Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Avrupa birincisi, dünya üçüncüsüyüz.



Gün geçmiyor ki, ülkemiz de iş kazaları ile ilgili bir haber duymayalım.


Bir bakıyorsunuz, maden kazası olmuş göçüğün altında işçiler kalmış;


bir bakıyorsunuz kentin göbeğinde kurulan işyerinde tüp gaz patlamış, onlarca ev, araç hasar görmüş ya da tersane de patlama olup, işçiler yaralanmış…


***


Kot taşlamada çalıştıkları için, silikosis hastalığından ölen, ya da ölmeyi bekleyen gencecik insanlar;


İnşaatlardan düşüp hayatını kaybedenler;


Adana’da baraj kapaklarının patlaması ile sulara kapılıp ölen, ölüsü bile bulunamayan işçiler;


Esenyurt’ta başbakandan ödüllü iş adamının inşaatının şantiyesinde çıkan yangında ölenler;


Öldükten sonra sigortası yapılan işçiler…


***


Peki, basına yansımadığı için duymadığımız merdiven altı tabir edilen işyerlerinde olan kazalara ne demeli?


İnsan canı bu kadar ucuz mu?


Bilim ve Teknolojinin son hızla geliştiği çağımızda, iş kazalarının azalacağına, her geçen gün artması mantıklı mı?


“Acaba başka ülkelerde de, bu kadar traji-komik iş kazaları oluyor, bu kadar çok insan ölüyor mu?” diye baktığımda; Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü olduğumuzu öğreniyorum. Güler misin, ağlar mısın?


***


Ben, iş kazası dedim ama TMMOB, bu kazaları, iş kazası değil; cinayet olarak nitelendiriyor. İstanbul Esenyurt’taki şantiye yangınından sonra, yayınladıkları basın açıklamasında: “Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) nun tanımına göre kaza; "önceden planlanmamış ve öngörülemeyen olaylardır". Oysa bu facia ile birlikte, gerek madencilik ve gerekse diğer sektörlerde yaşanmış ve binlerce emekçinin hayatını kaybetmesine veya sakat kalmasına neden olmuş "iş kazaları" önceden öngörülebilir ve önlenebilir olaylardır. Gökdere Barajı Faciası sonrasında, hazırlanan ön rapor olayın bir kaza olmadığını bilimsel teknik verilerle ortaya koymuştur.
…Çalışma Bakanlığı bu süreci seyrediyor, ölümler olduğunda ise "İş Sağlığı Güvenliği Yasa Tasarısı"nı TBMM‘ye getireceğini söylüyor. Son olarak 5 Mart tarihinde, yasa tasarısının TBMM‘ye getirileceği söylendi, aradan bir hafta geçti. Ne taslak var, ne yasa var, ne de düzenleme. Dün 11 işçi hayatını kaybetti, bugün yine demeçler verilecek ve belki yine yasa taslağından söz edilecek ancak birkaç gün sonra her şey unutulacak. İnsan hayatı sadece istatistik değildir, insan hayatından değerli herhangi bir şey yoktur” dedi.


***
Esenyurt’ta ki kazadan sonra, Çalışma ve Güvenlik Bakanı; “İş Sağlığı ve Güvenliği yasa tasarısı”nın TBMM’nde görüşüleceğini söylemişti ve komisyon toplantıları yapılmaya başlandı. Umarım yeni bir trajedi daha yaşanmadan, İşçilerin sağlığını koruyacak, güvenli iş ortamlarında çalışmalarını sağlayacak yasa tasarısının bütün maddeleri kabul edilmiş olur.










Kimse yok mu?









Geçen hafta iş geliştirme semineri için, eşim ve birçok arkadaşımla birlikte dört günlüğüne Antalya’da idik.






Gerek eşimin işi, gerekse benim mesleğim dolayısı ile, yılda en az 3-4 kez ulusal ya da uluslar arası seminer, sempozyum ve kongrelere katılırız.






Bu toplantılar 3-5 bin kişilik olduğu için, genellikle, büyük toplantı salonlarının ve konaklama yerlerinin olduğu kentlerde olur.






Büyük katılımlı toplantıların yapılabildiği kentlerin, parmakla gösterilecek kadar az sayıda olduğunu biliyorum. Bu nedenle eğitim için; istesek de, istemesek de, bazen yüzlerce kilometre uzaklıkta ki kentlere gitmek zorunda kalıyoruz…






***






Zaman zaman köşe yazılarımda da dile getiririm. “Kocaeli kenti artık sanayiye doydu.


Aslında sanayi kenti değil, turizm kenti (deniz, dağ, tarih, kongre) olmalı” diye…










Kongre turizmi; uzmanlık gerektiren bilimsel alanlarda veya meslek kollarında, belirli konular da, bilgi alışverişi yapmak amacıyla kişilerin bir araya gelmeleri ile ortaya çıkan seyahat, konaklama olay ve ilişkilerinin tümüne deniyor.






Kongre turizminin ulusal veya uluslararası seminer, sempozyum, kongre vb toplantılarla kişileri bir araya getirerek, aynı zamanda bir turizm olgusu ortaya çıkartan bir turizm türü. Bir nevi bacasız sanayi…






Neden bizim kentimiz de kongre turizmi ile ilgili bir adım atılmadığını hala anlamış değilim. Yüzlerce insana istihdam sağlayacak bir iş kolu…


Fabrika kurulacak arazilere, kongre turizminin gerçekleştirileceği kompleksler kurulsa daha iyi olmaz mı?


Bildiğim kadarıyla bazı bölgeler de turizm bakanlığı böyle projeleri, girişimleri destekliyor.






