Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Eğitim şart

5 Aralık’ı ‘‘Türk Kadınının seçme ve seçilme hakkını kazandığı gün’’ olarak her yıl olduğu gibi yine yurdumuzun dört bir yanında kutladık...
Klişeleşmiş sözlerle törenler, paneller, tartışmalar, televizyon programları yapıldı.
Atatürk’e kadınlara verdiği haklardan dolayı teşekkürler edildi; minnet duyguları sunuldu.
Dünyada ki diğer ülkelere göre kadının karar alma mekanizmalarında ki sıralamaları sayıldı.
Dünya da birçok ülkeden önce bu hakkı elde ettiğimizle övünüldü.
Kadınlarımızın çilekeşliği, özverisi, kurtuluş savaşında ki kahramanlıkları anlatıldı.
‘‘Kadınlar başımızın tacı’’, ‘‘Cennet analarımızın ayakları altında’’Vs. vs dendi.
Aynı konuşmalar; ‘‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü’’ nde konuşulmak üzere raflara kaldırıldı.
Günü geldiğinde ısıtıp tekrar konuşacağız...
Haksızlık etmeyeyim. Kadına karşı şiddet, töre cinayetleri, berdellerle ilgili çalışan çok önemli sivil toplum örgütleri de var; Kadınları bilinçlendirmeye, eğitmeye çalışan...
Ancak bu gönüllü çalışmalar yeterli oluyor mu? Bu çalışmalar STK’ların mı, devletin mi görevi olmalı?
Anayasamızın 10. maddesine bakıyorsunuz. ‘‘ Cinsiyet farkı gözetmeden herkes eşittir’’ Diyor. Yaşadığımız topluma bakıyorsun ; ‘‘Evet ama erkekler daha da eşittir’’ Durumunu görüyorsun.
2009 yılında TBMM’de ‘‘Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’’ kuruldu. Referandumda 10. maddeye ek fıkra kondu.
Kondu da ne oldu; hala havanda su dövmüyor muyuz?
...
Birkaç yıl önce, ilimizden Avrupa insan hakları eğitici eğitimine gönderilen iki kişiden biri olarak Ankara’ya gitmiştim. Eğitim sonrası katılımcılar olarak sohbet ederken bir bey, bir tane daha sığınma evi açtıkları ile övünüyordu. Ben de ‘‘Sığınma evi açmakla övünülmemeli; kadınlara sığınma evine gitme seçeneği bırakmayacak eğitim veriyoruz ile övünmeliyiz. Ülkemizde beş milyona yakın kadın okuma yazma bilmiyor; başbakan da bu kadınlara en az üç çocuk yapın diye akıl veriyor’’ Dedim.
Sonradan öğrendim ki bu zat-ı muhterem büyük illerimizden birinin ilçesinde kaymakammış. Çok sinirlendi ve şimdi anımsamadığım olumsuz birkaç cümle söyleyip, masadan ayrıldı.
Eleştiriye bile tahammülü olmayan, çözüm odaklı düşünce tarzı olmayan yöneticilerle nereye kadar gidebiliriz ki?
Kadınları bilinçlendirmek, sosyal ve siyasal yaşamın içine çekebilmek için, sadece onları eğitmek de yetmiyor erkeklerin de zihniyetini değiştirmek gerekiyor. Dolayısı ile kadın erkek birlikte eğitilmelidir. Kısaca; her zaman dediğimiz gibi ‘‘Eğitim şart’’ ve ‘‘Çok çalışmak lazım çook!’’

* 28 Aralık 2010 Kadının Sesi Gazetesi

16 mı?

Geçtiğimiz günlerde basında yer alan bir haber çok ilginçti.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad şu anda ülkesinde ki kızların evlenme yaşının 24-26 olmasını eleştiriyor ‘‘Kızlar için evlenme yaşı 16-17, erkekler için 20 olmalı’’ Diyordu.
Medyada yer alan bu habere göre; devlet tarafından yayımlanan Cam-i Cem gazetesi Ahmedinejad’ın kızlar için öngördüğü evlenme yaşı 16-17, diğer gazeteler ise 17-18 olması gerekir dedi diyordu…
İran’da yayımlanan gazeteler arasındaki çelişkinin neden kaynaklandığını; Ahmedinejad’ın bu düşüncesi için psikologların ya da uzmanların ne düşündüğünü, bir açıklama yapıp yapmadıklarını internetten araştırdım ancak bu konuda bir veriye rastlayamadım.
Gerçi İran cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın evlilik için öngördüğü yaş 16-17 ya da 17-18 yaş olsun. Çok fazla bir şey fark eder mi?
Bu yaşlar;  kız ya da erkek olsun eğitim alma yaşı, hatta daha önemlisi ergenlik çağıdır...
Özellikle kız çocuklarının eğitimini tamamlamadan, ayaklarının üzerinde durması sağlanmadan, kişiliği yerine oturmadan evlendirildiğinde neler olup bittiğini hergün boyalı basının üçüncü sayfalarında ya da birçok televizyon programında görüyoruz.
Sonu hüsranla biten evlilikler, intiharlar, cinayetler, ortada kalan çocuklar, evden kaçıp ailesine veya sığınma evine sığınan ya da gidecek hiçbir yeri, güvenecek kimsesi olmadığı için fiziksel veya duygusal şiddete razı olanlar…
Yıllardır bu konuda gerek cemiyetlerde, gerekse televizyon kanallarında yapılan tartışmalar da, yazılan çizilenlerden çıkarttığım kadarıyla; bir kısım insanlar tarafından kız çocuklarının sadece cinsel ve fiziksel olgunluğuna bakılarak evliliğe hazır oldukları kabul ediliyor.
Hatta sıcak iklimli ülkeler de, kız çocuklarının çok daha erken ergenliğe girdikleri için bu durumun normal olduğunu savunuyorlar.
Bana göre, sadece fiziksel ve cinsel olarak gelişmek evlilik için yeterli diye düşünmek abesle iştigalden başka bir şey değil.
Ergenlik dönemindeki cinsel ve fiziksel gelişmeler ne kadar erken olursa olsun psikolojik gelişmeyi içeren adölasan denilen dönem 20’li yaşlara kadar devam ediyor.
Normal şartlar altında düşünürsek eğer iyi bir meslek sahibi olmak için en az 20-25 yaşına kadar eğitim görmek gerekiyor.
Sokakta sek sek oynarken ya da yeni jenerasyona göre bilgisayarda geyik yaparken birden bire evlendirilen ya da baskılardan dolayı kendisi evlenmek isteyen; sosyal, duygusal olgunlaşmasını tamamlamadan, çocuk sahibi sorumluluğunun ne olduğunu bilmeden 16 yaşındaki kız çocuklarımızı düşünelim…
Burada bazılarınızın ‘‘Canım bizim anneannelerimiz, annelerimiz 14 yaşında evlenmedi mi? Halen bırak doğuyu yaşadığımız kentte 50-60 yaşında ki koca koca adamlar 15-20 yaşlarında ki çocuklarla evlenmiyorlar mı? . Dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Çok haklısınız. Biz toplum olarak doğuştan eğitimliyiz. Her konuda fikrimiz, bilgimiz vardır ama söz konusu kendimiz ve ailemiz olduğunda daha farklı düşünürüz. Yani 16 yaşındaki kızınız değil evlenmek, erkek arkadaşıyla flört etmek istese kıyametleri kopartsanız da, İran cumhurbaşkanının kızlar 16 yaşında evlense daha iyi olur demesine ‘Neden olmasın?’ dediğinizi konuyla ilgili haberlerin yorumlarında görüyoruz.
Sosyal- duygusal gelişim, olgunlaşma ancak öğrenme yani eğitimle gelişebilir. Kendisi yeterince eğitim almamış, gelişememiş 16-17 yaşındaki bir çocuk anne olduğunda çocuğuna neler öğretebilir.
Ne evlilik evcilik oyunu, ne de doğacak bebekler de oyuncak bebektir. Bu böyle biline…
Erken evlenen kadınların kadın hastalıklarına yakalanma riski, çok fazla doğum yapması vs. gibi konuları uzmanlara bırakırken bir şeye dikkat çekmek istiyorum.
İran molla rejimi ile yönetiliyor. Evli kadınlar ile ilgili bir iftira ya da zina varsa eğer  taşlanarak öldürülüyorlar. Evli değillerse en azından dayakla kurtuluyorlar. İran’da Ahmedinejad’ın öngördüğü gibi evlilik yaşı 16 yaşına inerse recm yani taşlanarak öldürülme yaşı 16’ya inecek demektir. Yani Sezen Aksunun Ünzile şarkısında dediği gibi…
Varmadan sekizine ergin oldu Ünzile; hem çocuk hem de kadın on ikisinde ana (on altısında)
Bir gül gibi al ve narin, bir su gibi saydam ve sakin;
Susar kadın Ünzile…
Çünkü karar vericiler karar vermiştir…
Yağmuru kim döküyor, Ünzile kaç koyun ediyor.
Dayaktan uslanalı hiçbir şey sormuyor…
Çağdaş bir Türk kadını olarak bu düşünceyi esefle kınıyorum.

*28 Kasım 2010 Değişim 41 ve Kadının Sesi Gazetesi

Kocaeli neden solun kalesi olmaktan çıktı?

Sanayi toplumunu yaşadığımız 1950’li yıllarla, bilgi ötesi çağı yaşadığımız 2010 yılını siyasi ve sosyolojik açıdan karşılaştırıp; sebep şudur demek zor. Bilim adamlarının araştırması gereken bir konu ki sizde bu anketi uzmanlara götüreceğinizi söylüyorsunuz.

Gerçi dünyanın bilgi ötesi çağı yaşadığı bu dönemde, ülkemiz de ve kentimizde yaşayan her bireyin aynı duygu, düşünce ve bilgi de olmadığını bilim adamı olmasak ta, bizde az çok biliyoruz…
50’li yıllardan itibaren yerel ve genel seçimlere baktığımızda; sol tandanslı Belediye Başkanları ve milletvekili dağılımları ile Kocaeli’nin % 100 solun kalesi olduğunu söylemek tam anlamıyla mümkün değil çünkü iki ya da üç dönem üst üste seçilmek başarı gibi görünse de arada kesintiler var. Bu da çok normal çünkü Kocaeli sanayi kenti olması sebebiyle aşırı göç aldığı için Türkiye’nin küçük bir modeli.

