Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Nice olur halimiz?

Yer: Kentimiz de ki Ağız ve Diş Sağlığı Merkezlerinden biri.



Saat: 23:30 yani gecenin bir yarısı...


Akut diş ağrısı ile gelen şahsa, diş hekimi “dışarı da giriş işlemlerinizi yaptırmanız gerekiyor” der.


Şahıs: Ben acil hastayım; mecbur bakacaksınız. Başbakan acil durumlarda, para ödemeyeceksiniz dedi.


Diş hekimi sakinliğini bozmadan “Beyefendi kurumumuzun prosedürü bu.


Kayıt olmadan, size işlem yapamam. Kaydınızı yaptırıp öyle gelin” dediğinde;


“Sizi boşuna öldürmüyorlar, hak ediyorsunuz işte”


Sözüyle karşılaşır…


***
Gaziantep’te, ölen bir hastanın yakını tarafından öldürülen, Kardiyoloji doktoru;


Domuz bağıyla infaz edilen, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı doktor;


Ülkeyi yönetmeye talip olup, seçilen bir vekilin tekme tokat saldırdığı doktor;


Son bir aydır, gündeme damgasını vuran haberler…


Sağlık emekçilerine yapılan ve basına yansımayan daha kaç şiddet vakası vardır;


Kim bilir?


***


Doktor olmak çok meşakkatli bir iştir. Hele de uzman doktor olmak…


Lisede gece gündüz çalışıp, fakülteye kapağı atmak yetmez.


6 yıllık zor bir süreç vardır, doktor adayının önünde. Yine gece gündüz çalışması gerekir.


Mezun oldu mu, bitmez, yeni bir süreç başlar, TUS denen sınavı geçebilmek için, gece gündüz çalışması gerekir.


TUS Kazanılınca, 4-5 yıl sürecek yeni bir maraton daha başlar.


Sınavlar, mecburi hizmetler, nöbetler, seminerler, kongreler…


Zordur gerçekten; tıp doktoru olabilmek…


Şairin “yolun yarısı” dediği yaşa kadar hem çalışıp hem de okumakla geçer hayatı.


Doçent ya da profesör olmaksa niyeti, nerdeyse ömrünün tamamı…


***
Tüm hekimlerin amacı, insan yaşamının devamını sağlayabilmektir.


Kendilerini hastaların iyileşmesine adamışlardır.


Son yıllarda hekimlere ve sağlık çalışanlarına karşı yapılan saygısızlıkların artması;


duygusal, fiziksel şiddetle yetinmeyip, ölüme kadar gitmesinin sebebi ne olabilir?


Sağlıkta dönüşüm Projesi ile sınırsız hizmet alacağına inandırılan hastaların,

yetersiz donanım ve ekipmanla çalışmaya zorlanan doktorların karşı karşıya getirilmesi mi?


“Hasta hakkı”, “Hekim seçme hakkı” konusunda yanlış yönlendirilmesi mi acaba?


Konuyu görüştüğüm bir hekim arkadaşım önemli bir noktaya dikkat çekti.


“… Yalnız unutulmaması gereken bir durum var. Hastanın hekim seçme hakkı olduğu kadar, hekiminde hasta seçme hakkı vardır” *

Hakikaten ya hekimler de bu haklarını kullanmak isterlerse!

Nice olur halimiz?


*Tıbbi Deontoloji Nizannamesi’nin 19. maddesi : “Tabip ve diş tabibi, acil yardım, resmi veya insani vazifenin ifası halleri hariç olmak üzere, mesleki veya şahsi sebeplerle hastaya bakmayı reddedebilir.”






En çok hangisi?

Hepimiz, yaşadığımız süreçte en az bir kez hayal kırıklığına uğramışızdır değil mi?



Hatta bazılarımız, birçok kez…


Şöyle hafızanızı bir yoklayın bakalım…


Bugüne kadar, sizi en çok neler hayal kırıklığına uğrattı ya da bundan sonra uğratabilir?


***


Sınavdan iyi not beklerken, kötü not gelmesi mi?


