daimi,  800 dolaylı istihdam edilecek işçi;
İkincisi ve toplantıda ki herkesin ayıpladığı, Ramazan ayında dağıttıkları erzakların gösterildiği fotoğraflar ve bu yardımların, devam edecek olmasını söylemeleri…
***
Değil Körfez’de kentimizin sınırlarında bile ikamet etmeyen bu yöneticiler,
Yapmayı planladıkları koyterner terminal projesinin Körfez, Kocaeli ve ülke ekonomisine getireceği katkıları öyle bir anlattılar ki;
Körfezde ki hatta Kocaeli’nde ki tüm işsizler, işsizlikten kurtuluyor!
İnsanlara ve çevreye “sıfır zarar” politikasına sıkı sıkıya bağlı oldukları için;
Ne gürültü, ne patırtı, ne toz, ne duman, ne kirlilik, ne trafik…
Hepsini biz uyduruyoruz!
Bir zamanlar kentin sayfiyelerinden, tarım alanlarından biri olan Körfez ilçesi;
Kesinlikle Dilovası olma yolunda ilerlemiyor. O bizim hüsnü kuruntumuz…
Zaten bizim işimiz, gücümüz de yok. Gidip gidip tüm kenti ve ülkeyi abad edecek büyük şirketlerin toplantılarını, yatırımlarını sabote ediyoruz!

Neden?

Her yıl olduğu gibi bu yılda, bayram tatilinde,  birçok ailenin evinde bayram sevinci yerine yas yaşandı, ne yazık ki.
4 günlük tatil süresince;  onlarca kişi boğuldu, onlarca kişi trafik kazasında öldü ya da yaralandı.
Ateşli silahlarla yaralanma ve ölü sayısı geçmiş yıllara göre sanki biraz daha azaldı diye düşünürken,
 Bir doktor arkadaşımın bayramın ilk günü sosyal medyada paylaştığı ve benimde hem fikir olduğum mesajını, sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bahçecik' e düşman saldırısı falan mı var benim atladığım?
Zira namazdan çıkan beylik tabancasına davranmış, sıkıyor. 
Allah ne verirse hatta arada makineli olduğundan şüphelendiğim atışlar bile var.
Kimisi de nameli sıkıyor; ta ta ta taaa ta…
 Aferin, alkış!
Hepiniz erkeksiniz,  hem de erkeğin dibisiniz…
Komşunun köpeği, kulübesine kaçtı.
Ben ve benim gibi anneler de "Evladım kapıya çıkma!”
“Aman kafanı uzatma!”
“Evladım içer gir" diye, stresle çocuklarımızın peşine düştük.
Eylem amacına ulaştı. Anlayacağınız, dört dörtlük bayram kutlaması...
Umarım bu kutlama bayram dehşetine dönmez!” diyordu.
Ve bu mesaja yapılan yorumlardan en çok ilgimi çekenlerden biri:
-Haklısın abla. Namazdan çıktım arabaya bindim, bomba patladı sandım.
Üstümde bir ışıltı... Yuh artık, hoca vaaz veriyor, millet bildiğini okuyor.
Bir diğer yorum ise;
-Ben silah sıkanlarda,  "iktidar" sorunu olduğunu düşünüyorum.
Fallik dönem takıntılı, alt beyinler…
***
Dünyanın bilgi ötesi çağı yaşadığı bir dönemde mütemadiyen;
“Eğitimsiz bir toplum” olduğumuz ile ilgili örnekler vermek;
Beni üzüyor, aşağı çekiyor ve çok kızıyorum.
Çünkü aynı kişiler, başka ülkeler de aynı tavrı göstermiyor, gösteremiyor hatta tabiri caizse, dayılanamıyor…
Dünyanın herhangi bir kentinde bayram namazından çıkıp,  
Doktor arkadaşımın tabiriyle  “ta ta ta taaa ta” diye nameli silah sıkmıyor, sıkamıyor?
Değişen ne peki?
Aynı adam, aynı zihniyet, aynı silah, aynı kutlama…
Fakat fallik dönem takıntılı, alt beyinler farklı davranıyor.
Neden?
Aynı zihniyet,  yurt dışında; bayram sabahı, silahını çıkarıp, neden ateşlemiyor?
Trafikte kafasına göre sürat yapamıyor?
Gördüğü her su birikintisine, serinlemek için giremiyor?
Sizce neden? 

