13-18 EKİM 2019
GİRİT
"Dünyadaki yūzbinlerce
şehrin her birinde güneş benzersiz şekilde batıyor. Sadece bir defa buna şahit
olmak için seyahat etmeye değer" Ryu Murakami
Eşim ve ben mesleklerimiz gereği çok uzun tatiller yapamadığımız için genellikle tatillerimizi ya seminerlerimizle birleştirerek ya da resmi tatillerde yapabiliyoruz. Yaz aylarında -hele ki resmi tatile denk gelmişse- hem trafik hem de insan kalabalığından, tatil tatillikten çıkıp eziyete dönüştüğü ve de okul çağında çocuğumuz olmadığı için çoğunlukla okullar açılıp, tatil beldeleri sakinleştiğinde tatile çıkmaya çalışıyoruz. Böylece birkaç gün hem sakin bir deniz tatili hem de kültür gezisi yaparak bir taşla iki kuş vurmuş oluyoruz. Yine bir seminer vesilesi ile ekim ayında uzun zamandır gitmeyi düşündüğümüz ama bir türlü fırsat yaratamadığımız Girit’e gitme imkanımız oldu. 6 gün süren bu seyahatimizde Girit Adasını tanımaya, keşfetmeye çalıştık ancak büyük bir yüzölçümüne, doğal güzelliklere sahip ve birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış bu toprakları, bu süre sarfında gezmek, dolaşmak mümkün değil elbette hele ki deniz sezonunda olunca…
Girit’te Akdeniz iklimi hakim olduğu için deniz sezonu
nisandan ekime kadar sürüyor. Ekim ayı benim gibi soğuk deniz sevmeyenler için
bile ideal ısıda.
***
Avrupa’nın en eski medeniyetinin merkezi kabul edilen
Girit, Yunanistan’ın en büyük, Akdeniz’in 5. büyük adası ve Yunanistan’ın aynı
zamanda da Avrupa’nın güney sınırını çiziyor. Girit’in güney sahilleri
Afrika’ya bakıyor. Girit’in güney sahilleri ile Afrika arasındaki denize Libya
Denizi deniyor. Girit; Akdeniz’in ortasında, güneyde Afrika’ya, doğuda Asya’ya
yakın yani üç kıtanın kesiştiği yerde son derece stratejik bir bölgede olduğu
için tarih boyunca birçok medeniyetin uğrak yeri olmuş. Bu medeniyetler
arasında en çok iz bırakanlar;
Venedikliler ve Osmanlılar.
***
Girit’te askeri havaalanını saymazsak, biri Heraklion’da
biri Chania’da olmak üzere iki havaalanı var. Ancak bildiğim kadarıyla ülkemizden
direkt uçuş yok. Eğer hava yolu ile gidecekseniz, Selanik veya Atina aktarmalı;
deniz yoluyla gidecekseniz, Pire, Mykonos, Santorini ve Rodos’a yapılan feribot
seferlerini seçmeniz gerekiyor.
Bizim seminerimiz için özel sefer düzenlendiğinden, direkt
uçuştu ve uçuşumuz Avrupa yakasında inşa edilen Yeni İstanbul Havalimanındandı.
76,5 milyon metrekare bir alanda inşa edilen ve bir yıl önce hizmet vermeye
başlayan, yapım aşamasında gerek ağaç kesimleri, gerek uzaklığı, gerekse
kuşların göç yolunda olması sebebiyle sık sık gündeme gelerek çevrecilerin
tepkisini çeken İstanbul Havalimanını böylece görmüş olacaktık. Daha önce İzmit’ten
Atatürk Havalimanına giderken bile trafik yüzünden uçak kaçırdığımız ve trafiği
de kestiremediğimiz için 10.30 da kalkacak uçak için sabahın köründe yola
çıktık. Tabi o saatte yol bomboştu ve 1,5 saatte havalimanındaydık. Çok erken
gittiğimiz için mi, o saatlerde uçuş olmadığı için mi? Bilmiyorum, hiç kuyruk
beklemeden check-inlerimizi yaptırdık. Böylece uçak saatine kadar yeni havalimanını
inceleme şansına sahip olduk. Dışardan baktığınızda oldukça büyük ve modern bir
yapı ancak alt yapısı nasıldır bilemiyorum. Gözlemlerimize göre sağlık konusunda
eksiklikler var sanki. Havalimanında sağlık problemi yaşayan birinin burada
çözüm bulması zor gibi gözüküyor. Zira özel kuruma verilmiş küçük bir revir
gibi alan, havaalanının bir ucunda. Buraya ulaşmak 15-20 dakikayı buluyor!
