Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Bu ne perhiz...


Başbakan önce “En az üç çocuk isterim” dedi.
Hatta “Bir çocuk iflas, iki çocuk iflas, üç çocuk ise yerinde saymaktır.
Bizim artış hızımızı ikinin üzerinde üçlere ulaşması lazım.
Bunu başarmamız gerekiyor. Şu anda batı sıkıntı içerisinde ama biz Türkiye’yi bu sıkıntının içerisine sokmak istemiyoruz.
Annelerin şahsında ülkeme sesleniyorum; bu hassasiyetimizi hafife almayın, bunu dalga dalga yaygınlaştırmamız lazım” dedi.

***

“Aile var oldukça, millet var oldukça devlet var olur. Aile var oldukça sağlıklı nesiller var olacak, iyilik var olacaktır. Aileye yönelik her saldırıyı doğrudan insanlığa bir saldırı olarak görüyor, hiçbir şekilde müsamaha göstermiyoruz” dedi. 

Üç çocuğun bilimsel açıklamasını; spor bakanından tutunda, belediyelerde çalışan sağlık görevlilerine kadar, hemen herkes yaptı…
Sonra Başbakan “Yetmiyor, beş çocuk” dedi.
Hatta ben kaçırmışım haberleri, Avrupa’da yaşayan bir arkadaşım mesaj çekti.

“Beş değil, altı çocuk dedi; altı!” diye…

***

İnsanoğlunun evlat sahibi olması, hiçbir duygu ile kıyaslanamayacak kadar yüce bir duygudur elbette.
Ancak bakamayacağı çocuğu dünyaya getiren ailelerin dramlarını her gün gazetelerin 3. sayfalarında okumaktan bıktım, usandım.
En son sosyal medyada, üç küçük çocuğu yanında olan bir kadının çöp konteynırını karıştırırken ki halini beni epeyce üzdü…

***
   
Evet, dünya nüfus grafiklerinin, demografik yapıların çan eğrisi gibi zirve noktasından geriye dönmeye başladığını;

dünya nüfusunun yaşlandığını ve en hızla yaşlanan nüfusun Avrupa Birliği üyesi ülkelerin nüfusu olduğunu bildiren Türk büyüklerimiz (Sanki AB üyesiyiz) :

´´Türkiye´deki bilimsel verilere göre, nüfusu bugünkü gençlik oranlarıyla tutabilmenin yolu; her ailede asgari üç çocuğun olmasıyla mümkün.
Yani üç olduğunda çok genç bir nüfus olmayacağız sadece mevcut nüfus istatistikleri, mevcut yaş grafiklerini varlığını muhafaza etmiş olacak. Bu sayı üçten fazlaya gittikçe de Türkiye nüfusu bugünkü gençlik grafiklerinden daha genç bir noktaya taşınmış olacak.
Tabii çok çocuk kalabalık bir nüfus, genç ve dinamik bir yapı tek başına yetmez.
Eğer ki bu nüfusu iyi eğitebilirsek, iyi öğretebilirsek geleceğe iyi hazırlayabilirsek işte o zaman yeniden tarihin belirli sahnelerinin gelecekte tekerrür edeceğine tanıklık edebileceğimiz yeni bir zaman dilimine giriyor olacağız´´ diyorlar…
Ne kadar anlamlı, ne kadar güzel sözler değil mi?
Türkiye’de yaşayan ve bir çocuk sahibi olan biri olarak; asgari okul masraflarını düşündüğümde, hesapladığımda, bu sözlere sadece tebessüm edebiliyorum.