İşçi ağırlıklı bir kent olan Kocaeli’nde sendika başkanlarının sol tandanslı olduğu dönemlerde, sol oyların ağırlıkta olduğunu; son dönem de ise sendika başkanlarının sağa kaydığını hatta işçilerin sendikaya katılmamaları için kurana el bastırıldığını görüyoruz.

Günümüz Türkiye’sinde ailesini kıt kanaat geçindirmeye, çocuklarını her şeye rağmen okutmaya çalışan tek maaşlı, çok çocuklu (sosyal demokrat düşünceli olsa bile) işçinin düşüncesine bile ipotek konuluyorsa; ‘‘Kocaeli neden solun kalesi olmaktan çıktı?’’ Sorusunun yanıtlarından biri olabilir...

Anayasamıza göre en temel haklarımızdan biri olan eğitim hakkı; ne yazık ki ülkemizde her birey için eşit şartlarda değil. Çocuğunun iyi bir lise ve üniversite kazanabilmek için, ilkokulda yarıştırmaya başlayan, okul dışında ayrıca dershane ve özel derslere yollamaya çalışan işçinin, karnını doyurmaktan, çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamaktan başka düşüncesi olduğunu sanmıyorum.

Sol partilerin bölünmesi, kendine oy verecek kitleden zamanla uzaklaşması, yeterince çağa uygun yeni politikalar, söylemler üretememesi sebepler arasında olabilir.

Bunun dışında siyasi partiler kanundan dolayı, kamuda çalışanların siyasette aktif yer alamaması; ülkemizde demokrasi kültürünün ve olgunlaşma sürecinin kaplumbağa hızında ilerlemesi; yaşadığımız askeri müdahaleler vs. vs. sayılabilir…

Başta da dediğim gibi kesinlikle bilim adamlarının araştırması gereken bir konu…

Ancak bu süreçten bir CHP’li olarak benim de kendi adıma çıkartmam gereken dersler var.

* 18 Ekim 2010 Değişim 41 Dergisinin sorusu


...................................

Hak mücadelesi...

Geçen hafta CHP Kadın kolları ile birlikte Ankara‘daydık...
CHP Kadın Kolları; iki ayı aşkın süredir, haklarına sahip çıkmak için direnen tekel işçilerini desteklemek amacıyla düzenledikleri ’’ Tekel işçisine destek için bir imzada sen ver‘‘ adlı kampanyada topladıkları imzaları Tek Gıda- iş sendikası Başkanı Mustafa Türkel‘e teslim ettiler. Kurulan çadırları tek tek dolaşıp hal hatır sorup, pişmaniye dağıttılar.
İşçilerin hak mücadelesini desteklemek için toplumun her kesiminden siyasi düşünce farkı gözetmeden gelen insanlar, tıklım tıklım doldurmuşlardı sokağı...
İki ayı aşkın bir süredir ne soğuğun, ne karın, ne de açlığın engelleyemediği işçilerin mücadelesinde yanlarındaydılar. 
Tekel işçilerini desteklemek için Ankara‘ya ikinci gidişimdi...
Bu gidişimde de; tıpkı ilk gittiğim gündeki gibi aynı heyecanı, aynı kararlılığı, aynı azmi gördüm.
 Türk Tabipler Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği‘nin yanı sıra Alman ve Türk sendikacılar vardı.
 Alman sendika başkanı konuşmasında AKP hükümetini;
12 bin tekel işçisi ve ailesini adaletsiz bir geleceğe mahkum etmeye çalıştığı için;
 İLO hükümleri ve geçerli kanunları çiğnediği ve işçilere şiddet kullandığı için;
Temel hak ve özgürlüklerin başında gelen sendikal örgütlenme hakkını engellediği, binlerce aileyi mağdur ettiği ve yetim hakkı yediği için;
AB‘ nin Neo-liberal özelleştirme diktasına itirazsız boyun eğip bedelini Türkiye emekçilerine kestiği için;
Mücadele eden sendikacıları ve demokrasi isteyen belediye başkanlarını tutuklattırdığı için kınıyor;
Dünya emekçilerine şikayet ediyor ve tüm Avrupa‘da dayanışma bayrağını açmaya çağırıyordu.
***
Büyük çoğunluğun oyunu AKP‘ye verdiği işçilerin nasırlı ellerini tek tek sıkarken, verdikleri kararın ışıltısını gözlerinden okudum…
Bunca yıldır bedel ödedikleri, çile çektikleri iş yerinden, haklarını alamadan ayrılmaya pek niyetleri yok…
Bakalım süreç neyi gösterecek?    

*28 Şubat 2010 bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Trafik kazaları...

Yirmi yıl kadar önce, bir atom mühendisi ile nükleer enerji konusunda konuşurken;
Ülkemizin nükleer enerjiye ihtiyacı olup olmadığını sorgulamış, nükleer reaktörlerin patlama ihtimali olduğunu ve Çernobil’de olduğu gibi birçok insana zarar verebileceğini hararetli bir şekilde anlatmış; ondan da aynı şekilde hararetli bir savunma beklemiştim...
Oysa karşımda ki mühendis, savunmaya geçip bir sürü ayrıntı anlatmak yerine: ‘‘ Nükleer reaktörün patlama olasılığı, bir binadan kafanıza tuğla düşmesi olasılığından daha az’’ Demişti ve o anda bu sözleri ile kesinlikle beni ikna edememişti...

Asrın felaketi 1999 depremi sonrasında ki artçı depremlerden biri gerçekleşirken;
Sarsıntı anında binadan kaçmaya çalışan bir banka güvenlik görevlisinin başına tuğla düşerek vefat ettiğinde aklıma o konuşma geldi...
Sakın ha bu sözlerimden nükleer enerjiyi savunduğum anlaşılmasın!  
Asıl anlatmak istediğim; bazı konulara şiddetle karşı çıkarken, en olmaması gereken durumlara tepki göstermememiz, normalmiş gibi davranmamızdır...
Yerel basından iki gün önce bir trafik kazası haberi okuduğum da, yine aynı konuşma aklıma geldi. Kuruçeşme mevkiinde gerçekleşen bu kazada birçok kişi yaralandı bir kişi hayatını kaybetti. Bu haber belki ilginizi çekti, belki de çekmedi. Çünkü hemen her gün kaza haberleri okuyoruz ve artık kanıksadık...
  Düşünsenize, geri dönmek üzere evden çıkıyorsunuz, bindiğiniz şehir içi otobüs kaza yapıyor ve hayatınızı kaybediyorsunuz...
Hiç düşünmediğiniz bir anda, kimseyle vedalaşamadan; birden bire, aniden...

Ne kadar korkunç değil mi? Üstelik sizin hiçbir hatanız, hiçbir suçunuz yokken!

Bazen trafik kazalarından sonra yolları kapatıp, protestolar yapıldığına tanık oluyoruz ama bu çok nadir oluyor. Başımıza gelmeden böyle bir eylem yapmak aklımıza bile gelmiyor.
Hemen her gün gazetelerde gördüğümüz birçok ailenin hayatının akışını değiştiren, akordeona dönmüş araçların, hastaneye kaldırılmaya çalışan yaralı ve ölü insanların, asla unutulmayacak travmaların, acıların fotoğraflarına bakıp, belki sadece ‘‘vah vah’’ deyip gazete sayfasını çeviriyoruz.
...
Kuruçeşme de olan kazanın sebebi; yoldan mı kaynaklandı, otobüsün lastikleri mi eskiydi, Şoförün dikkatsizliği mi, hava muhalefeti mi? Bilmiyorum ama yapılan istatistiklere göre ülkemizde her yıl trafik kazalarında ortalama 5–6 bin kişi ölüyor, binlerce insan yaralanıyor veya sakat kalıyor...
Bunun önüne geçmek mümkün mü?
Eğitimin ya da cezaların artırılması ile kazalar engellenebilir mi?
Yoksa bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi şehir içi ve şehirlerarası yolların düzenlemesini  ‘‘Trafik Mühendisleri’’ tarafından mı yapılmalı?
Bu konu üzerinde ciddi ciddi düşünmek lazım!

* 11 Şubat 2010 bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı


  





Her saniye değerlidir...