***
1,5 saat süren uçuştan sonra Heraklion(Kandiye) Nikos
Kazantzakis Havalimanına indik. Servis otobüsü ile yarım saat mesafedeki Hersonissos’daki
otelimiz Creta Maris Beach Resort’a ulaştık.
Odamıza hızlıca yerleşip, öğle yemeği için çıktık. Akdeniz'de ISO 9001 Uluslararası Kalite Belgesi alan ilk otel olan Creta Maris, tipik Ege mimarisi ile inşa edilmiş, kumlu bir plaja ve masmavi bir suya sahip bir koyda geniş bir alana yayılmış, büyük bir otel (Resort). Dikkatimi çeken, takdir ettiğim durum, bizde olduğu gibi sahili tekellerine almamışlar, sahile inen yol kesilmemiş, üzerinden köprülerle aktivite alanlarına, spor tesislerine ve kongre salonlarına geçiliyordu. Muhtemelen diğer otellerde de aynıdır.
Restorana girdiğimizde öncelikle açık büfe stantlarını gezdik
zira mutfağı ile dünyaca ünlü Girit’in yemeklerini merak ediyor ve tatmak
istiyorduk. Beslenme uzmanlarının en sağlıklı mutfak olarak kabul ettiği
Akdeniz mutfağının çıkış noktası olan Girit’in büyük bir ada olması vesilesi
ile farklı bölgelerinde mikro iklim özelliklerine ve bereketli ovalara sahip
olması, yüksek besin değerli bitki çeşitliliğini artırmış. Girit mutfağı II.
Dünya Savaşında görülen yokluk nedeniyle ortaya çıkmış olsa da, son derece
zengin bir mutfaktır. Yapılan araştırmalarda Girit’te kanser ve kalp
hastalıkları oranları, dünyada rastlanan değerlerin çok altında…
Açık büfe restoranda deniz mahsullerinin ağırlıkta olmasını
bekliyorduk ama et ve tavuk ürünleri daha fazlaydı. Aslında mutfak konusunda
birbirimize epey benziyoruz. Bize tanıdık gelen yemekler oldukça fazla. Yaprak
sarma, kabak çiçeği dolması, musakka, karnıyarık, güveç, şiş kebap, köfte,
cacık, baklava ilk aklıma gelenler.
Otelde yeme içme konusunda en çok ilgimi çeken, açık büfe kahvaltıda envaiçeşit reçellerin olduğu stanttı. Normalde reçel yemem ama reçelinin yapılabileceğini hiç düşünmediğim soğan, acı biber, tütsülenmiş biber, aloe vera, zeytin reçelinin tadına bakmayı ihmal etmedim (Hiçbirini beğendiğimi söyleyemem).Bir de rafine edilmemiş tuz çeşitleri vardı; acı biberli, porçini mantarlı, gül yapraklı, limonlu, baharatlı, red treasure (Kırmızı hazine. hangi bitki bilemedim) ve siyah tuz. Zeytin çeşitlerini söylemeyi unutmayayım. Yeri gelmişken belirteyim; Girit’in dağları, taşları, ovaları zeytin ağaçları ile dolu. Yunanistan’ın zeytinyağı ihtiyacının üçte ikisi Girit’te üretiliyor. Akdeniz efsanelerinde “Ölmez Ağaç” ya da “Hayat Ağacı” olarak geçen zeytin ağacını dikme teşviki var. Bizim gibi maden aramak, beton binalar dikmek ya da dini sebeplerle zeytinleri kesmiyorlar. Aksine üç bin yıllık zeytinden bile ürün alıyorlar. Zeytin ağacından kaşık, çatal, kepçe, havan vb. gibi mutfak araç gereçleri yapıyorlar. Dolayısı ile hediyelik eşyaların birçoğu zeytin ve zeytin ağacından üretilen ürünler şeklinde dükkanlarda, marketlerde yerlerini almış…
Yaklaşık 35 milyon zeytin ağacı olduğu söylenen Girit’te, Zeytin Belediyeleri Derneği (ACOM) Ada’da
yaşasın ya da yaşamasın bütün insanların diyetlerini iyileştirmek, yerel
ürünlerin tüketimini içeren gastronomi turizmini teşvik etmek ve bu sayede Giritliler
için istihdam yaratmak için çalışmalar yapıyor. Okullarda çocuklara verilen
eğitim dışında Ada’yı ziyaret eden turistlere de zeytin ağaçlarının önemi ve
zeytinyağının sağlık değeri ile ilgili broşürler ulaştırmaya çalışıyorlar.