Yaptığınız iş başvurusu “yüzde yüz olur” diye beklerken, olumsuz olması mı?


Oy verdiğiniz partinin, güveninizi sarsması mı?


En güvendiğiniz markanın, ayıplı çıkması mı?


Evlenmeyi planladığınız kişinin, zaten evli olduğunu öğrenmeniz mi?


Miras paylaşımı sırasında, en yakın akrabanızın gözünüzü oymaya çalışması mı?


Yaptığınız diyet sonunda beş yüz gram bile verememeniz mi?


En güvendiğiniz insanın, arkanızdan entrikalar çevirdiğini öğrenmeniz mi?


Hiç ummadığınız, beklemediğiniz birinin size borç takması mı?


Yüzünüze gülüp, arkanızdan konuşanlar mı?


En sevdiğiniz arkadaşınızın gözünüze baka baka yalan söylemesi m

Verdiği sözü tutmayıp, beklentinizi boşa çıkaranlar mı?


Dost bildiğiniz kişinin, çıkarları uğruna sizi satması mı?


En zor gününüz de, güvendiğiniz insanın yanınız da olmaması mı?


Elinden tutup düzlüğe çıkarttığınız kişinin, kuyunuzu kazmaya çalışması mı?


Kendi yaptığı üç kağıt ortaya çıkmasın diye, başkasına iftira atmaya çalışanlar mı?


Üç kuruş uğruna, onurunu ayaklar altına almaktan çekinmeyenler mi?


Mercimek kadar beyni ile sizi enayi yerine koymaya çalışanlar mı?


Suçunu örtbas edebilmek için, her şeyi göze alanlar mı?


***

Evet, gerçekten en çok hangisi sizi hayal kırıklığına uğrattı ya da uğratabilir?






Bugün ne yesem?

Yeme, içme konusunda oldukça titizimdir.







Mesela çay, kahve yerine, bitki çayı içmeyi tercih ederim; üstelik şekersiz…






Tatlı, hamur işi, abur cuburla aram hiç yoktur. Hatta çikolatayı bile sevmem.






Şeker ve unun esmer olanını kullanırım; tuzun rafine edilmemiş halini...






Bakliyatların organik sertifikalı ürünler olmasına dikkat ederim.






Teneke ve pet şişelerden uzak durur, cam kavanozlu ürünleri tercih ederim…






***






Dışarıda yemekten hoşlanmam, yemek gerekiyorsa, kılı kırk yararım.






Bilmediğim bir yerde yiyeceksem; ürünlerin tazeliği, hazırlanış biçimi, pişirilmesi ile ilgili sorularla, garsonların fenalık geçirmesine neden olurum.






“Salata malzemeleri, sirkede 15 dakika bekletilmiş midir?






Zeytinyağlılar, konserve mi, tazemidir?






Konserveyse, cam kavanoz mu, teneke midir?






Limon ya da meyve suyu sıkıldıktan sonra ne kadar süre geçmiştir?






Zeytinyağı; sızma mı, riveara mı; asit derecesi kaçtır?






Izgaraları temiz midir?” vs. vs…






Ev de yapılan yemeklerin daha hijyenik (sağlıklı) olduğunu düşünür, içim rahat ederdi.






Ancak son zamanlarda okuduğum makaleler, dinlediğim uzmanlardan sonra, bu kadar kılı kırk yarmanın da, fazla bir esprisi olmadığını gördüm.






***






Çoğumuzun hayali, kendi bahçemiz de; domatesimizi, biberimizi yetiştirmektir.






Bunun organik tarım olduğunu zannederiz, hatta köylülerden aldığımız ürünlerin organik olduğunu düşünürüz değil mi?






Halbuki uzmanlar, organik tarımın yapılabilmesi için, tarım arazisinin etrafında hektarlarca boş arazi olması gerektiğini söylüyor; tozlaşma ile diğer tarlalarda kullanılan kimyasallardan etkilenmemek için…






***






“Kırmızı et sağlıklı değil, kolesterol yapar, zaten hormonlu; ayrıca angus mudur nedir?