Lance Armstrong ismini duydunuz mu?
İlk anda anımsayamayabilirsiniz belki ama bisiklet sporunun en önemli organizasyonu olan Fransa Bisiklet Turu’nu aralıksız yedi kez kazanarak gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi olarak kabul gören;
Yazdığı kitapla New York’ta en çok satanlar listesinde bir numara olan Armstrong’un kanserle savaşma öyküsü belki bir yerde kulağınıza çalınmıştır.
Armstrong’un hayat hikâyesini ilk duyduğumda çok etkilenmiştim...
Her saniye değerlidir kitabını okuduğumda ise; hayatının bazı bölümlerin sizlerle paylaşmak istedim...
...
Armstrong gençliğinin baharında 25 yaşındayken karyokarsinom (kanser türü) karnını, ciğerlerini ve beynini sarmış; iki ameliyat ve dört kemoterapi kürü görmüş.
Doktoru hastalığın neredeyse onu öldürmek üzere olduğunu söylediğinde;
‘‘Hayatımın en yüksek ve en doğru amacı ne?’’ diye sormuş kendine...
Amacının dünyanın en zorlu sporu olan Fransa turunda yarışmak olduğunu fark ettiğin de nükseden (tekrarlayan) kanseri bir kez, bir kez, bir kez daha yenmiş...
Armstrong şöyle diyor: ‘‘Hastalıktan aldığım ders olmasaydı. Tek bir Fransa turunu bile kazanamazdım. Ağrı geçicidir, pes etmenin yaşatacağı duyguysa sonsuza dek sürer.
Bana göre Fransa turunu tamamlamak hastalıktan kurtulmuş olduğumun göstergesidir.’’
...
Bisiklet turu deyip geçmemek lazım...
 Armstrong Fransa turunun zorluğunu şöyle anlatıyor: ‘‘Mantığa sığmayan sarp kayalıklar, kasaba kasaba bazen sahil boyunca ilerlemek, köprüleri geçmek, dağ yamaçlarını kat etmek hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar güç gerektirir. Tur o kadar zorludur ki Alplere uzun bir tırmanıştan sonra Hollandalı yarışçı Hennie Kuiper ‘‘Kar gözüme siyah görünmeye başladı’’ Demişti. Üç hafta süren tur, insanoğlunun çabalarının küçük komedi ve trajedilerinin gündelik şenliğidir. Yarış birçok açıdan yaşama benzer yalnız sonuçları daha az korkunçtur ve sonunda ödül vardır.’’
Sık sık kanserin başına gelen en iyi şey olduğunu söylüyor, Armstrong:
‘‘İnsanın yaşamını tehdit eden bir hastalık iyi bir şey olabilir mi? Ben bunu söyleyebiliyorum çünkü hastalığım benim için aynı zamanda bir panzehirdi; tembelliğimi iyileştirdi.’’ Diyor.
Olumlu düşünce tarzını hiç bırakmamış, pes etmemiş; yandım bittim mahvoldum moduna hiç girmemiş: ‘‘ İlk hastalandığımda bazı doktorlar yaşama şansımın yüzde elli olduğunu, bazıları yüzde kırk bazıları ise yüzde yirmi olduğunu söyledi. Ancak bir şey kesindi. Her ihtimal yüzde sıfırdan daha iyiydi. Kendime; Tamam bir seçim yapacaksın. Teslim olabilirsin ya da deli gibi bir umutla yaşamak için savaşırsın...’’
...
Kitabın en etkilendiğim bölümlerinden biri ise; Armstrong’un kendi gibi bisiklet yarışçısı olan bir arkadaşı, Armstrong’un yaşadığı kasabaya uğrar ve bir şeyler içmek için onu arar.
 Aralık ayı ve sezon dışıdır. O soğuk hava şartlarında, kimsenin antrenman yapmak gibi bir derdi yoktur. Arkadaşından telefon geldiğinde, Armstrong bisiklet tepesinde dördüncü saatini geçirmektedir. Arkadaşı çok şaşırır. ‘‘Nasıl olur, bu hava şartlarında bisiklet tepesindesin misin?’’ Der.
Bu soruyu çok anlamlı buldum. Başarının tesadüfî olmadığını anlatan bir soru çünkü. Özellikle de profesyonel bir bisikletçinin sorması, kayda değer...
Armstrong bisikleti ile bütünleşmiş, bisikletin üzerindeyken hiçbir şeyi duymadığını, görmediğini, etrafındaki hiçbir şeyi fark etmediğini söylüyor.
Başarıya giden yol, bu olsa gerek...
Karar vermek, kendini yaptığın işe adamak ve etrafındaki hiçbir şeyi duymamak, görmemek, fark etmemek...

* 4 Şubat 2010 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazı
  


Kaybedecek zaman yok!


Yaklaşık kırk yıl önce Tayland’ın başkenti Bangkok’un ortasında yıllardır oturup duran beş buçuk ton ağırlığında, üç metre yüksekliğinde ki Buddha heykelini bir budist rahip tapınağa taşımaya karar verir.
Çünkü çok eski ve çirkin olan bu heykel kimsenin ilgisini çekmediği gibi; dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin çöplerini attıkları bir çöplük haline gelmiştir.
Bu eski heykeli bulunduğu yerden kaldırıp tapınağa taşımak isterlerken, heykelde çatlaklar oluşur. Bu çatlaklardan dökülen killi toprağın altından bir şeylerin parladığını gören rahip, heykelin yapıldığı kilin tamamen kırılıp temizlenmesini söyler.
İşlem bittiğin de, dünyanın som altından yapılmış en büyük heykeli ortaya çıkar...
Yüzyıllar önce savaş zamanı Tayland’lılar bu heykeli düşmanların eline geçmesin diye, kil ve çamur ile öyle bir sıvamışlardır ki, kimsenin ilgisini çekmeyecek kadar çirkin bir hale getirmişlerdir. Heykel paha biçilemeyecek bir değerde olmasına rağmen betona benzer kabuğunun içinde ve o meydanda rastlantı sonucu keşfedilene kadar yüzyıllarca oturup durmuştur...
***
Kil ve çamurla sıvanan heykelin muhteşem ve paha biçilemez güzelliği ve değerinin yüzyıllarca gizli kalmış olma hikâyesi; gözden kaçırılan ya da görülmeyen değerleri anlatabilmek için ne kadar güzel bir örnek değil mi?
Tıpkı bu heykel de olduğu gibi birçok insanın içinde gizli kalmış bir güç (potansiyel) vardır. Ama doğduğu andan itibaren duyduğu ‘‘Yapamazsın, edemezsin’’ ‘‘Bir baltaya sap olamadın, gitti’’ ‘‘Sen zaten bir işe yaramazsın’’ gibi olumsuz cümleler tıpkı heykelin üzerini örten betonumsu kabuk gibi etrafını sarar...
Yapılan araştırmalara göre bir insan on sekiz yaşına gelene kadar yüz kırk sekiz bin kere olumsuz cümlelere maruz kalıyormuş; dolayısı ile kendini ifade edebilmesi, bir işe teşebbüs etme cesaretini gösterebilmesi, içinde ki potansiyeli çıkartabilmesi pekte kolay olmasa gerek!
Herkesin potansiyeli çok büyük olmayabilir ancak insanın sahip olduğu potansiyeli (gücü) ortaya çıkartması ve geliştirmeyi öğrenmesi mümkündür...
Olumsuzluklardan oluşan beton kabuktan kurtulup, içindeki potansiyeli ortaya çıkarmak için yılları ya da tesadüfleri beklemek yerine bir an önce harekete geçmek gerekir.
Hayatın provası ve kaybedecek zaman yok! Öyle değil mi?


* 28 Ocak 2010 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Bir türlü anlayamıyorum...



İki gün önce yurt genelinde tüm doktorlar; Akp hükümetinin  ‘‘Ya hastane ya muayenehane’’ tercihini getirecek olan tam gün yasa tasarısına tepki olarak iş bırakma eylemi yaptılar...
Bu eylemi gerçekleştiren başta Türk Tabipler Birliği olmak üzere tüm sağlık çalışanlarının örgütleri, tam gün yasasının sağlık hizmetleri konusun da getirdiği değişiklikleri kabul etmemekte kararlı gözükseler de dün TBMM genel kurulunda, tasarının birinci bölümünün dokuz maddesi kabul edildi bile...
...
Birçok kişinin çocukluk hayalidir doktor olmak aslında...
Ancak üniversite sınavında ilk binlerin içine girmek, altı yıllık tıp fakültesini bitirmek, fakülte bittikten sonra en az dört yıl ihtisas ve mecburi hizmet yapmakta kolay iş değildir...
Hele sonrasın da; sürekli eğitim programları, yoğun bir koşuşturma, nöbetler,  tüm bunların karşılığında ise komik bir maaş...
Yaşamlarını sürdürebilmek, sosyal hayatın içinde olabilmek için ek işler aramaya başlar doktorlar; ya muayenehane açarlar ya da iş yeri hekimliği yaparlar ve nerdeyse hiç zamanları kalmaz. Ülkemiz de en çok çile çeken meslek gruplarından biri de doktorlardır aslında...
Tam gün yasa tasarısı ile ilgili internetten haber yorumlarına bakarken şunu fark ettim: Yorumculardan birçoğu doktorlardan hiç hoşlanmıyor, hatta ellerinde olsa bir kaşık suda boğacaklar.
Böyle düşünmeleri için belki haklı sebepleri, hastanelerle ilgili kötü hikâyeleri olabilir ama bunu, hükümetin yanlış politikalarına değil de doktorlara yormaları ilginç geldi bana...  
AKP’nin sağlıkta dönüşüm programı adı altında yaptığı politikaların, halkın değil de sermaye sahiplerlerinin işine yarayacak şekilde olduğunun; birkaç yıldır özel hastane zincirlerinin kurulduğunun ve bu zincirlerin sahiplerinin kimler olduğunun farkında bile değiller.
 Varsa yoksa doktorlar...
...
Tam gün yasası konusunda ise doktorların ikiye ayrıldığını görüyorum.
Özellikle üniversite öğretim görevlileri tam gün yasasının haklı gerekçeleri olduğunu düşünüyor. En çok mağdur edildiklerini düşündükleri konu ise özlük hakları...
Ancak kamunun özel muayenehanelerden ve laboratuarlardan hizmet alma konusunu dile getiren pek yok gibi...
 Gerçi Türk Dişhekimleri Birliği bu konu ile ilgili başbakanla ve ilgili bakanlarla görüştü. Başbakanla görüşmelerinin üzerinden 463 gün geçmesine rağmen hiçbir sonuç yok ne yazık ki!
Hâlbuki özel muayenehanelerin ve laboratuarların da Genel Sağlık Sigortası (GSS) kapsamına alınması gerek dişhekimleri ve doktorların, gerekse hastaların yararına olacaktır. Hükümetin bu konuyla ilgili düzenleme yapmaması, binlerce muayenehanenin kurulması için harcanan paraların çöpe atılması ve istihdam edilen birçok kişinin işsiz kalması demek değil midir?
Yeni özel hastanelerin ve tıp merkezlerinin kurulması kamu kaynaklarının boşa harcanması  değil midir?
Hastaların hastanelerde uzun kuyruklar da beklemesi yerine, muayenehanelerden hizmet alması daha mantıklı değil midir?

Öyleyse AKP hükümeti neden muayenehane ve laboratuarlardan hizmet almak istemiyor
ve vatandaşlar bu konuda neden seslerini çıkarmıyor? Bir türlü anlayamıyorum... 