Girit’in doğu tarafında Akdeniz iklimi görülüyor; yerli
muz, badem, keçiboynuzu üretimi yapılıyor. Batıda yağış fazla; avokado, mango,
portakal, ceviz ve kestane yetişiyor. Orta ve güney bölgesinde sebze
üretiliyor, üzüm bağlarından şarap ve kuru üzüm üretiliyor. Kısacası çok
bereketli topraklar. Girit kendi sebzesini yetiştirmekle kalmıyor, fazlasını
Yunanistan’a veriyor. Tarih boyunca farklı medeniyetlerin Girit’i istila etmesi
sadece stratejik bir yerde olmasından değil aynı zamanda bitek topraklarından kaynaklı
olsa gerek.
Girit’in toprağının çok verimli olmasının bir sebebi de su
olması ve diğer adalardan bu özelliği ile ayrılıyor. Santorini, Mykonos gibi
adalarda musluk suyu içilemiyor zira deniz suyu arıtılarak elde edilen su ancak
bulaşık, çamaşır ve banyoda kullanılıyor. Bir fincan kahveyi yapmak için bile şişe
suyu satın almak gerekiyor. Rehberimizin anlatımına göre sadece turizmden gelir
elde edilen Santorini gibi içme suyu olmayan adalarda turizmi daha da
canlandırmak için “Güneşin en güzel battığı ada” şeklinde tevatürler üretilmiş.
Halbuki ünlü yazar Ryu Murakami’nin dediği gibi “Dünyadaki yüzbinlerce şehrin
her birinde güneş benzersiz şekilde batıyor”
***
Girit’teki ilk günümüzü, arkadaşlarımızla otelin mavi bayraklı
plajında yüzerek ve yürüme mesafesindeki şehir merkezini keşfetmekle geçirdik. Deniz
kenarında sıra sıra dizilmiş restoranlar, kafeler, gece kulüpleri, hediyelik
eşya satan dükkanlar… Yunanca konuşulmasa, sanki Ege’ de bir sahil
kasabasındayız. Eşler kapıda “hadisenize” tarzında beklerken, Girit’i anımsatacak
ufak tefek hediyeler almak için her bir dükkana girip, incik cıncık karıştıran,
hiç kullanılmayacak bir şeyi satın almanın mutluluğunu yaşayan biz kadınlar... Allahtan
bizim cennet vatanımızın zeytinyağı da zeytini de lezzetli yoksa damacanalarla
alırdık alimallah!
***
Girit’te gezecek, görecek çok yer var, 5-6 günde bitecek
gibi değil demiştim. Denizden ve seminerden kalan zamanda Girit’te
gezebileceğimiz önemli şehirleri tespit ettik. Dar ve uzun bir coğrafyaya sahip
Adanın önemli şehirlerin hemen hepsi kuzeyde yer alıyor. Heraklion (Kandiye) en
büyük şehri ve başkent. Ticari, endüstriyel gelişimini yanı sıra Knossos,
Phaistos vb. gibi antik alanlar ve doğal güzelliği nedeniyle turizm açısından
da gelişmiş durumda. Girit II. Dünya Savaşında çok bombalanmış, bu bombalardan merkezi
konumundan dolayı Heraklion (Kandiye)epey nasibini almış ve savaş sonrası sil
baştan inşa edilmiş.
Adanın batısında Chania (Hanya) şehri var. Hani bizim bir
işin gerçek yüzünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak anlamında kullandığımız
“Görürsün Hanya’yı Konya’yı” deyimindeki Hanya. Osmanlı döneminde Konya'da çıkan bir isyanın
müsebbiplerinin Konya’dan Hanya'ya sürülmesi neticesi söylenmiş bir söz diye
rivayet ediliyor.
Venedikliler gibi Akdeniz'e hakim olmak isteyen Osmanlı,
1645 te Chania (Hanya)’yı, 1646 da Rethymno (Resmo)’yu
fetheder. Ancak bütün adanın idaresinin alınması 1669’a kadar sürer yani 24 yıl
boyunca savaşılır. Girit’e gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken şehirlerden
biri Hanya.