***
Her şey dört dörtlük, güllük gülistanlık ta; tek eksiğimiz çocuk sayımız mı?
En az üç tane hatta altı tane çocuk yapmamız mı lazım?
Bunu anladık ve kabul ettik diyelim…
Peki, o zaman Başbakan Erdoğan´ın eşinin himayelerinde,
 Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı´nca düzenlenen koruyucu ailelerin yaygınlaştırılmasını amaçlayan ´Gönüllü Elçiler´ projesi ne ola ki?
İki bine yakın kimsesiz çocuğun, koruyucu aile beklediğini,
81 ilde valilerin eşlerinin bu çocuklara koruyucu aile araması  – ki bu çocukların çoğunun anne ve babaları sağ iken-   “İnancımız, kültürümüz, medeniyetimiz; öksüze, yetime, yoksula, güçsüze ve engelliye yardım etmeyi gerekli kılıyor ve tarihimiz bunun türlü örnekleri ile dolu” demesi komik değil mi?

Böylesi bir duruma  “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” denmez mi?

***

Dip not: İlimizdeki Kassel Çocuk Yuvasının Koruma derneği kurucu üyesiyim.
Dolayısı ile bol keseden atmıyorum.
Aşağıdaki linkten, 4 Ekim 2007 tarihinde, koruyucu aile konusunda yazdığım köşe yazımı okuyabilirsiniz.
(http://muzeyyentopcutan.blogspot.com/2010/12/4-ekim-2007-bizim-kocaeli-gazetesi.html)

Bir kez daha düşünün!


Sağlık Bakanlığı yetkilileri, Sağlıkta Dönüşüm Programı ile sağlıkta reform yaptığını söyleyedursun;
son zamanlarda sağlık çalışanlarına yapılan şiddet aldı başını gidiyor.
Eskiden doktor olmak, sağlıkçı olmak, en kutsal, en saygı duyulan meslek gruplarından iken;
şimdilerde bırakın sağlıkçı olmayı, doktor olmayı, artık hamile doktorlara bile tekme tokat saldırılıyor. 
Gelişen teknoloji sayesinde, sağlık kuruluşlarına takılan kameralar vasıtası ile biz de, bu şiddet vakalarını şaşkınlıkla izliyoruz, ne yazık ki!
***
Aslında şaşmamak, normal karşılamak lazım…
Gözünü bile kırpmadan,  annesini ya da karındaşını öldürebilen;
Kendi canından, kanından olan çocuğunu öldüresiye dövebilen;
Evlenebilmek için canını vermeye razı olduğu sevgilisini ya da eşini sokak ortasında defalarca bıçaklayan ya da kurşun yağmuruna tutan bir zihniyet;
Başbakanın “Benim vatandaşım artık kuyruklarda inim inim inlemiyor”  dediğini göz ardı edecek değil ya!
Hastane sırasında bekletiliyorsa eğer, kesin doktordadır suç ya da sağlıkçıda…
Çünkü artık sağlık özelleştirildi. Her şey tıkır tıkır işliyor.
İşlemeyen tek şey gece gündüz demeden çalışan, günde yüzlerce hastaya bakan sağlık personeli ve doktorlar…
İşlerini doğru dürüst yapmıyorlar, değil mi? Evet evet, bütün suç onlarda!
Ne koydukları teşhis doğru, ne de yazdıkları ilaç, ne de verdikleri hizmet…
Komşu Ayşa’nımın tavsiye ettiği, size iyi gelen ilacı; yazmadılar.
Falanca önemli adamın torpillisiyim dediğin halde, yoğun bakıma sokmadılar değil mi?
 Bir sürü para kazanıyorlar ama işlerini tam olarak yapmıyorlar…
İnsaf be kardeşim!
Dişhekimi olduğumdan dolayı, ister istemez sağlık camiasının içindeyim.
Bu nedenle, hem hastaların hem de sağlık çalışanlarının yaşadığı sorunları az çok biliyorum. 
Her işin kendine göre bir zorluğu vardır mutlaka ama malzemesi “insan” olduğunda, meslek ya da çalışma şartları sanki biraz daha zorlaşır. Hele ki söz konusu, sağlık olunca…
***
İnsanoğlu doğası gereği hep talep eder. Karşı tarafı, hiç düşünmez…
Kendisine hizmet eden doktorun, hemşirenin, sağlık memurunun, hizmetlinin bir sorunu var mıdır acaba?
Sahi ismi neydi?
Aceleyle, korkuyla, üzüntüyle, sinirle,  kısaca karmakarışık duygularla geçtiğiniz koridoru paspaslayan, taşeron sağlık işçisinin…
Kendinizin ya da yakınınızın sorununu düşünürken,  O’na “Günaydın ya da iyi akşamlar” dediniz mi?
***
Hastanelerde çalışan yüzlerce insanın sizden bir farkı olmadığını, onlarında, sizin gibi dertleri olduğunu unutmamalısınız.
Bir insanın kafası rahatsa, mutluysa, kendini işine verebilir; öyle değil mi?
Karşınızdakini suçlamadan ya da saldırmadan önce bir kez daha düşünün!

