Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Aman dikkat!



Birkaç ay önce Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu: “İzmit Körfezi`nde bir plajımıza mavi bayrak almak için eksikliklerimiz tamamlıyoruz. Çok yakında mavi bayrağımızı alacağız” dediğinde, önce sevindiğimi sonrada şaşırdığımı yazmıştım. Sevinmemin sebebi, kentimizin “Turizm Kenti” olmasını en çok isteyenlerden biri olmamdı. Şaşırmamın sebebi ise;
Mavi bayraklı plaj olabilmek için; “ atıkların plaja dökülmemesi,  suda zararlı bakterilerin ve kimyasal atıkların olmaması gerekir” gibi kriterlerin olması idi. Şu anda körfezin tüm çevresinde irili ufaklı yüzlerce fabrika, kırk küsur liman varken, hatta yenilerinin açılması planlanırken; mavi bayrağı bize kim verecek, nasıl alacağız? Açıkçası merak ettim.
Aklımın yettiğince düşündüm. En basitinden mavi bayrak alabilmek için, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan, D-100 karayolundan her gün geçen yüzlerce ağır tonlu vasıtanın denize bıraktığı kurşunu bertaraf etmemiz gerekmez miydi?
Sonra Büyükşehir Belediyesi’nin geçtiğimiz yıllarda lağım sularının aktığı yerde uluslar arası yüzme yarışması düzenlediğini hatırladım ve bu zihniyetle, İzmit Körfezi’ne mavi bayrak almayı düşünmenin, çokta zor olmayacağına karar verdim.
Mavi bayrak almak, kıyı kanununu yemek kadar kolay olacak mı? Bekleyip göreceğiz. Zira bildiğim kadarıyla mavi bayrak, pazardan ya da tuhafiyeciden alınmıyor! “ demiştim.
***
Ve geçtiğimiz günlerde, Karamürsel’in Altınkemer Plajına  “Mavi Bayrak” verildi.
Yani Uluslararası Çevre Eğitim Vakfı'nın, çevre ve turizm konusunda belirlediği tüm kriterlere uyan plaj ve tesislere verdiği, “denize girmek için hiçbir engel yoktur” anlamı taşıyan bayrak…
Türkiye çapında mavi bayraklı 355 plajdan biri de bizim kentimizde artık; ne mutlu bize…  
Sırada Başiskele ve Dilovası varmış! Şimdiden hayırlı olsun; ne diyeyim.
***
Altınkemer Plajına henüz gitmedim ama orada yaşayan bir meslektaşıma sordum: Deniz suyu analizleri,  kriterlerde belirtildiği gibi her on beş günde bir düzenli yapılıyor mu? Kriterlerde belirtildiği gibi Yüzme suyunun Fekal Koliform /E.Coli ve Fekal Streptekok/Enterekok (FS/IE) değerlerine, kimyasal parametrelere bakılıp, mavi bayrak bilgilendirme panosunda sergileniyor mu? Diye.
Şubat ayından itibaren, ayda bir parametrelere bakılmış (yüzme sezonunda on beş günde bir) ancak sadece Toplam Koliform, Fekal Koliform/ E.Coli değerlerine bakılmış.
Fecal Streptekok ve kimyasal parametreler panoda yazılı değilmiş…  “Bu parametrelere bakılmamış mı acaba?” diye Kocaeli İl Sağlık Müdürlüğü web sitesine baktım. Gerçektende Fekal Streptokok ve kimyasal parametrelerle ilgili bilgi yok ama tablonun karşısında gülen bir surat var yani deniz çok temiz… Bu değerlere bakmak zorunlu değil mi acaba?
Ayrıca plajda; kumların üzerinde, oturma gruplarının altında, meşrubat şişeleri, karpuz kabukları, çöpler mevcutmuş… Aman dikkat! Biz denizin kirliliğinden korkarken, çevre kirliliğinden mavi bayrağımızı kaybetmeyelim de…

Dikkat tünel var!


Her büyük kentin sorunu gibi, bizim kentimizin de en büyük ve çözülmesi en güç sorunlarından birisidir ulaşım sorunu...

“Neden çözülmesi güçtür?” konusundaki düşüncelerimi paylaşacağım sizlerle naçizane, lütfen ukalalık olarak algılamayın…
Çünkü ben ne mühendis, ne mimar, ne şehir plancısı ne de konuyla ilgili meslek gurubu mensubu değilim.
Sadece, sıradan, sade bir vatandaş olarak düşüncelerimi paylaşacağım:

Birincisi; zamanında kent planlaması yapan büyüklerimiz, ne yazık ki vizyoner olamamış, sadece o anki ihtiyacı karşılayacak yollar yapılmıştır. “Elli yıl, yüz yıl sonra bu kentin nüfusu, araç sayısı ne olur?” diye kimse düşünmemiştir.
Belki de düşünenlere de “hadi canım sende” denmiştir.
İkincisi; seçim öncesi vaat edilen teleferik, monoray, metro gibi toplu taşım araçları için, henüz kazma dahi vurulmaması;
Büyükşehir Belediyesi’nin 9 yıldır sonuçlandıramadığı ulaşım mastır planını gerçekleştirememesidir.