İyi Bayramlar

Bayramlar; dargınlıkların, kırgınlıkların unutulduğu;
İnsanların birbirini affettiği, kardeşçe, dostça kucaklaştıkları günlerdir.
Özlem ve heyecanla beklenir…  
Üzüntüler bir tarafa bırakılır, insanın içini kıpır kıpır bir mutluluk kaplar.
***
Genellikle birkaç hafta öncesinden bayram hazırlıkları başlar:
Evler, gıcır gıcır temizlenir; yeni örtüler serilir.
Sadece bizim ülkemize özgü olan misafir odalarının kapıları, misafirleri ağırlamak üzere açılır.
Eskimesin diye koltukların üzerine serilen örtüler kaldırılır(Kullanılmadığı halde nasıl eskiyecekse).
Gezilmedik çarşı, pazar, AVM kalmaz ama yine de;
 Arife gününün gece yarısına kadar her yer tıklım tıklımdır. İğne atsanız yere düşmez.
İllaki herkes bütçesine göre yeni giysiler, ayakkabılar alır.
Konuklar için en leziz yemekler, tatlılar hazırlanır.
Aile büyükleri, akrabalar, eş dost ziyaret edilir;  uzaktakiler telefonla aranır, uzaklar yakınlaşır.
***
Her bayramda, nedense bir “Ah,  nerde o eski bayramlar” muhabbeti yapılır.
Eski dostlukların, arkadaşlıkların yerini hiçbir şeyin tutamayacağından bahsedilir.
Günümüzdeki dostlukların yüzeyelliğinden, insanların kıskançlığından, çekememezliğinden yakınılır.
Sonra da cep telefonuna kısa ve klişe bir metin yazılıp, eski dostlar dahil tek tuşla tüm listeye yollanır.
Bazıları da “fırsat bu fırsat” deyip, bavulları hazırlayıp, tatile çıkar.
Bütçeye göre; yurt içi ya da yurtdışı…
***
Bayramınızı nerede, kimlerle ve ne şartta geçiriyorsunuz bilmiyorum ama

Mübarek Ramazan Bayramının, ulusumuza ve tüm insanlığa; barış, huzur, sevgi, getirmesi temennisi ile hepinize “ İyi bayramlar” diliyorum.

Boynumuzun borcu...

Zaman zaman mesleki seminerler veya gezi amaçlı yurt dışına gittiğimde;
En çok etkilendiğim şey, bir cetvelle çizilmişçesine planlanmış kentlerdir.
Binaların birbiri ile uyumuna, eski bile olsa bakımlı olmasına, tadilat varsa alınmış önlemlere, hayran kalırım.
***
Uçakta, mümkün olduğunca cam kenarında oturmaya çalışırım.
O küçücük pencereden, bulutların üzerinde olduğunu görmek, ufuk çizgisini izlemek çok hoş ancak benim cam kenarında oturma gayem, uçak inişe geçtiğinde kenti kuş bakışı görebilmek.
Tarlaların, ormanların, binaların, yolların birbiri ile olan uyumunu izlemek…
***
Bildiğim halde, kent merkezlerinin içindeki geniş caddelere, her seferinde şaşarım.
“Yüzyıllar önce, belki motorlu taşıtlar bile icat edilmeden ya da icat edileli çok fazla olmadan, bu kadar geniş yolları düşünen vizyoner insanlar, kimdi acaba?” diye merak eder;
“Acaba sonradan mı bu yolları genişlettiler?” diye kendi kendime sorarım.
Binaların üzerindeki tarihlere ve yolun her iki yanındaki devasa ağaçlara bakınca, ne kadar eski olduklarına, tekrar ikna olurum.
Benim her kenti birbirinden güzel, tarihteki en eski uygarlıklara beşik olmuş cennet ülkemde, “Neden böyle şehir planlamaları yok, neden her şey keşmekeş içinde, neden yollar daracık, evlerin birbiri ile hiçbir uyumu yok?” diye üzülürüm.
***
Yollarımız daracık, çukurlarla dolu, evlerimiz sıvasız, uzunlu kısalı olsa da;
 Neyse ki bizde de bir yere yol yapıldığında, her iki yanına ağaç dikiliyor.
Bizimde asırlık çınarlı yollarımız var.
Kentimizde ki bu ağaçlı yollardan biri de Kartepe İlçesi ile Başiskele İlçesi arasında kalan, Çuhane Yolu.
İzmit yürüyüş yolundaki, asırlık çınarlardan bile daha görkemli olan çınarlar nedeniyle bu yola, “Çınarlı Yol” da deniyor.
***
Bu yolda birkaç aydır dikkatimi çeken bir genişletme çalışması var.  
Bu çalışma da, ağaçlar tam yolun ortasında kalsa, endişelenmeyeceğim.  Gidiş-gelişli bir yol olacak ve çınar ağaçları yolun ortasında kalacak diyeceğim ama bu genişletme bir araç geçecek bir genişlikte değil.
Endişeleniyorum çünkü bu yolda ki, Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından “anıt ağaç” olarak tescil edilmiş olan 100 adet asırlık çınardan, 15 tanesi ortadan yok olmuş.
Sorduk, soruşturduk. Tek tek saydık.
Kim ya da kimler tarafından kesildiği bilinmiyor yani faili meçhul!
Son birkaç aydır yaşadığımız olaylardan, ağaca bakış açımız da belli oldu.
Kentimiz de dahil, “yak gitsin”, “kes gitsin” zihniyeti ile ağaçlarımız, parklarımız, ormanlarımız, yeşilimiz yok ediliyor.
Kentte yaşayan yurttaşlar olarak, Çuhane Yolu’nda hatta kentin her yanındaki geriye kalan anıt ağaçlar ile diğer ağaçlara gözümüz gibi bakmalı, eksilenlerin yerine yenilerini dikmeliyiz.
Bu bizim boynumuzun borcudur.