* 21 Ocak 2010 Bİzim Kocaeli GAzetesi haftalık köşe yazısı

Öğrenmeye açık olmak...




Bugünlerde okuduğum bir kitapta çok ilginç bir konu dikkatimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim...
Bu konu; zamanlama ve dinleme konusunda bir timsahın bize bir şeyler öğretip öğretemeyeceği...
Sürüngen ve yırtıcı bir hayvan zamanlama ve dinleme konusunda bize ne öğretebilir ki?
Diye ilgiyle okumaya başladım...
...
Dişi timsahlar diğer sürüngenlerden farklı olarak yumurtladıktan sonra, yumurtalarını bırakıp gitmez ve asıl görevleri bundan sonra başlarmış... 
Bir seferde ortalama olarak yirmi yumurta bırakan dişi timsah, yumurtalarını sıcak tutmak için etraftan bulduğu nesnelerle üzerlerini örter; sonra suya geri döner ama yumurtaların olduğu yuvadan fazla uzaklaşmadan dışarıdan gelecek olan tehlikelere karşı korumak için hazır beklermiş...
Eğer yuvaya karşı bir tehlike sezerse, normalden fazla saldırgan hale gelir ve yumurtalarını korumak için gelen tehlikenin üzerine atlarmış...
Birkaç hafta sonra yani yavru timsahların yumurtadan çıkmasının yaklaştığı günlerde dişi timsah yuvaya gelip, kafasını yumurtalara dayar ve bir ses çıkarır;
Eğer yumurtadan yanıt gelirse kabuğunu açarak yavru timsahların yumurtadan çıkmasını sağlarmış...
Dişi timsah yuvayı erken açar ve kontrolü yaparsa, yumurta ısısını kaybedebileceği için yavrulama işi başarısızlığa dönüşebilir ya da bu işi zamanından geç yaparsa bu defa da yavru timsah kabuğu kendi kırıp ve dışarı çıkmaya çalışırken üstünü kapayan çalı-çırpı gibi nesneler yüzünden boğulup ölebilirmiş...
Anne timsah yavru timsahların yüzde yüz yaşaması için çok kritik olan bu zamanlamayı nasıl ayarlıyor bilemiyorum ama kendi yaşamsal mücadelemizi verirken biz; doğru zamanda doğru yerde doğru yöntemlerle hareket edebiliyor muyuz?
...
Aslında ne iş yaşamında ne de toplumsal yaşamında kimse başarısız olmak istemez;
 Hiç kimse iyi bir iş ortağını, iyi bir çalışanını ya da iyi bir arkadaşını kaybetmek istemez öyle değil mi?
O zaman bizimde yapmamız gereken tıpkı anne timsah gibi doğru zamanda doğru işi yapmak:
Dinlemeyi öğrenmek,
Doğru zamanlama yapmak...
Ama ne yazık ki çoğu zaman bunu başaramayız...
...
Genellikle çok başarılı olmuş, belli bir organizasyonun lideri konumuna gelmiş insanlar konuşmayı çok severler ve her zaman anlatacakları bir şeyler vardır.
Hatta bulundukları konum itibarı ile onlardan başkalarının ne yapması gerektiği ile ilgili bir şeyler söylemesi de beklenir.
Bu gibi liderlerin çoğu aslında görevlerinin en önemli bölümünün ‘‘dinlemek’’ olduğunu pek fark etmezler. O nedenle de karşılarında ki kişinin duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışıp empati kurmazlar...

İletişim sorunları çıkınca da ‘‘Ben nerde yanlış yaptım’’Demek yerine; ‘‘Halk beni (bizi)  anlamıyor’’, ya da ‘‘Halka inemiyorum(z)’’ Derler.
...
Geçen hafta; ‘‘Öğrenmenin yaşı yoktur’’ Demiştim.

Bu hafta da ‘‘Kimden ne öğreneceğimiz hiç belli olmaz diyorum; bir timsahtan bile...

Yeter ki öğrenmeye açık olalım! 

* 14 Ocak 2010 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı


  

Banyan Ağacı Olabilmek...





Çok donanımlı olduğu halde; halka mal olmuş birinin eşi olarak onun gölgesinde yaşamayı kabullenmek ama sevgi ve saygı çerçevesinde bunu dert etmeyip, katlanabilmek...
Dua ederken bile yaşadığı hayatın pozitif taraflarını görüp: ‘‘ Tanrı herkese benim gibi bir hayat sürmesini nasip etsin’’ diyebilmek, kaç kişiye nasip olur ki?
***
Bu hafta;
Bitkilerle,ağaçlarla haşır neşir olan, üretken, çalışkan biri olduğunu bildiğim ama detaylarını
birkaç saatte öğrenip, bir kez daha hayran olduğum;
Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır sözünü adeta perçinleyen gizli bir kahramandan öğrendiğim ‘‘Banyan Ağacı’’ ndan bahsetmek istiyorum...
Neredeyse yarım asrı devirdiğim bir yaşta;
Bitkilerle, ağaçlarla çok ilgili olduğum halde;
Banyan ağacı diye bir ağaç olduğunu hiç duymamıştım...
Küçük Prens kitabındaki bilboa ağacını çok küçük yaşlarda öğrenmiştim.
Daha sonraki yıllarda ağaç ve çiçek sevgim yüzünden;
Her dem yeşil ağaçların ne olduğu,
Her mevsim hangi çiçeklerin açtığını,
Eriğin kirazın süs için olanlarını,
Çam ağacı sandığım her ağacın çam olmadığını,
Manolyanın, Pitosporum tobiranın, yaseminin, filbahrinin ne kadar güzel koktuğunu,
Ya da yaseminin sarısının, mavisinin, manolyanın ağlayanının olduğunu öğrenmiştim.
Topraktan çıkmak için beş yıl bakım isteyen sonra da beş hafta da inanılmaz uzayan Çin Bambusunu;
Çok çabuk uzayan pavlonya ağacını duymuştum;
Ama banyan ağacını hiç duymamıştım!
Bilmemek değil, öğrenmemek ayıpmış...
***
Banyan Ağacı Hindistan’da yetişiyormuş...
 Tek bir ağaçtan oluşan bir orman...
Hayal etmesi gerçekten çok zor, ancak fotoğrafını görünce kafanızda canlandırabiliyorsunuz.
 Bir ağaç düşünün; bir dalı yere kök salarak yayılıyor, çoğalıyor binlerce gövdesi oluşuyor;
Yedi bin kişinin sığınabileceği büyüklükte bir ormana dönüşüyor... 
Banyan Ağacı; ruhani liderleri Buddha “Ben banyan ağacıyım” dediği için Hintlilerce kutsal kabul ediliyor ve her bir dalının yere doğru uzamasıyla toprakta kök salarak yeni gövdeler oluşturduğu için ölümsüzlüğü simgeliyormuş...
***
Bunları öğrendiğimde ben de Banyan ağacını takım ruhu bilinciyle hareket eden liderlere benzettim.
Tüm bilgi ve tecrübelerini takım arkadaşları ile paylaşarak, takipçiler değil kendi gibi liderler yaratmaya çalışan,
Hatta yetiştirdiği kişilerin kendinden daha başarılı olması için uğraşan liderlere...
Dallarını toprağa salıp binlerce yeni ağaç yaratan Banyan ağacı gibi...  
Teşekkürler Kamuran Hanım.

* 7 Ocak 2010 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı



......

2010




Bugün 2009‘un son günü...
Acısıyla, tatlısıyla bir yıl daha geçti ömrümüzden, göz açıp kapayana kadar;
Belki her zaman ki gibi çok sıradan, belki de hiç ummadığımız kadar heyecanlı!
2009 yılı sizin için nasıl geçti bilmiyorum? Ama geriye dönüp baktığınızda;
Varsa hatalarınızdan ders çıkartabilmek ya da başarılı ve sevinçli günlerinizi anımsayabilmek için, hafızanızın bir köşesinde yer açabiliyorsanız eğer; ne mutlu size...
***
Yarın 2010 yılının ilk günü;
Hepimiz her yıl olduğu gibi 365 sayfalık bir defterin, bembeyaz ilk sayfasını açmak için gayri ihtiyari ilk önce işaret parmağımızı tükürükleyeceğiz...
30 yıldır görmediğim ortaokul arkadaşım İsmail‘in teknoloji sayesinde bizlerle paylaştığı yeni yıl mesajın da dediği gibi:
''Yarın yine 365 sayfalık bir öyküye başlayacağız. Her güne bir yaprak saklayıp, her yaprağa bir öykü sığdırıp en mutlu öyküyü yazmak‘‘
Gerçekten amaç bu olmalı...
Bu sayfalarını nasıl ve ne ile dolduracağımız sadece bizim elimizde;
Öyleyse bu yıl, kötü, çirkin, olumsuz şeylere odaklanmak yerine; iyi, güzel ve olumlu şeylere odaklanmalıyız...
Bilmemiz gereken tek şey ’’Biz izin vermedikçe, kimse bizi üzemez; biz hazır değilsek hiçbir şey bizi mutlu edemez.‘‘
O nedenle; ne düşündüğümüze, kimlerle zaman geçirdiğimize ve geleceğimizle ilgili aldığımız kararlara çok dikkat etmeliyiz...
Çünkü geleneksel olarak her yıl sonu yaptığımız gibi, bir sonra ki yılı masaya yatırıp, muhasebe yaparken bulacağız kendimizi...
''Ben nerde yanlış yaptım diye dövünmek yerine''  ''İyi ki böyle yapmışım'' Demek keyifli olsa gerek...
***
Biz bu akşam ne yapacağız?
Her yılbaşında olduğu gibi bu akşam 2009‘un son gününü sevdiklerimizle, dostlarımızla geçirerek bize biçilen rolleri oynayıp mutlu olacağız ya da ’’mış gibi‘‘ yapacağız.
Yeni bir yıla girmenin sevinci ve heyecanı ile bir sürü kararlar alacağız.
''Daha çok ya da az çalışacağım, ailemle daha fazla birlikte olacağım, daha az ya da çok para harcayacağım, daha az yiyeceğim, daha çok kitap okuyacağım, hemen spora başlayacağım, bir müzik aleti çalmayı öğreneceğim, yabancı dil kursuna gideceğim‘‘ vs. gibi
Uzmanlara göre, bir karar verildiğinde, bu karar yazılı hale getirilip ’şu tarihe kadar yapılacak‘ diye yanına not düşülürse ve her gün bu karar iki defa okunursa gerçekleşme olasılığı çok fazlaymış. Eğer alınan karar yazılıp, tarih konmazsa hayal olmaktan öteye gitmez. Hep bir sonraki yıla ertelenirmiş…
Sonuçta vermek istenen kilolar bir türlü verilemez, müzik aleti bir köşede paslanır, öğrenilmek istenen yabancı dil hiç öğrenilemez, okunacak kitaplar biriktikçe birikir.
Bir araya gelmeyi düşündüğün eski dostları göremeden bir bakmışsınız ömür gelip geçmiş…
O zaman başlar pişmanlıklar işte...
Keşke şöyle yapsaydım. Keşke şunu söyleseydim. Keşke şunu öğrenseydim.
Keşke, keşke, keşke…
'Keşke' sözcüğü hiç hoşuma gitmez. Onun yerine 'iyi ki' sözcüğünü tercih ederim.
İyi ki böyle yapmışım, iyi ki bunu söylemişim, İyi ki bunu öğrenmişim iyi ki de bunu yaşamışım.
İyi ki!
Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi?
***
Yarın 2010 yılının ilk günü;
İlk işiniz; gerçekten hayatınıza dair yapmak istediklerinizin kararını, bir deftere yazmak, eğer daha önce hiç yapmadıysanız önümüzdeki yılı planlamak olmalı...
Şu anda küçük bir çocukken olmak istediğiniz, hayal ettiğiniz kişi misiniz?
Bulunduğunuz mevkiden hoşnut musunuz?
Kendi seçtiğiniz hayatı mı yaşıyorsunuz yoksa başkalarının sizin için seçtiği hayatı mı?
Bir düşünün...
***
Aldığınız her kararın, hayal olmaktan çıkıp gerçekleşmesi, keşkelerin hayatınızda olmaması dileğiyle, huzurlu ve sağlıklı bir yıl dilerim…
.................................................................................................................................................................
Bu yazı toplam [ 887 ] defa okundu Bu yazıya toplam [ 5 ] adet yorum yapıldı