Bari tavuk ya da balık yiyeyim, sağlıklı besleneyim” diye düşünenlere, yine uzmanlardan kötü haber:






“ Tavuklar kısa sürede büyüsün diye suni ışıklarla, suni yemlerle besleniyor. Hasta olmasın diye antibiyotik yükleniyor. Sağlıklı beslenmek için tavuk yiyenler, farkına varmadan, antibiyotiğe karşı direnç kazanıyor.






Balık çiftliklerinde yetiştirilen somonlara, renk vermek için yemlerine boya katılıyor.






Otoban kenarında yetiştirilen, marul, lahana, keten tohumu, kurşun saçıyor.






Mısır, soya, domates artık hibrit tohumla üretiliyor.






Genetikleri ile oynandı…






Kaşar peyniri, patatesten…






Yoğurdun kaymağı, kağıt peçeteden…






Beyaz peynir, peynir altı suyundan…






Köy yumurtaları, dioksinli…






Ceviz, kırmızıbiber aflotoksinli…






Üzümler, zehirli…”






Bütün bunları öğrendikten sonra, “ Acaba bugün ne yesem?”diye düşünüyorum






Yazık değil mi?

Geçtiğimiz pazar, YGS (Yüksek öğretime geçiş sınavı) vardı.







İki milyona yakın öğrenci ve ailelerinin yıllarca hazırlandığı;






Bu hazırlık esnasında maddi manevi zorluklar çektiği sınav…






Heyecanlandıran, strese sokan, kabuslar gördüren, hayat karartan sınav…










Bu sınavı kazanmak eskisi kadar kolay değil. Okul sayısı belli, öğrenci sayısı belli, kontenjan belli…






Bu yüzden, günümüzde neredeyse çocuk doğar doğmaz;






Hangi okullarda okuyacağına, hangi dershanelere gideceğine, hangi öğretmenlerden ders alacağına önceden karar veriliyor.






Hatta gideceği okulun yakınlarında ev tutuluyor. Genellikle derslerini etkilemesin diye, sosyal aktivitelere katılması engelleniyor.






Gece gündüz 7/24 plan program yapılıyor.






Kısaca ne çocukluk ne ilk gençlik yıllarını yaşayabiliyor müstakbel YGS adayları.






Okuma yazma öğrenir öğrenmez, en güzel yıllarını, formül ezberleyerek, test kitapları çözerek, okul, dershane, özel ders üçgeninde geçirirken; seslerini de pek çıkartmıyorlar. Tek hayalleri geleceklerini kurabilmek için, gidecekleri üniversitenin ilk aşamasını atlatmak yani YGS sınavını geçebilmek.






***






Geçen hafta öğrenciler, bu amaçla yıllardır hazırlandıkları sınav için ter dökerken, aileleri de dışarıda kurdeşen döktü; dualar etti.






Kaderinin iki saatlik bir sınavın belirleneceğini bilmek, ne kadar soğukkanlı olursa olsun, ne kadar çalışırsa çalışsın, her öğrenciyi strese sokar. Tabii ki ailelerini de…






Çözdükleri sorulardan, aldıkları puanlarla YGS’yi geçip, LYS sınavına girebilirlerse eğer; yıllardır hazırlandıkları üniversiteye girme şansı için bir adım daha atmış olacaklar. O ruh haliyle, ne kadar başarılı olunabilir ki?






Sınavdan çıktığında, iyi geçti diyenlerin yanı sıra, heyecandan hüngür hüngür ağlayanları, baygınlık geçirenleri görünce, yine içim sızladı.






***






Ertesi gün ise basına yansıyan haberlerden, sınava yetişmeye çalışırken merdivenden düşenleri, trafik kazası geçirenleri, yine de yaralı bir şekilde ya da sedyeyle sınava girenleri öğrendik ulusça...






En üzücü haber ise, 18 yaşındaki bir genç kızın, sınav stresine yüreğinin daha fazla dayanamayıp, durması idi.






Yıllarca üniversiteye girebilmek için kim bilir nelerden taviz vermişti?






Kim bilir ne ümitleri ne hayalleri vardı?