Osmanlıdan ve Venediklilerden kalma çok eser var, iyi korunmuş ancak
otelimizden arabayla iki saatlik bir mesafede. Gidiş dönüş dört saat yolda
geçeceği için onun yerine yarım saat mesafedeki Kandiye’yi gezmeyi seçtik.Adada otobüsle dolaşmakta mümkün ama biz hem zamandan tasarruf etmek hem de daha pratik olduğunu düşündüğümüz için araba kiraladık. Yunan Adalarının hemen hepsinde araba kiralamak daha avantajlı ve konforlu, hele ki dört-beş kişiyseniz…
Hersonissos’tan yola çıktık ve birbirinden güzel masmavi koyları
seyrederek, 5 bin yıl önce Minos uygarlığına başkentlik yapmış Knossos Antik
Kentine ulaştık. Yaklaşık 22 bin metrekare alan üzerine çok katlı bir yapı
olarak inşa edilen Knossos arkeolojik alanı Girit’in en ünlü ve mutlaka
görülmesi gereken tarihi mekanlarından biri. Girit’in Bronz Çağı’ndan kalan en
büyük arkeolojik alanı olup Minos medeniyeti ve kültürünün tören ve siyaset
merkezi olarak kullanılmış. Depremlerde hasar gören şehir yeniden inşa edilmiş.
100 bin kişinin yaşadığı tahmin edilen Knossos, Bizans dönemine kadar Girit’in en önemli
şehirlerinden biridir.
Venediklilerden sonra 250 yıla yakın Osmanlı
egemenliğinde kalan Girit, Osmanlı Devletinin I. Balkan Savaşını kaybetmesi
sonucu 1913’te imzalanan Londra Antlaşmasıyla Yunanistan’a bağlanır. Adadaki
Müslümanlar, 1923 Lozan mübadelesinde Ayvalık, Edremit, İzmir, Bodrum, Mersin
gibi kıyı şehirlerinde iskan edilirler. Anadolu’da Girit kökenli birçok insan
olduğu gibi, Girit’te de Anadolu kökenli çok insan var. Knossos Antik Kentini
gezdikten sonra (Layıkıyla gezerseniz birkaç saat sürüyor) dinlenmek için bir
kafeye oturduk. Kafenin sahibi konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlayınca, yarı
Türkçe yarı İngilizce ile babaannesinin Samsunlu olduğunu anlattı. Yandaki masada
konuşmalarımıza tanık olan bir kadın da, anneannesinin Trabzon kökenli
olduğundan bahsetti. Savaşlar insanları nerelerden, nerelere sürüklemiş. “Keşke
savaşlar olmasa!” diyerek yola çıkıyoruz.
***
Girit’e gidildiğinde görülmesi gereken yerlerden biri de adanın kuzeydoğusunda, en uç noktada bulunan Spinalonga Adası, küçük bir Ada. Agios Nikolaos şehrine gidip, Elounda adlı kasabadan tekneye binerek Sipinalonga Adasına geçiliyor. Sabah kahvaltısından sonra Spinalonga Adasına gitmek için otelimizden kalkan tur otobüsleri ile yola çıktık. Rehberimiz giderken bize Spinalonga’nın tarihini ve hüzünlü hikayesini anlattı.