[ Yorum yap ] [ İhbarda bulun ] [ Arkadaşına gönder ] [ Çıktı Al ]

YORUMLAR 5 / 5
FÜGEN; MUTLU YILLAR
2 Ocak 2010, Cumartesi - 01:35:41
canım ne güzel kagıda dökmüşsün. umarım yaşamımızda keşke sözcügü hiç olmaz. nice mutlu saglıklı yıllara...
İZMİTLİ; BİZİM KOCAELİ GAZETESİNE TEŞEKKÜR
2 Ocak 2010, Cumartesi - 00:46:42
çok zor geçen bir yılın sonunda bile,umut dolu mesajlarınızla bizi motive etmeye çalıştığınız için teşekkür ederim.iyi ki varsınız müzeyyen hanım... sizin gibi donanımlı kişileri bizimle bir araya getirdiği için bizim kocaeli gazetesine çok teşekkür ediyorum
YILMAZ DEMİR; ESKİ YILDAN FARKI OLMAYACAKSA!
1 Ocak 2010, Cuma - 18:00:32
eğer bu yıldan daha iyi olmayacaksa, en azından öyle bir umut yoksa neyleyim yeni yılı? bayatlamış ve kaşarlaşmış problemlere yenilerinin ekleneceğini bile bile gece 00.00'da yeni yıla sevinç nidalarıyla ve çılgınca "merhaba" demek nasıl bir duygudur? umudumuz elbette var ancak gerçekleşecek diye umidimizi kaybettik. depresif bir durum değil, olsa olsa felekten bir gün araklamanın vermiş olduğu haz! kimler kazandı? gereksiz ve zamansız harcamaları kültürümüze sokanlar; kimler kaybetti? birbirlerine verilecek değerin manasını bilmeyenler ve bunu yılın muhtelif günlerine (!) yayanlar. eğer bugün, dünden daha iyi değilse her iki gün de kayıptır. yeni yılınızın her günü mutlu ve kutlu olsun!
G.M; EĞİTİMCİ
31 Aralık 2009, Perşembe - 16:42:39
hedeflerinin gerçekleşmesi,ülkemizin huzura kavuşması dileği ile mutlu yıllar canım!
ESKİ İLÇE BAŞKANI; KEŞKE
31 Aralık 2009, Perşembe - 11:25:02
her yeni yılı yenileneceğini zannettiğimiz zumutların habaecisi olarak görmeye çelışıyoruz elbette. boş beyaz sayfaların açılacağına da umutlanıyoruz. umutlanıyoruzda 2 ocak sabahında da çocuğun dergi borcu için şu alyansımımı satsam, bugün acaba iş bulabilecekmiyim. yada ödenemeyen borçlar için icra gelecekmi. dahada kötüsü yarın işten atılırmıyım korkusu insanlarımızın yeni yılda yeni umutlara olan beklentisini karartıveriyor. 2009 bitmedği gerçeği yüzümüzü kağıt topağı gibi yapıveriyor. ülke nufusunun üçte biri bu karanlıklar içinde yeni yılın geldiğinin bile farkına varamıyor. ama yinede yeni yıl temennilerin güzel, kulağa hoş geliyor. sevgiler. umarım yeni yılda tüm beklentilerin gerçeğe dönüşür.

* 31 Aralık 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Düşünmek...



Hiç düşündünüz mü; ilkokula başladığınız da en büyük hayaliniz neydi?

(Büyük olasılıkla; okuma-yazma öğrenmek)

Okuduğunuz okulu -İlkokul, lise ya da üniversite- bitirdiğiniz de, bir iş bulmak (ne iş olursa yaparım!);

İş bulduğunuz anda ki hayaliniz; emekli olmak...

Peki, emekli olduktan sonraki hayaliniz?

Hayal kurmak parayla değil ya; küçükten büyüğe bir sürü hayal kurabilirsiniz: 

Nohut oda bakla sofa da olsa bir ev, ayaklarınızı yerden kesecek bir araba, belki yazlık,

Yurt dışı seyahati, tekne almak, kendinize ait bir işyeri kurmak vs. vs.

***

Emeklilik hayali kurmak, erken emekli olmak, emekli olduğun da çok vakit bulup bol bol gezmek, ya da bahçesinde gül dikmek kim istemez ki?

İşte bu yüzden; geçen yıl sosyal güvenlik yasasında değişiklik olacak diye ;

Bu yasa değişikliğinden çocukları etkilenmesin, ‘‘mezarda emekli’’ olmasın diye;

Koca koca adamlar beşikteki bebelerini işçi gösterip, sigortalattılar...

Yanlarında karın tokluğuna çalışan bir sürü sigortasız işçiyi düşünmeden (rağmen)...

***

Emeklilik sonrası kafanızda ki hayaliniz nedir bilmiyorum ama emekli olduktan sonra ne olacağınızı, etrafınızda ki tanıdığınız emeklilerden birine baktığınızda az çok görebilirsiniz;

Emeklemek!

Ayın son gününü zor getirmek;

Kılı kırk yararak, her şeyi ucu ucuna eklemek;

‘‘Oyuncak isterim’’ Diye tutturan çok sevdiğiniz torununuza, sokak ortasında tokat atabilmek;

Maaşı aldığınız gün tamamını borçlara dağıtıp eve parasız gitmek;

Kredi kartıyla üç ay ertelemeli on taksitli alışveriş yapmak;

Çocuğun okul, dershane, yurt parasını denkleştirmek için aynı elbiseyi yıllarca giymek;

Sinema, tiyatro, kitap, spor yerine televizyonun karşısında oturup saçma dizileri seyretmek;

Yeni bir işe başlayıp, tekrar çalışma hayatına dönmek...

O en başta; okula, iş hayatına başladığınız da ki heyecan ve hayallerinizi çoktan unutmuş,

yorganınızı büyütmek yerine, ayağınızı iyice içeri çekip, anne karnındaki gibi büzülmüşsünüzdür...

***
Ey emekli kardeşim!

Daha dün; emeklilik maaşına yapılan 10 liralık zammı protesto etmek için yürüyüş yolunda slogan atarak yürüyen; 10 lirayı başbakana postalayan emeklilere bakıp;
‘‘Bunlar ne yapıyor’’ diye şaşkın şaşkın düşünüyordun...

Şimdi de maaşından kesilen paranın nedenini düşünüyorsun!

Düşünmek iyidir, düşün!

Hatta başbakanın buyurduğu gibi; büyük düşün!

.......

Not: Bu yazı birçok SSK emeklisinin bu ay ilaç almadıkları halde maaşlarından neden para kesildiğini merak ettikleri, kesintinin nedenini sorguladıkları için yazılmıştır.

* 24  Aralık 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı
  

Geçen hafta...