***






Bir YGS daha geçti. Şimdi de sırada LYS stresi var…






Bir taraftan YGS/LYS stresi, bir taraftan da mecliste ki 4+4+4 gerginliği!






Her yıl değişen sınav şeklinden, yapboz tahtasına dönen eğitim sisteminden, kafası karışan çocuklarımızın kafası, şimdide 4+4+4 sistemi ile iyice arap saçına dönecek.






Yazık değil mi?






Ayağını yorganına göre uzat ya da!

İstediğiniz, beğendiğiniz her şeyi, etiketine bile bakmadan, satın alabilmek; ne kadar güzel olurdu değil mi?







Düşüncesi bile, başta kadınlar olmak üzere, herkesi mutlu eder.






Hesap kitap yapmadan, beğendiğin her şeyi satın alabilmek…






Onu mu alsam bunu mu diye iki saat düşünüp, bir tanesini tercih ettikten sonra, aklı diğerinde kalmamak; ne kadar muhteşem olurdu değil mi?






Gerçi bu yaşam tarzına sahip kişiler de yok değil ama toplumun çok az bir bölümünü teşkil ediyor.






Maaşlı çalışan olsanız da, kendi işinizin patronu olsanız da; mutlaka her ay hesap kitap yapmak zorundasınızdır.






Ama bazen kantarın topuzu kaçar. Sırf indirimde olduğu için hiç ihtiyacınız olmayan bir şeyi satın alırsınız.






Sonrası, “Bu son olsun”, “Bu bana ders olsun”, “ Bir daha asla” ile başlayan pişmanlık dolu cümleler, yeminler, tövbeler…






Tabi, bu alışveriş çılgınlığını körükleyen etkenleri de unutmamak lazım.






“ Kredi kartına on iki taksit”, “iki alana bir bedava”, “şu kadarlık alışveriş yaparsan yüzde bilmem kaç indirim”, “para puan” vs. gibi promosyonlar, reklamlar gibi akıl çelen faktörleri…






***






Kredi kartı mevhumu, hayatımıza hangi yıl girdi; tam olarak hatırlamıyorum.






Sanırım seksenli yılların sonuna doğru idi ya da belki kredi kartı vardı da, ben ancak o tarihlerde edinebilmiştim.






O yıllarda kredi kartı alabilmek bugünkü kadar kolay değildi.






Bir sürü evrağın yanı sıra, iki de kefil isteniyordu mesela. Eğer orta halli bir vatandaşsan, ikinci kredi kartına sahip olmak bir ayrıcalıktı. Bugünkü gibi, kredi kartına taksit olayı da yoktu.






Şimdi geliri iyi ya da kötü herkesin cebinde en az iki bankanın kredi kartı var.






Var da; iyi mi kötü mü bilmem?






Çünkü tanıdığım insanlar da dahil olmak üzere, kredi kartı borcu yüzünden icralık olanlar,






evini satanlar, kalp krizi geçirenleri biliyorum.






Gelirinden fazla alışveriş yapıp, günü gelince borcunu, diğer kredi kartıyla ödemeye çalışanlara da…






Basında da sık sık rastlıyoruz, kredi kartı borcu yüzünden, cinnet geçirip intihar edenlere, ailelerini katledenlere. Bu haberlerin artması tesadüf değil zira son 10 yıldır ülkemizde kredi kartı sayısı yaklaşık dört katına çıkmış ve ortalama alışveriş tutarı yüzde altmışa varan bir artma göstermiş. Hatta geçen yıl ki istatistiklere göre, kredi kartı ve banka kartı harcamalarımız, komşumuz Yunanistan’ın ekonomisini bile geride bırakmış durumda...






***






Çeşit çeşit bankanın kredi kartını cüzdanında taşımanın dayanılmaz hafifliğinin; ödeme günü yaklaştıkça, dayanılmaz ağırlığa dönmesine izin vermemek lazım.






Bir Atasözümüzün dediği gibi ya “ayağımızı yorganımıza göre uzatmak” lazım ya da daha büyük bir yorgan için, çok daha fazla çalışmak. Yoksa sonu hüsran…