***

Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler de, zamanında planlanmayan yollar, nüfus ve trafik arttıkça, yetmemeye başlayınca;  “battı çıktı” ya da başka bir tabirle “daldı çıktı”lar yapılmaya başlanır ya; bizim kentimiz de battı çıktılar yapıldı birkaç yıl önce.

Bu battı çıktıları yaparken şehir içi trafiğinden ziyade şehirlerarası geçişin hızlandırılması düşünüldü.  Oysa ağır vasıtaların otobanı kullanmaları, şehir içine girmemeleri, daha ucuz bir yöntem olamaz mıydı?
Her neyse! Yeterli sayıda ki parmak,  karar verme merciinde kalkınca; bize söz söylemek düşmez belki amma alınan ihaleyi yarıda bırakıp giden firmanın teminat mektubunun akıbetini yıllar geçse de sormak hakkımızdır sanırım.
Ne de olsa, “bizim vergilerimizle” mevzuu söz konusu…   

***

Gelelim sadede; bizim vergilerimizle yapılan, kentte yaşayanlara ulaşım açısından ekstra bir avantaj sağlamayan, üstelik istatistiklere göre her ay 2 ila 4 kaza olan tünellerden birine: Seka Tüneli’ne…
(Tünel yapılmadan önce, orada ayda kaç kaza oluyordu acaba?)
Uzun bir yolculuğun sonunda, gecenin bir yarısında,  “ nihayet evimize geldik” güvencesi ve rahatlığı içinde iken; tünelde,  birden önümüze ne olduğunu bile anlayamadığımız (büyük olasılıkla bir kamyonun lastik kalıntıları) büyük bir kitle çıktı ve üzerinden geçtik. Biraz ileri de tünelin içerisinde durmak tehlikeli olduğu halde,  iki araç durmuştu. Belli ki aynı deneyimi onlarda yaşamıştı.
Uygun bir yerde durup 155’i arayıp durumu bildirdik. Neyse ki aracımızda fazla hasar yoktu. Bu olaydan sonra, tünelin yeterince ışıklandırılmadığı vs. gibi eksiklerinin olduğunu öğrendim. Sağanak yağmurlarda yüzme havuzu olduğunu ise zaten hepimiz biliyoruz…

***

Yaşadığım deneyimden sonra “bir daha o tünele girer misin?” diye sorarsanız eğer; “kesinlikle alternatif yolu tercih ederim!” derim. Hatta tünele 100 metre kala, büyük harflerle “Dikkat tünel var!” diye uyarı levhasının asılmasını öneririm.





Barınaklar ne işe yarıyor?


Bir arkadaşım var. Sokakta yaşayan hayvanlar konusunda aşırı duyarlı. Mahallesinin bütün kedilerini besler, onlara özel kuru mamalar, sosisler, salamlar alır.
Şanslı adında bir kedisi vardı, küçükken sokaktan aldığı; arkadaşım bulduğu için ismi gibi şanslıydı. Evde prensesler gibiydi. Her şey ona göre ayarlanıyordu; tatil bile…

***
Tabii kedi ve köpeklerin ömrü insanlar kadar uzun olmuyor. Şanslı o kadar yaşlanmıştı ki, doksan küsur yaşındaki bir insanın ömrüne denk geliyordu yaşı…
Bir sürü rahatsızlığının yanında, bir de karaciğer yetmezliği gelişmişti. Veterinerde neredeyse iki hafta boyunca tedavi gördü. Arkadaşım sanki aileden biri hastaneye yatmış gibi her gün veterinere gitti. Serumları, ilaçları verilirken sabahtan akşama kadar başında bekledi.
Kendini o kadar yıprattı ki,“Eğer durumu kötüyse, uyutsunlar” diyesi oldum; tedaviyi sonuna kadar bekleyeceğini söyledi. Sonunda tedaviye cevap veremedi Şanslı ve hakkın rahmetine kavuştu.

***
Arkadaşım aileden biri ölmüş gibi üzüntü içindeyken, Körfez yakınlarında, arkadaşının kullandığı aracın önüne aniden çıkan bir köpeğe çarparlar. Köpek topallayarak karşıya geçmiştir. Geri dönüp, köpeği arar ve bulurlar. Tasması olan sahipli bir köpektir, belli ki evden kaçmış…
Körfez Belediyesinden yardım isterler. Belediye görevlileri Golden cinsi olan köpeği Alikahya’daki hayvan barınağına götürür.
Arkadaşı ile ertesi gün köpeği görmek için barınağa giden arkadaşım, hiçbir müdahale yapılmadığını görünce köpeği alıp veterinere götürürler. Veteriner röntgen çektiğinde ayağında küçük bir kırık olduğunu tespit eder ve gerekli müdahaleyi yapar. Bir gece yatırdıktan, masrafları ödedikten sonra, tekrar barınağa götürürler.