Bildiğiniz gibi hafta da bir perşembe günleri bu köşe de siz okurlarımla buluşuyorum.
Ne yazık ki geçen hafta yazmadım, daha doğrusunu söylemek gerekirse yazamadım...
Geçen hafta;
Yazımı yazmak için bilgisayarın başına her oturduğumda, nedense sudan bir sebep bulup kalktım. Klavyelere her dokunduğumda, parmaklarım sanki yandı, bilmiyorum belki dondu, belki de felç oldu; yazamadım...
Alışveriş yapmak için markete gittiğim de; bir şeyi almak için uzanan elim hava da kaldı; alamadım...
Yaklaşan yılbaşı nedeniyle albenisi daha da arttırılan vitrinlere baktığımda eskiden içim açılırdı. Eşe dosta en güzel sürprizi hazırlayabilmek, onların o mutlu ve şaşkın yüz ifadesini görebilmek için en ilginç hediyeleri bulmaya çalışırdım; yapamadım. Vitrinlere boş boş baktım...
***
Geçen hafta; yaptığım her işte, baktığım her yerde, elimi uzattığım her şey de;
Yüz yirmi liralık er maaşının yüz lirasını annesine gönderen şehit er Fatih geldi aklıma ve yaşadığı sıvasız derme çatma ev...
Çocukluğunu ve gençliğini üniversiteye girip bir meslek sahibi olmak için yaşayamayan;
Belki mahallesinde hiç seksek, saklambaç oynamadan, sürekli test çözen; dershane okul arasında mekik dokuyan; bindiği otobüse molotof kokteyli atıldığı için yanan;
‘‘Ne oldu bana, nerdeyim ben? Lütfen, daha çok erken; benim geleceğe dair hayallerim, beklentilerim var!’’ Diye bakan o şaşkın, o a acı dolu fotoğrafın sahibi henüz 17 yaşında ki Serap geldi aklıma...
Ve kıt kanaat geçindiği halde kızları ayakları üzerinde durabilsin, kimseye muhtaç olmasın, okusun diye dershaneye yollayan; Serap’ın babasının kızının ardından bakışı...
Geçen hafta; dizi dizi sıralanmış tabutların içinde yatan gencecik fidanların ve onların yolunu gözleyen sevenlerinin; yaşama dair kim bilir ne hayalleri vardı diye düşündüm durdum...
Sabahlara kadar uyuyamadım; yazamadım...
Bursa’da ihmal yüzünden çöken maden ocağının başında yakınını ‘‘Belki sağdır’’ diye bir umutla bekleyen gözü yaşlı insanlar geldi aklıma...
‘‘İnsan canı bu kadar mı ucuz, bu kadar mı değersiz? Bu kadar mı kolay öldürmek?’’
Diye düşündüm durdum; yazamadım.
Özür dilerim...

* 17 Aralık 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

10 Aralık 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

İyi de kötü de bizim içimizde...

‘‘İnsanlar doğduklarında iyidir’’ sözüne hemen hepimiz katılırız değil mi?
Hatta ailelerin (herhangi psikolojik bir sorunu yoksa) iyi evlat; öğretmenlerin iyi bir yurttaş yetiştirmek için büyük çaba harcadığına...
Peki, nasıl oluyor da daha sonra bazı insanlar iyi kalabilirken;  bazıları kötü ruhlu oluyor?
Bazı insanlar küçük bir mimikle ya da sözle moralimiz bozukken bile, neşelenmemizi sağlarken;
Bazı insanlar neşemizi, enerjimizi çalabiliyor?
Neden bazı insanlar iyilik meleği olarak anılırken; bazıları kıskanç, bencil, kötü olarak anılıyor...
Düşünürsek birçok neden bulabiliriz...
Elbette yaşam her zaman, herkese aynı derecede adil davranmıyor. Hak ettiğimiz, istediğimiz şeyleri elde edemeyebiliyoruz.
Ama bu durum kişiliğimizi, karakterimizi kötü yönde değiştirmeye neden olmalı mı?
Bu hafta Paulo Coelho’nun iyi ve kötüyü anlatan müthiş hikâyesini sizlerle paylaşmak istiyorum.
***
Leonardo da Vinci; 'Son Aksam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle
 karşılaştı...
 İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...
  Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.
 Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti.
 Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
 Aradan 3 yıl geçti. 'Son Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı;
Ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı...
 Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.
 Günlerce aradıktan sonra Leonardo; vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.
Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.
 Leonardo; yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi. Çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.
 
Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş; gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
 ‘‘Ben bu resmi daha önce gördüm.’’
 
‘‘Ne zaman?’’ diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
‘‘Üç yıl önce’’ dedi adam...
‘‘Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce... O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum.
Pek çok hayalim vardı. Bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti.’’
***
Aslın da iyi de kötü de bizim içimizde. Önemli olan biz ne olmaya karar verdik! 
 Hani bir söz vardır: ‘‘Bazı insanlar odaya girdiklerinde odayı aydınlatır, bazıları ise çıktıklarında’’
Her zaman odayı aydınlatanlardan olmanız temennisiyle... 

* 3 Aralık 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Ne anlatırsan anlat...




Aylardır domuz gribi ile yatıp kalkıyoruz...

Aşı olsak mı olmasak mı?

Caiz mi, değil mi?

Aşı olacaksak; adjuvanlı mı, adjuvansız aşı mı olmak lazım?

Sağlık bakanı ‘‘Mutlaka aşı olmak gerekiyor’’Diyor;

Başbakan,  ailesi ile birlikte aşı olmayacağını söylüyor...

Basılı ve görsel medya da bilimsel makaleler, tartışmalar, yorumlar.

Öneriler, tavsiyeler, temenniler...

Herkes birden bire domuz gribi uzmanı kesildi başımıza...

Sonuçta kafamız karıştı; çok sıkıldık çok...

***

İthal edilen domuz gribi aşısının yarı fiyatına, aşıyı üretecek fabrikanın kurulabileceğini;

Bizim ülkemizde ki bilim adamlarının bu aşıyı üretip üretemeyeceğini;

Risk gruplarının mutlaka aşı olması gerektiğini;

 Başbakanın neden aşı olmadığını? Acaba Aralıkta gideceği Amerika’da mı olacağını?
 V
s. vs. tartışırken; bir arkadaşım facebook paylaşım sitesinde konuyla ilgili bir video paylaştı...

Hani Mevlana’nın bir sözü vardır ya ‘‘ Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı (algıladığı) kadardır’’ Diye. Bu söz tam da bu video için söylenmiş diyebiliriz.

Hepimizin tanıdığı, akıl danıştığı mahalle komşumuz Ayşe Teyze ya da Fatma Abla tarzında bir hanımı konuşturup, videoya kaydetmişler.

Bu hanımın domuz gribi hakkında söylediklerini, şivesine dokunmadan sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bakalım vatandaşı temsil eden bu teyze domuz gribi ile ilgili ne anlamış?

***

Bak oğlum ben domuz gribi neyin inanmıyorum. Bunlar hep laf...

Başbakan hanımıylan dış ülkeler de geziyor. Abdullah Gül hanımıylan dış ülkelerde geziyor.

İç işleri bakanı, dış işleri bakanı hepisi dışarıda geziyor. Onlara gelmiyor bu domuz gribi de;

evde oturduğumuz yerde bizim gibi garipleri nerde bulacak. Herkes açlıktan ölüyor...

Kalp yetmezliğinden ölene domuz gribi diyorlar, açlıktan ölene domuz gribi diyorlar, bakımsızlıktan ölene domuz gribi diyorlar...
Ben neylen bakim üç yüz milyon maaşlan, bunu alim de neylen ?

Gıdalı, gıdalı yiyeceğmişiz.

Tepelerden PKK’lıları indirdiler; gözelim askerlerimizi şehit ettiler. N’aptılar?

Onu örtbas etmek için attılar bir domuz gribi lafı.

Önce domuz gribi var ısa da (Hem inanmıyor hem de olabilir diye düşünüyor),

gurban olduğum Allahım önce mecliste bütün mikropları öldürsün.

O domuz gribi hepsi onar milyon para alıyor da aldığımız üç yüz milyon maaşla bana mı gelecek?

Tabii orada yesinler, rahatça otursunlar da...

Benim gözümün önünde Abdullah Gül ilen karısı, Tayyip Erdoğan ile karısı, Ali Babacan, İç İşleri Bakanı, zenginlerin bebeleri; hepisi aşı olsun...

Bence onlar getiriyor bu domuz gribini. Kim gidiyor dış ülkelere?

Niye bizim ülkemiz de olmuyor bu ilaçlar da Amerika’dan geliyor?

Milleti mahvedecek; milleti felç edecek; millete kıran girecek!

Ondan sonra ne olacak?

Domuz gribi neyin değil başbakanım. Biz açlıktan hastayız.

Ne bebelerimizin işi var; ne emeklilerimize zam var. Hiçbir şey...
 Nokta nokta zammınan eğer idare ediyorsan, buyur bu aylık senin olsun.

Nasıl geçim edeceğisen et! Sen orda rahatça oturupta yiyipte iğneyi bana vurdur; gıdayı bana aldır.
 Sen ne yapacan başbakanım? Hiç olmazsa ver gıdayı da yiyelim.
Pazara bile gidemiyoruz...
Bahçemiz var ufacık bir; yazın yeşillik, kışın kurusunu yiyecez diye vallahi mahvolduk.
Bizim vebali günahımızı öbür dünya da nasıl çekecen?
Oturuyon, haktan hukuktan konuşuyon; öksüz garip yetimlerin hakkını sen nerde koyacan...
Öksüzler yetimler üç yüz milyon maaş alıyor.
Milletvekilleri onbeş milyar maaş alıyor. Bir elini vicdanına koy.

Eğer o yattığın yastıkta rahatça uyuyabiliyorsan, vicdanın rahat ısa ,bende burada rahatım hadi iyi gunler...        
***
 Bilimsel makaleler, tartışmalar, yorumlar, öneriler, tavsiyeler, temenniler...
Ne söylersen söyle, ne anlatırsan anlat;  karşındakinin anladığı kadardır.

Sağlıklı bayramlar dileğimle...

* 26 Kasım 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı
   
  

Her şeye rağmen, dişhekimleri günü kutlu olsun...




Ülkemizde, bilimsel dişhekimliği eğitimi 22 Kasım 1908 tarihin de başladığı için;
her yıl 22 Kasımı içine alan haftayı ‘Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftası’ olarak kutluyoruz.