Bağışlayın


Kitap okumayı seviyorsanız, okuma alışkanlığınız varsa eğer;

mutlaka birkaç tane başucu kitabınız vardır.

Bu kitapları defalarca okumaktan asla sıkılmazsınız, sizin için adeta rehberdirler.
***
Ben kitapları çizerek okurum...

Önem derecesine göre, kurşun kalem, renkli kalem ya da fosforlu kalemle çizer;

hatta beğendiğim bölümlerin yanına notlar düşer, yıldızlar koyarım...

Başucu kitaplarımdan birini karıştırırken, Francis Bacon’un “İntikam arzusu; normalde iyileşecek yaraların, açık kalmasına neden olur” sözü ile karşılaşınca;
Aklıma, birkaç yıl önce bu konu ile ilgili yazdığım, bir köşe yazım geldi.
Özellikle kin, nefret ve intikam duygularının aşırı derecede arttığı son günlerde,
bu yazıyı tekrar tekrar okumaya ve bir bölümünü sizlerle paylaşmaya, kendimi mecbur hissettim.
***
Biz eskiden daha paylaşımcı, daha hoşgörülü, daha anlayışlı bir toplumduk sanki…
Ne oldu bilmiyorum ama gün geçtikçe paylaşımın yerini bencillik,
hoşgörünün yerini anlayışsızlık ve tahammülsüzlük aldı.
Kıskançlık, çekememezlik eskiden utanılacak duygular iken;
Şimdilerde son derece normal sayılmaya başladı.
Konuşunca ağzından bal damlayan insanlar yerine, acımasızca eleştirenler arttı.
Maskeli insanlar çoğaldı...
Vefa İstanbul’da bir semt adı olarak kaldı…
Hiç beklemediğiniz bir anda en yakın akrabanız ya da çok sevdiğiniz bir arkadaşınız,
 sizi ayağınızdan aşağı çekmeye ya da arkanızdan iş çevirmeye başladı.
Tüm bunlar, canınızı yakan insanlara karşı kin duymanıza, nefret etmenize hatta intikam duygusu beslemenize neden olmaya mı başladı?
İşte yazımın sizlerle paylaşmak istediğim bölümü:


Günlük yaşamda bilinçli ya da bilinçsiz sizi üzen, kalbinizi kıran insanlarla karşılaşabilirsiniz.

Hatta bu en yakın arkadaşınız, çok değer verdiğiniz biri de olabilir.

Hiç hak etmediğiniz tutum ve davranışlarla karşılaştığınızda bazen öfkeye kapılıp,

onlara karşı kin ve nefret besleyebilirsiniz...

Aslında öfke, kin ve nefret gibi duygular ve ´´Ben bunu hak etmiyordum’’
´´Benim gibi insana bu yapılır mı?’’ gibi olumsuz düşünceler; enerjinizi, yaşam sevincinizi azaltır.

Boşu boşuna günlerce üzülürsünüz, kalbiniz sızlar...

Olan olmuştur bir kere, bu gerçeği değiştiremezsiniz; ama bağışlayabilirsiniz...