 

Palalı Adam!


Birkaç gün önce, Taksim Gezi Parkı protestocularına, pala ile saldıran,

sağa sola koşuşturan, insanları yaralayan adam;

bir kadına tekme atıp, sırtına pala ile vurduğu için pişmanmış!

(Haberlere göre saldırgan palalılar aslında daha fazlaymış ancak kameralara takılan o olduğu için, Palalı Adam o oldu.) 

Palalının pişmanlığı, eline pala alıp, sokaktan geçenlere saldırıp, yaraladığı için değil;

Bir kadına saldırdığı, vurduğu içinmiş...

Kendisinin de Gezi protestolarının ilk günlerinde, sempatizan olduğunu söyleyen Palalı Adam;

“Bizim örf ve adetlerimize yakışmayan bir şey zaten, bir kadına el kaldırmak” diyor ve bütün kadınlardan özür diliyor.

Ne büyük bir incelik!

***

Kendisiyle yapılan röportajda,  “Farkındaysanız, ben bilinçliyim.

Çocuğumu düşündüm, o zırhı (ismi buymuş, pala değilmiş) benim salladığımı düşünürseniz, o kadını ben ikiye bölemez miydim?

Ama palanın orta kısmı ile tokat atar gibi hafifçe vurdum” diyor, Palalı Adam.

İnanılır gibi değil!

Ve sadece durduğu için ya da sadece slogan attığı için,  

gözaltına alınanların aksine; serbest bırakıldığını duyuyoruz önce,

insanlara elinde pala ile saldırdığı anın video görüntüleri olduğu halde.

“Yok, artık!” diyoruz. İsyan ediyoruz.

Neyse ki İstanbul Cumhuriyet Savcılığının, Palalının serbest bırakılmasına itiraz ettiğini öğrenip, rahatlıyoruz (!)

***

Bu ülkenin çivisi mi çıktı ne?

Ne oldu bu millete?

7 den 77 ye;

Eline ne geçirdiyse; çakı, bıçak, satır, balta şimdi de pala.

Saldıran saldırana…

Biber gazı, toma suyu, cop, tabanca.

Saldıran saldırana…

Kürsüden, otobüsün üstünden, balkondan.

Saldıran saldırana…

Hele ki şimdi on bir ayın sultanı Ramazan ayına girdik.

Orucu başına vuranlar,

“Saldıran saldırana” olmasın artık lütfen…

Mübarek Ramazan ayının manevi etkisi;

Tüm İslam alemine hatta tüm insanlığa barış, hoşgörü, anlayış, birlik, beraberlik, kardeşlik getirsin; huzur içinde geçsin.

Bütün isteğim bu…