Ertesi gün tekrar ziyarete gittiklerinde, köpeği göremezler. Yetkililerden. “Köpeği sahiplendirdiklerini, İzmit Belediyesi elemanlarının alıp sokağa saldığı vs” çelişkili yanıtlar alırlar.
İzmit Belediyesine giderler, yetkili kişiyi epey bir beklerler ancak elemanları ile toplantı da olduğu için görüşemezler. Olayın bu kadar üstüne gidince, ertesi gün köpeğin öldüğünü söylerler.

Tekrar veterinere gidip sorarlar. Veteriner “Sizin çarpmanızla ilgili bir sorun yok. Eğer bakılmazsa en kötü ihtimalle ayağı kesilir. O da ölüme sebebiyet vermez” der.
Köpeğe çarpmanın vicdan azabı varken, bir de “Keşke barınağa götürmesek” pişmanlığı ile arkadaşım soruyor. “Bu barınaklar ne işe yarıyor?”

Her saniye değerlidir


Bu hafta sizinle iki yıl önce yazdığım ve bugünlerde tekrar hatırlama ihtiyacı duyduğum, köşe yazımı paylaşmak istiyorum.

***
Lance Armstrong ismini duydunuz mu?
İlk anda anımsayamayabilirsiniz belki ama bisiklet sporunun en önemli organizasyonu olan Fransa Bisiklet Turu’nu aralıksız yedi kez kazanarak gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi olarak kabul gören;
Yazdığı kitapla New York’ta en çok satanlar listesinde bir numara olan Armstrong’un kanserle savaşma öyküsü belki bir yerde kulağınıza çalınmıştır.
Armstrong’un hayat hikâyesini ilk duyduğumda çok etkilenmiştim.
Her saniye değerlidir kitabını okuduğumda ise; hayatının bazı bölümlerin sizlerle paylaşmak istedim...

***
Armstrong gençliğinin baharında 25 yaşındayken karyokarsinom (kanser türü) karnını, ciğerlerini ve beynini sarmış; iki ameliyat ve dört kemoterapi kürü görmüş.
Doktoru hastalığın neredeyse onu öldürmek üzere olduğunu söylediğinde;
‘‘Hayatımın en yüksek ve en doğru amacı ne?’’ diye sormuş kendine.
Amacının dünyanın en zorlu sporu olan Fransa turunda yarışmak olduğunu fark ettiğin de nükseden (tekrarlayan) kanseri bir kez, bir kez, bir kez daha yenmiş...
Armstrong şöyle diyor: ‘‘Hastalıktan aldığım ders olmasaydı, tek bir Fransa turunu bile kazanamazdım. Ağrı geçicidir, pes etmenin yaşatacağı duyguysa sonsuza dek sürer. Bana göre Fransa turunu tamamlamak hastalıktan kurtulmuş olduğumun göstergesidir.’’

***
Bisiklet turu deyip geçmemek lazım...
 Armstrong Fransa turunun zorluğunu şöyle anlatıyor: ‘‘Mantığa sığmayan sarp kayalıklar, kasaba kasaba bazen sahil boyunca ilerlemek, köprüleri geçmek, dağ yamaçlarını kat etmek hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar güç gerektirir. Tur o kadar zorludur ki; Alplere uzun bir tırmanıştan sonra, Hollandalı yarışçı Hennie Kuiper ‘‘Kar gözüme siyah görünmeye başladı’’ demişti. Üç hafta süren tur, insanoğlunun çabalarının küçük komedi ve trajedilerinin gündelik şenliğidir. Yarış birçok açıdan yaşama benzer yalnız sonuçları daha az korkunçtur ve sonunda ödül vardır.’’
Sık sık kanserin başına gelen en iyi şey olduğunu söylüyor, Armstrong:
‘‘İnsanın yaşamını tehdit eden bir hastalık iyi bir şey olabilir mi? Ben bunu söyleyebiliyorum çünkü hastalığım benim için aynı zamanda bir panzehirdi; tembelliğimi iyileştirdi.’’ diyor.

***
Olumlu düşünce tarzını hiç bırakmamış, pes etmemiş; yandım bittim mahvoldum moduna hiç girmemiş: ‘‘ İlk hastalandığımda bazı doktorlar yaşama şansımın yüzde elli olduğunu, bazıları yüzde kırk bazıları ise yüzde yirmi olduğunu söyledi. Ancak bir şey kesindi. Her ihtimal yüzde sıfırdan daha iyiydi. Kendime: Tamam bir seçim yapacaksın; teslim olabilirsin ya da deli gibi bir umutla yaşamak için savaşırsın...’’ dedim.