Geçen yıl Dişhekimliği Haftasın da ‘‘Ağız sağlığı sözde kalmasın’’ başlıklı yazımda:

Bilimsel dişhekimliği eğitimin ülkemizde başlamasının üzerinden bir asır geçtiği halde;

Ağız ve diş sağlığını ne toplum olarak, ne de hükümet olarak önemsemediğimizi, ihmal ettiğimizi;

Diş sağlığını ihmal etmenin kalp-damar, göz, böbrek vs. gibi vücudun diğer organlarında ikincil hastalıklara neden olabildiğini; 

Dünya Sağlık Örgütünün, diş ve diş eti hastalıklarının yaygınlığı ve tekrarlama oranları nedeni ile insanların karşılaştığı en büyük sağlık sorunlarından biri olduğu belirttiğini;

Buna rağmen Sağlık Bakanlığının ‘‘Diş ve dişeti hastalıkları, genel sağlığı etkileyen sorunlar yaratmadığı için bizim açımızdan önemli bir sağlık sorunu değildir’’ diyerek işin içinden sıyrıldığını yazmıştım...   

***
Geçen yıldan bu yana;

Ne Türk Dişhekimleri Birliği’nin  ‘Kamunun serbest çalışan dişhekimlerinden hizmet alımı projesi’ için düzenledikleri imza kampanyası;  

 Ne Türk Dişhekimleri Birliğinin Sağlık Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı ile müzakereleri;

Ne Türk Dişhekimleri Birliği MYK üyeleri ve Dişhekimleri Odalarının yöneticilerinin Başbakanlık ve Sağlık Bakanlığına , siyah çelenk koymaları;

Ne de Adana’da dişhekimlerinin hükümeti protesto etmek için diş koltuğu yakmaları çözüm olabildi…

Ne yazık ki hükümetimiz patroit füzelerine ayırdığı bütçeyi, halkın ağız ve diş sağlığı için ayıramadı...

***

Aslında ülkemizde diş ve dişeti hastalıkları o kadar ciddi boyutta ki;  yapılan araştırmalara göre ülkemizdeki 22 binden fazla dişhekimi halkın ağız ve diş sağlığı sorununu çözmeye, tedavi etmeye kalksa ancak otuz dört yıl süreceği söyleniyor...

Yani kamuda çalışan beş bin beş yüz dişhekimi ile bu sorunu çözmenin mümkün olmadığı gün gibi aşikâr...
Ancak AKP iktidarının sağlık alanında yürüttüğü politikaların, sağlık sistemindeki sorunları çözecek kapsam ve nitelikte olmadığını; sağlıkta dönüşüm programının, aslında sağlıkta yıkım programı olduğunu yetkili kişiler tarafından sürekli dile getirilse de; toplum hala bunun farkında değil!
Üstelik, ülkemizde bilimsel Dişhekimliği eğitiminin başlamasının üzerinden bir asır geçmesine rağmen; hala ülkemizde dişhekimliği eğitimi almayan kişiler, sıhhi olmayan ortamlarda diş çekebiliyor, dolgu ve protez yapabiliyor...

Bunun sebebi; cezası çok caydırıcı olmadığı için midir?

Ya da;  halkın yeterince bilinçli olmaması mıdır? Bilmiyorum...

Ancak ülkemizde üç ila beş bin arası sahte dişhekimi olduğu söyleniyor...

Bugünler de ne acı ve ne yazıktır ki; sahte dişhekimlerinden korkacağımıza, bu konuda önlem alıp bilinçleneceğimize; her yıl yeni bir isimle hortlayıp gelen gripten korkuyoruz.
***

Bu yıl dişhekimliği haftası ile ilgili güzel şeyler yazmak isterdim…

Ne yazık ki geçen yıldan bu yana, değişen hiç bir şey yok…

101 yıl sonra hala ehliyetsiz kişiler diş çektiği için, insanlar ölüyor;

Kimsenin umurunda değil...

Bütçeden sağlık için değil, savaş için para ayrılıyor;

Kimsenin derdi değil...

En kutsal mesleklerden birine sahip dişhekimleri gelecekleri için kaygı duyuyor;

Kimse farkında değil...

Ne diyeyim; her şeye rağmen meslektaşlarımın Dişhekimleri Haftası ve Günü kutlu olsun...

* 19 Kasım 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Kendimizle barışmadan Kocaeli seçmeniyle barışamayız


CHP merkez ilçe ve ili binası tam bir arı kovanı.
Sarıbay 29 Mart seçimlerini omuzlamış kadronun aktörlerinden hiçbir ismi yaptığı il listesine almadı.
Sarıbay ‘Taze kan’ anlayışını pekiştiriyor. CHP’de uzun süredir yararlanılmayan partinin kenarda tuttuğu değerlerini göreve çağırıyor.Bunlardan biri eski Hereke Belediye Başkanı AHMET ARIT. Bir diğeri Diş Doktoru MÜZEYYEN TAN.
Sarıbay partisinin kadrolarının çok zengin olduğunu belirterek ‘CHP gizli hazine’ diyor ve bugüne kadar kenarda tutulan hiç mi hiç vitrine çıkarılmayan değerlere yöneliyor.
Sarıbay’ın listesini analiz ettiğinizde umut veriyor.
Bu umudun içinde MÜZEYYEN TAN da var.
MÜZEYYEN TAN has bir CHP’li. Görev verildi mi sırtlanan sırtlandığının altında kalmayan bir özlü köklü partili.
Kendisine ‘Yine görevdesiniz’ diyoruz.
Başlıyor anlatmaya:
‘Ben önce ülkemi seviyorum. Bu ülke bizim.
Ülkem sıkıntılı.
Ülke kötü yönetiliyor.
Ülke örseleniyor.
Ülke elimizden çıktı.
Cumhuriyet’in çağdaş değerleri söküldü atıldı.
Bir yandan da seksen yılda devlet ve birey ne biriktirdiyse hepsi haraç mezat elimizden çıkıyor.
Bunları söylediğimiz zaman bugünkü AKP yönetimi ‘Evet ama ‘ diye söze başlıyor arkasından sonuç  ‘Alternatifimiz yok’a yaslanıyor.
Gerçekten AKP’nin ALTERNATİFİ yok mu?
CHP cumhuriyeti kuran kökü Kuvva-i Milliye’ye dayanan bir siyasi parti.
Devleti kurmuş ve yönetmiş bir parti.
Son kez DYP-SHP koalisyonunda ülkenin içine düştüğü koşullar bugünden daha mı kötüydü.
Türkiye 1991 yılında Erdal İnönü-Demirel birlikteliğinin beş yüzüncü gününde yaptıkları basın toplantısında telaffuz edilen rakamları daha otuz yıl hayal bile edemez. Borç iki yüz yirmi milyar dolardan beş yüz elliye çıkmış.
Bütün birikimlerimiz ülkenin altın yumurtlayan değerleri satılmış.
Hem devlet yoksullaşıyor hem halk yoksullaşıyor.
Kepenk indiren indirene.
Sürekli daralan bir ekonomi.
İnsanımız çaresiz.
Hunharca cinayetler ve intiharlar tırmanıyor.
Aileler dağılıyor. Parçalanıyor.
Bu denli çaresizliği ülke hiç yaşamamış.
Alternatifi olmayan sonuçta bu.
Sözü uzatmak istemiyorum.
CHP altyapısından üst yapısına tarihi bir sorumluluk içinde. Bu sorumluluğu duyan herkesin bir şeyler yapması gerek.
Ülkenin bir beş yıl daha AKP zihniyetine dayanmaya mecali yok.
CHP Genel Merkezi 29 Mart seçimlerinde ağır bir yenilgi yaşayan Kocaeli’ni dinamize etmek için bir nöbet değişikliği yaptı.
Sayın Cengiz Sarıbay’a genel merkez Kocaeli’ni toparlama, geri kazanma görevini verdi.
Bu karara saygı duyuyorum.
Ve Sayın Sarıbay inanarak, güvenerek ‘Varmısınız’ dedi.
Bu benim için hem bir görev hem bir onurdur.
Bu onuru gösterenleri utandırmamak bu güveni sarsmamak için ne biliyorsak gücümüz neye yetiyorsa mücadele edeceğiz.
Gereğini yapacağız.”
Şimdi siz soracaksınız.
“Gereği nedir” diye.
Toplum seçmen bizden ne istiyorsa, önce onu belirleyerek gereğini yapacağız. Sayın Sarıbay kılı kırk yararak sorumluluk bilinci içinde yeni bir ili yönetimi oluşturdu.
Bu ülkeyi seven her CHP’li artık kendi sorunlarını değil ülkeyi düşünerek Cengiz Sarıbay’a destek vermeli. Arkasında durmalıyız.
Gün dargınlık, kırgınlık, ben ne olacağım günü asla değil.
Biliyorum ciddi, zor ve tarihi bir sorumluluk altındayız; altındayım.
Umutluyum.
ÇÜNKÜ…
Bütün CHP’liler bu anlayışta birleşmişler. Bu umudumu arttırıyor.
Biliyoruz ki…
KENDİ İÇİMİZDE BARIŞMADAN KOCAELİ SEÇMENİ İLE BARIŞMAMIZ MÜMKÜN DEĞİL…
Bunu mutlaka sağlayacağız.
İl yönetimi önce bu misyonu yüklendi.
Hedefimiz daha sonra yaklaşan seçimlerde kentten birinci parti olarak çıkmak.
Bunun koşulları var.
Yeter ki biz gerekeni, doğruyu yapalım.

* 15 Kasım 2009 Değişim 41 Dergisi'nin benimle yaptığı söyleşi















12 Kasım 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Kazlar ve takım ruhu



Dilimiz de anlama güçlüğü çekenler için kullanılan bir deyim vardır: Kaz kafalı!

Aşağılamak, küçümsemek, alay etmek için kullanılan bu deyim; nasıl oldu nerden çıktı bilmiyorum ama aslında kazlar çok zeki hayvanlardır. Hatta biz insanlara ders verecek kadar zekiler...

Bilim adamları, kazların göç ederken neden V şeklinde uçtuklarını merak etmişler ve nedenini araştırmışlar.

Araştırmaların sonucunda kazların takım ruhu bilinciyle hareket ettiklerini fark etmişler.