Bağışlama çok etkili bir davranıştır, çoğu kez çözümün bir parçasıdır...

Sizi üzen ya da kıran her kimse, sizin onu bağışladığınızı bilmese de;

 kendinize bir iyilik yapın ve onu bağışlayın…
İnanın kendinizi daha iyi, daha özgür, daha hafif hissedeceksiniz.”



Boşanma üzerine...


Bundan 6 ay kadar önce “evlilik üzerine” diye bir köşe yazısı yazmıştım.
Kısaca anımsarsak eğer;

“Kimileri için zordur, evlilik kararı almak; kimileri içinse, çok kolay.
Kimi, kılı kırk yarıp, kırk küsur yaşına kadar beklerken; kimi de, on yedi yaşında, üç gün önce tanıştığı kişiyle evlenmeye karar veriverir!
Kararın ardından başlar, Söz, nişan, düğün seremonileri;
Bir kutu çikolata, bir demet çiçek ve de son yılların trendi tek taş pırlanta ile başlayan…
Sonra söz bohçası, nişan bohçası, takı alışverişleri, düğün hazırlıkları…
Kayınvalideye, döpiyeslik kumaş; damada, tıraş takımı, terlik, pijama, çorap.
Kayınpedere; kravat, gömlek vs.
Artık herkesin bütçesine, kültürüne, gelenek ve göreneğine göre; elden ne gelirse…

***
Sevinçli, heyecanlı, mutlu, günlerdir…
Rüya da gibidir insan; bulutların üzerinde yürüyordur da bazen olayın adı ve tarihi konduktan sonra, sorunlar da başlar.
Bir taraf ille de düğün istiyordur, diğer tarafsa sadece nikah…
Her iki taraf hem fikir olsa da, bu sefer başka bir sorun; nerede olacak, nasıl olacak?
Kız tarafı şunları, erkek tarafı bunları alacak!
Gelinlik nasıl olacak, nereden alınacak, hangi kuaföre gidilecek?
Gelin arabası, davetiye, uzaktan gelen davetlilerin konaklaması nasıl olacak?
Kafaları karıştırır ama tatlı telaşlardır bunlar…
Ama bazen bu kadar telaşe, bu kadar ritüel belki de en güzel, en mutlu geçmesi gereken günleri zora bile sokar; hatta yorar insanları…
Bir ömür boyu birlikte olmak için çıkılan yoldan dönerler; çok basit ya da ciddi sebeplerden dolayı…
Kimi düğün öncesi, takılacak takıları seçmek için gidilen kuyumcu da, kayınvalidenin suratına takıları fırlatarak son verir;
Kimi nikah saatine çeyrek kala…
Kimi gelin arabasında dayak yiyip, yerlerde sürüklendiğinde;
Kimi de evlendiği gece kendini pencereden atarak!

***
Hepimizin “evlilik üzerine” dinlediğimiz, bildiğimiz, yaşadığımız, birçok hikaye vardır, mutlu ya da mutsuz sonlanan!
Eğer evliyseniz ya da evlenip ayrıldıysanız en azından kendi hikayeniz” demiştim…

***

Bir ömür boyu aynı yastığa baş koymaya karar verdiği kadını, nikah masasına oturmaya çeyrek kala, sokak ortasında darp edip, gelinliği ile sürükleyen adamın haberini okuyunca, yazmıştım bu yazımı ve çok üzülmüştüm ama bu yazımı yazarken üzülmüyorum, hatta kızıyorum!

Çünkü 17 yıl önce boşandığı karısını,17 yerinden bıçaklayarak öldüren adamın haber ve benzerlerini, gazetelerin 3. sayfasında görmekten artık sıkıldım; anlamakta zorluk çekiyorum.
Bu neyin kini, neyin öfkesidir?  Toplum olarak nereye gidiyoruz?
Beceremeyecekseniz, evlenmeyin kardeşim!

12 Şubat 2013