***
Kitabın beni en çok etkileyen bölümü ise; Armstrong’un kendisi gibi bisiklet yarışçısı olan bir arkadaşının, yaşadığı kasabaya uğrayıp, bir şeyler içmek için onu aradığında gelişen diyalog…
Aralık ayı ve sezon dışıdır. O soğuk hava şartlarında, kimsenin antrenman yapmak gibi bir derdi yoktur. Arkadaşından telefon geldiğinde, Armstrong bisiklet tepesinde dördüncü saatini geçirmektedir. Arkadaşı çok şaşırır. ‘‘Nasıl olur, bu hava şartlarında bisiklet tepesindesin misin?’’
Bu soru benim için çok anlamlıydı. “Başarının tesadüfi olmadığını anlatan” bir soruydu çünkü. Özellikle de profesyonel bir bisikletçinin bu soruyu sorması, kayda değerdi!
Bisikleti ile bütünleşmiş Armstrong, bisikletin üzerindeyken hiçbir şeyi duymadığını, görmediğini, etrafındaki hiçbir şeyi fark etmediğini söylüyordu.
Başarıya giden yol, bu olsa gerek:
“Karar vermek, kendini yaptığın işe adamak ve etrafındaki hiçbir şeyi duymamak, görmemek, fark etmemek”

  








Nasıl olur?

Son zamanların en önemli konularından biri; yediğimiz, içtiğimiz şeylerin ne kadar sağlıklı olduğu…



Gelişen teknoloji ile birlikte, kısa sürede daha fazla verim alabilmek, daha uzun süre saklayabilmek, daha fazla para kazanabilmek için ürünlerin genetiği ile oynanıyor, Bilinçsizce hormon ya da katkı maddeleri ekleniyor.


Kısacası; yediğimiz, içtiğimiz şeylerin ne olduğunu bilmiyoruz!


***


“Köylü üretiyor, daha natüreldir” diye satın aldığımız sebzenin otoban kenarında yetiştirilip yetiştirilmediğini, fabrika atıkları ile kirletilen derenin suyu ile sulanıp sulanmadığını, ya da bilinçsizce gübrelenip gübrelenmediğini vs. bilmiyoruz.


Bir ülkenin kalkınması için, sanayinin önemi kadar, tarımın da çok önemli olduğunu düşünenlerdenim.


Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre şu anda dünya da yaşayan bir milyar aç insan olduğunu ve her yıl bu nüfusun arttığını göz önünde bulundurursak eğer; gelecekte tarımın sanayiden de önemli olacağına inanıyorum.


***


Geçenlerde ilginç bir haber vardı, basında... Organik tarımın yapıldığı Kuşadası’nın Kirazlı Köyü’nde, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2010 yılında maden arama ruhsat vermişti.


Organik tarım; tamamen doğal üretim yöntemleri ile yani kimyasal gübre, hormon, ilaçlama olmadan yapılan tarıma deniyor. Organik tarım sertifikası almak ise pek kolay değil.


Kirazlı sakinleri, organik tarım yapılabilirlik onayı bulunan, Türkiye’nin ilk ekolojik pazarının kurulduğu köylerinde gerçekleştirilebilecek madencilik faaliyetinin, üretimi olumsuz etkileyeceği düşünerek, idare mahkemesine başvurmuş ve iki yıl takip ederek, verilen ruhsatın iptalini sağlamıştı.


***


Bu haberi dinlerken; aklıma, mevcut sanayi kuruluşlarının sürekli kapasite artırmaya çalıştığı, atık bertaraf tesisleri kurmaya çalışıldığı, Dilovası ve Hereke geldi


Elbette sanayiden vazgeçemeyiz, ülkenin kalkınması için gereklidir. Ancak sanayi tesisler tarıma elverişli, bitek topraklar yerine; iyi bir planlama ile toprakları kıraç olan yerlere kurulsa nasıl olur?
Elbette ulaşım zorluğu maliyeti artıracaktır ama gülü seven dikenine katlanır.


***

Aç insanın düşündüğü tek şey bir sonraki yemeği ne zaman yiyeceğidir. Ne yiyeceği o kadar önemli değildir; yeter ki yiyebileceği bir şeyler olsun. Bozuk, küflü, kokmuş bile olsa yer ama makinaları ya da sanayi atıklarını yiyemeyeceği de bir gerçek!


Bu durumu düşünerek, Kirazlı sakinleri gibi biz de topraklarımıza sahip çıksak, kirletilmesine göz yummasak, nasıl olur?