Ailede, iş yaşamında, sporda, sivil toplum örgütlerinde, siyasi partilerde, kısaca en küçükten en büyüğe bütün kurumlarda, takım ruhu ile hareket etmenin başarıyı getirdiğini hepimiz biliriz.

Biliriz de uygulamaya gelince; egolar devreye girer, takımı-makımı, ruhu-muhu unuturuz...

Kazların sergiledikleri takım ruhu ile ilgili hikâye bugüne birçok yazar tarafından kaleme alındı ama özellikle birlik-beraberliğe çokça ihtiyacımız olduğu bu dönemde ben de sizlerle Milton Olson’un yazısını paylaşmak istiyorum.

***

Sonbaharda V oluşturarak kış mevsimi için güneye giden kazları gördüğünüzde, o şekilde uçmalarının nedenini düşünebilirsiniz; bilim bunu keşfetmiştir.
Her kuş, kanatlarını çırparken, kendini izleyen kuşu yükselten bir güç yaratır. Tüm sürü V şeklinde uçarak, kuşların ayrı uçacağı duruma göre yüzde 71 daha hızlı uçar.
(Ortak bir yön ve birlik duygusunu paylaşan kişiler hedeflerine daha çabuk ve kolay ulaşabilirler, çünkü birbirlerinin kaldırma kuvveti üzerinde yükselebilmektedir.)

Bir kaz, bu grubun dışına çıkarsa, yalnız yol almanın sürtünme kuvvetini hemen hisseder ve öndeki kuşların kaldırma kuvvetinden yararlanmak için hızlıca oluşuma döner.
(Kazlar gibi bizde, aynı doğrultuya yöneldiğimiz kişilerle birlik olup en uygun grubu yaratırsak (ayrıca, onların yardımına açık ve yardım etmeye istekli olursak) başarı olasılığımız artar.)

Öncü kaz yorulduğunda, yerini başka bir kaza bırakarak gruba geri katılır.
(Zorlu işlerde nöbetleşe çalışmak yararlıdır.)

Kazlar gibi insanlarda birbirlerine bağımlıdır. Arkadaki kazlar, hızlarını yüksek tutmaları için öndekilere seslenerek onları yüreklendirirler.
(Bizimde arkadan seslenmemizin yüreklendirme olması gerekir; başka bir şey değil...)

Son olarak, bir kaz hastalanır ya da insanların tüfekleriyle vurulup oluşumdan çıkıp yere düşerse, iki kaz daha ayrılır, yanına gelir, yardım ve koruma sağlarlar. Düşen kaz yeniden uçabilene ya da ölene dek yanında kalırlar. Ancak o zaman tek başlarına uçmaya başlar ya da başka bir gruba katılırlar.
(Bizde kazların duygu ve anlayışına sahip olursak, hem güçlü olduğumuz zamanlar hem kara günlerde birbirimize destek olabiliriz.)

* 5 Kasım 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı





En büyük bayram kutlu olsun...


Bugün 29 Ekim 2009...
Ulusumuzun başkomutan Atatürk önderliğinde, yedi düvele karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinden zaferle çıkması sonucunda kurulan cumhuriyetimizin, 86. kuruluş yıldönümü...
Ulusal birlik ve beraberliği sağlanmanın en büyük güvencesi olan cumhuriyetimizi, bu yıl dönümünde, her zamankinden daha fazla coşku ve gururla kutlamaya ihtiyacımız var...
Bağımsızlığımızın sembolü olan bayraklarımızla evlerimizi, iş yerlerimizi gelin gibi süsleyelim.
Bugün en büyük bayramımızı kutlarken; tek yürek, tek yumruk olduğumuzu,
Cumhuriyetimizin değerlerine sahip çıktığımızı bütün dünyaya gösterelim...
Bu saat 19.00‘da CHP İzmit İlçe Örgütü fener alayı düzenliyor. 
Merkez bankası önünden başlayarak yürüyüş yolunda gerçekleştirilecek fener alayına, partili partisiz herkes ailecek katılıp;
 Avazımız çıktığı kadar marşlarımızı söyleyerek, ellerimiz de meşalelerle yürüyelim...
Lazı, kürdü, çerkezi, genci yaşlısı demeden; el ele, kol kola, birlik, beraberlik, kardeşlik duyguları içersinde, türküler söyleyelim.
Hep birlikte: ’’Yaşasın cumhuriyet, Yaşasın tam bağımsız Türkiye‘‘
’’Ne mutlu Türküm Diyene‘‘ Diyerek yeri göğü inletelim...
Var mısınız?

* 29 ekim 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı


22 Ekim 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı

Sorunlara değil, çözümlere odaklanmak...



 29 Mart seçimlerinden bu yana, kentimizde en çok tartışılan konu CHP...

Tartışmalar önce; kahvehanelerde, derneklerde, iş yerlerinde, sokaklarda ayaküstü yapılmaya başlandı.

Sonra herkes eteklerindeki taşları dökmek için il danışma kurulu toplantısını bekledi...

Ancak il yönetimi, danışma kurulu toplantısına tüzüğe göre davranarak sadece kurul üyelerini ve parti büyüklerini davet edince;
Hem Sabancı Kültür Merkezi’nde yapılan toplantıya ilgi azmış gibi göründü;

Hem de partililer davet edilmedikleri için küstü ve fırsat buldukları her ortam da seçim yenilgisinin kritiğini yapmaya devam etti.

Sonun da öyle bir noktaya gelindi ki; CHP ile ilgili en mahrem konular basında yer almaya başladı...

***

Zaman zaman kendime soruyorum:

‘Seçim sonrası tüzüğe göre hareket edilerek yapılan danışma kurulu toplantısı gibi;

ki ayda bir ilçe örgütleri genişletilmiş danışma toplantılarını yapsaydı, çok büyük katılım sağlasaydı;

Herkes ne düşünüyorsa, içinden geçen ya da aklına takılan ne varsa o toplantılarda söyleseydi;

Yine de kamuoyunda ve basında CHP bu kadar tartışılır mıydı?’’

‘‘İlçe saymanı, seçim harcamalarını siyasi partiler kanununa uygun (İki yüz TL üzeri harcamaları yönetim kurulu kararı alınarak) yapsaydı;

İl saymanı tüzük ve yönetmeliklere göre ilçe hesaplarını inceleseydi;

Konu savcılığa intikal eder miydi acaba?’’ Diye...

Gerçi olmuşla ölmüşe çare yok derler ama hatalardan da ders çıkartmak lazım...

***

Geçen hafta CHP İzmit ilçe örgütünden dokuz kurul üyesi istifası edince, İzmit ilçe yönetimi düştü.

Akabinde, Genel Başkan Deniz Baykal,  Kocaeli’nde ki sorunları yerinde gözlemlemek için MYK üyeleri;

Genel Başkan yardımcısı Bihlun Tamaylıgil, Genel sekreter yardımcısı ve Kocaeli denetmeni Mehmet Ali

Özpolat ve Samsun milletvekili Suat Binici’yi görevlendirdi.

İki gün boyunca gözler CHP il binasına çevrildi...

 Seçimden sonra yöneticilerin dışında kimsenin uğramadığı il binası adeta ana-baba günü gibiydi...

Şimdi herkes merakla iki gün boyunca üç yüzden fazla kişiyi dinleyen MYK üyelerinin hazırlayacağı raporu bekliyor...  

***   

Bu sürece gelinmesinin sebeplerinden biri (yani buzdağının suyun üstünde görünen kısmı gibi);

Yerel seçimlerde belediye başkanları ve meclis üyelerinin belirlenmesinde yöneticilerin izlediği yoldu.

(Pardon yöneticilerin değil sadece 4 kişinin; çünkü il ve ilçe yöneticilerinin, gençlik ve kadın kollarının bu konuda ki düşünceleri sorulmamış!)

Seçilen sağ tandanslı meclis üyelerinin istifa edip, iktidar partisine geçmesi ya da meclis toplantılarında

CHP’lilerle birlikte hareket etmemesi; bu yolun doğru olmadığını gösteriyor ama ne çare?

***

Her yeni gün yeni şeyler öğretiyor insana...

Demek ki 30 yıl siyasetle uğraşmak, yanlış yapmaya engel değilmiş...

Demek ki sağ tandanslı kişileri meclis üyesi adayı yaparak seçim kazanılmazmış...

Demek ki seçim stratejisi yaparken B planının da olması gerekli imiş...

Demek ki...

Demek ki!  Diye birçok madde sıralayabiliriz; ama CHP olarak bir an önce;

Sorunlara değil, çözümlere odaklanmamız gerekiyor...
Bugünden itibaren sen ben kavgası yapmak, ‘‘O onu dedi, bu bunu dedi.’’

‘‘O onu yaptı, bu bunu yaptı’’ Diyerek başkalarını suçlamak yerine;

‘‘Bu sonuca benim katkım nedir, ben ne kadar sorumluyum?’’ ‘‘ Neleri eksik yaptım ?’’ Diye kendimizi sorgulamamız gerekir.

Dikkat edin birini suçlarken kaldırdığınız işaret parmağınız karşınızdakini gösterirken;

Diğer üç parmağınızın da sizi gösteriyor!

***

Dünya bilgi ötesi toplumu yaşarken, ülkemizin en köklü partisi CHP’yi Kocaeli’nde temsil eden örgütlerin;  

2011 Genel seçimlerine odaklanıp sahaya inmesi gerekirken; kamuoyunda olumsuz imaj çizmesi, tartışılması çok acı verici...

Hâlbuki herkes ülkenin, kentin, partinin çıkarlarını, bireysel çıkarlarının önünde tutsa;

Birbirlerini yeterince sevse, saysa; yüceltse, iyi yönlerine odaklansa;

‘‘Biz bu seçimlerden ne öğrendik,  nasıl ders aldık?  Bir sonra ki seçimler de neler yapmalıyız?’’

Diyerek harekete geçse;

Partili her üye tıpkı yönetim kurulu üyesiymiş gibi çalışsa;

Başarısızlık söz konusu olur mu?

* 15 Ekim 2009 Bizim Kocaeli Gazetesi haftalık köşe yazısı