Spinalonga’nın temelleri 16. Yüzyılda Venedikliler tarafından atılmış. Önceleri yarımadaymış, kanal açılarak ada haline getirilmiş. Konumu Mirabello Körfezine hakim stratejik bir noktada olduğu için bir kale inşa edilmiş ve askeri karargah olarak kullanılmış. 1645’te Osmanlının Hanya’yı almasıyla başlayan ve 24 yıl süren kuşatmanın sonunda, en son alınan iki kaleden biri Spinalonga olmuş. Böylece bütün adanın hakimiyetini elde eden Osmanlı, Spinalonga Adasına aileler yerleştirilmiş (Şu anda adada bulunan evler o dönemden kalan evler).Kayıtlara göre 1800’lü yıllarda bin beş yüz kişi yaşıyormuş. Girit 1898 yılında Yunanistan’a geçmesine rağmen 1903 yılına kadar adada yaşayan Türkler olmuş. Son aile de adayı terk edince Lepra( cüzzam) hastaları için bir hastane açılmış ve hastalar burada tedavi edilmeye başlanmış. O zamanlar cüzzamın bulaşıcı olduğu düşünüldüğünden hastalar ailelerinden koparılarak adaya gönderilip tecrit edilmiş. Hatta hastalığın bulaştığı insanlar vatandaşlıktan çıkartılmış, hakları ellerinden alınmış, malları mülkleri akrabalarının üzerine geçirilmiş.Cüzzamın tokalaşarak bile bulaştığının düşünüldüğünden cüzzamlılar, herkesten uzak karantinaya alındıkları bu adada kendilerine ayrı bir dünya kurmuşlar. Kendi aralarında evlenenler olmuş. Yaşam şartlarının düzelmesi ve düzenli ilaç tedavi ile hastalığı yakalanmış insanlar tedavi edilmeye başlanınca, ada kapatılmış. Venedik hisarlarının etrafına inşa edilmiş küçük evleri, dükkanları, kilisesi ve hastanesiyle hayalet bir şehir gibi duran Spinalonga, şu anda arkeolojik sit alanı ve ziyaretçiler biletle giriyor. Bakımsızlıktan yıkılmış, ot bürümüş binaların yanından geçerken, burada yaşayan cüzzamlıları düşünerek içimiz burkuluyor. Ülkemizde yıllarca bu hastalığın tedavisi için mücadele veren, emek harcayan, dünya tıp tarihine adını yazdıran Türkan Saylan’ı rahmet ve minnetle bir kez daha anıyoruz.
Spinalonga Adasını gezdikten sonra tekneye binip adadan ayrıldık. Açıklarda bir yerde 45 dakikalık yüzme molası verildi. Pırıl pırıl güneşli bir havada, berrak bir denizde kısacıkta olsa yüzmek herkese çok iyi geldi. Tekne bizi Elounda’ya geri getirdi. Elounda sokaklarını dolaştıktan sonra deniz kenarında bir lokantada Girit mutfağının lezzetli yemek ve mezelerinden oluşan öğle yemeğimizi yedik otelimize geri döndük. Bu arada Elounda’nın dünya jet sosyetesi, Arap şeyhleri, pop starlar, politikacılar tarafından çokça tercih edilen bir yer olduğunu ve otellerinin oldukça pahalı olduğunu öğrendik.
***
Girit’in hemen her
yerinden denize girilebiliyor. Birbirinden güzel koylarda deniz pırıl
pırıl, kumsallar tertemiz ve bakımlı. Kaldığımız süre zarfında otelimizin
plajında ya da gittiğimiz koyların kumsalında tek bir izmarit veya çöp
göremedik. Üstelik koylar ve plajlar herkese açık.İşten çıkanlar, evlerine gitmeden
önce arabalarını deniz kenarına çekip günün yorgunluğunu yüzerek atıyorlar.
Deniz kenarında yaşadığımız halde denizi uzaktan seyretmekle yetindiğimizi
düşününce bir zamanlar pırıl pırıl olan güzel körfezimizi bu hale getirenlere,
bir kez daha teessüf ediyorum!
Girit’teki diğer günlerimiz Hersonissos’daki otelimizde
seminer ve deniz ağırlıklı geçti.
6 günün sonunda Girit’ten ayrılırken tekrar gelmeyi umut ederek; gelirsek yapmamız gerekenler listesine şunları ekledik:
6 günün sonunda Girit’ten ayrılırken tekrar gelmeyi umut ederek; gelirsek yapmamız gerekenler listesine şunları ekledik:
- Heraklion arkeolojik müzesini gezmek,
- Zeus’un doğduğu
mağaraya gitmek,
- Küçük iç denizi,
şehrin içindeki plajları ile oldukça popüler olan Agios Nikolaos’ı,
- Osmanlı ve
Venediklilerden kalan eserleri görmek için Resmo ve Chanya’yı,
- Sükuneti arayanlara tavsiye edilen şirin köy Mochlos’u
görmek ve bu şehirlerde güneşi batırmak.
Ne demişti yazar Ryu Murakami? "Dünyadaki yūzbinlerce şehrin her birinde güneş benzersiz şekilde
batıyor. Sadece bir defa buna şahit olmak için seyahat etmeye değer"
Herkese iyi
seyahatler…
"GİRİT" gezi yazım Kocaeli Life Dergisi Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.
http://kocaelilife.com/yunanistan-in-en-buyuk-adasi-girit-h4855.htm