***


Antalya’da bizim seminerimizin bittiği gün, kaldığımız otele, Türkiye Belediyeler Birliğinin 'Kadın Yerel Politikacılar Platformu' toplantısı için Türkiye’nin 81 ilinden seçilmiş kadınlar gelmeye başlayınca aklımdan geçen şu oldu.


Bizim kentimizde de bu tür komplekslerin yapılması çok mu zor?


Üstelik hem kış sporlarının hem de su sporlarının yapılabildiği tesislerimiz var; hem doğal güzelliklerimiz hem de tarihi zenginliklerimiz var…






Bu toplantılar neden bizim kentimiz de yapılmasın?


Neden kentimiz sanayiden kirlenen havası, toprağı, suyu yerine; kongre turizmi ile anılmasın?
Bu girişimi başlatacak kimse yok mu?

8 Mart’ın ardından…

Bir “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” daha geldi ve geçti.


Her yıl olduğu gibi bildik, tanıdık etkinliklerle kutlanarak…



Her zamanki gibi; sırf kendini kanıtlayabilmek, birilerinin gözüne girebilmek için, kutlama etkinliklerini abartarak çok yıldızlı otellerde panel düzenleyip, ardından göbek atanlar da oldu. Gerçek değerini özümseyerek, ananlar da…





***



“8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” anma etkinlikleri, ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?



Kısaca anımsarsak eğer;



150 küsur yıl önce, Amerika’da tekstil işçilerinin daha iyi çalışma koşulları için başlattığı bir grev ile başlar…



Bu grev öyle bir hal alır ki; polisler, işçileri fabrikaya kilitler. Bu esnada bir yangın çıkar ve yangın da, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu yüzden fazla işçi ölür…



Bu trajiden yarım asır sonra,1910 yılında;



Danimarka’nın Kopenhag kentinde yapılan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda,



8 Mart’ta yangında ölen kadın işçilerin anısına, “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılması önerisi oybirliğiyle kabul edilir.



Ülkemiz de ise “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” ilk kez 1921 yılında kutlanmaya başlar.



12 Eylül darbesi ile dört yıllık bir kesintiye uğrasa da,



1984'ten itibaren her yıl sivil toplum örgütleri tarafından "Dünya Kadınlar Günü" anma ve kutlamaları devam etmektedir.



***



Yılda bir kez, “ Kadınlar Günü” adı altında, kadınları kutlamak, sorunlarını konuşmak yeterli mi?



Hele ki Bilişim çağını yaşadığımız bir dönemde;



“Kız çocuğu okuyupta ne olacak? Gözü açılmadan, bir an önce evlenmeli, yerini yurdunu bilmeli”,



“Kadın kısmı dışarıda çalışmamalı, oturup evinin işini görmeli”



Ya da kocası tarafından sokak ortasında dövülen kadına yardım etmeyip, “kocasıdır, döverde sever de “ zihniyetinde insanların olması, kız çocuklarının bir eşya gibi hala satılabilmesi, ne kadar tuhaf değil mi?



Bu zihniyet; kadına şiddetle mücadele için, yasa tasarısı hazırlanması, bu tasarıların mecliste kabul edilmesi, mor çatıların artırılması, elektronik pranga, ile değiştirilebilir mi?



Kadına bakış açısını ve şiddeti gerçekten önleyebilir mi?



***



Bence yapılması gereken en önemli şey, bütün kız çocuklarının, kendi ayakları üzerinde durabilmesi için gerekli eğitimi alabilmesini sağlamaktır.



“Okuyanlar sanki şiddete maruz kalmıyor mu? Bir sürü üniversite mezunu kadın kocasından dayak yiyor” dediğinizi duyar gibi oldum. Gerçekten de doğru! İşte “kendi ayakları üzerinde burabilmesi için gerekli eğitim” derken kastettiğim de bu.



Kız çocuğu öyle bir eğitim almalı ki; bir birey olduğunu, değerli olduğunu bilsin…

Kimseye muhtaç olmadan yaşayabilsin. Kocası ya da babası öldüğünde bağlanacak üç kuruş maaşa muhtaç olmasın...

Bastı mı toprakları titretsin, konuştu mu dinletsin…

Saygı görsün, sevgi görsün…

Saygı ve sevgi dolu bireyler yetiştirsin…

8 Mart’ı yılda bir kez değil, her gün kutlasın…



***

Daha nice 8 Martlara!







Mavi bayrak…

Geçen hafta “Yine, yeni bir liman” adlı köşe yazımda; Koruma Klor Alkali Fabrikasının, iskelesini büyütmek istediğinden ve bununla ilgili ÇED toplantısı yaptığından bahsetmiş ve


“Şöyle bir düşündüm. Koruma Klor Alkali’nin mevcut iskelesi; 38 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde büyütüldüğünde ne olacak?



İskeleye (düşünüldüğü kadar büyütülecekse, liman demek daha mantıklı) daha büyük grostonlu gemiler yanaşacak. Bu da daha çok sintine suyu, daha çok balast suyu demek…



Gemilerin getirdiği yükleri taşımak için, daha çok kamyonun yarattığı trafik, gürültü, çevre kirliliği ve başka şehirlerden iş için göç edecek aileler ise cabası…



Gördüğüm kadarıyla bütün fabrikalar iskelelerini büyütüp liman yapmaya çalışıyor. Amaç kendi hammaddelerini taşımak dışında, başka şirketlere de liman hizmeti vermek mi acaba?



Hani Körfez’i temizlemek için elimizden geleni yapacaktık?” Demiştim.



***



Tam da köşe yazımın yayınlandığı gün, yerel gazeteler de; “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun, AKP’nin 14. yerel yönetimler Danışma Meclisi Toplantısı’nda, prestij projesi olarak, “İzmit Körfezi`nde bir plajımıza mavi bayrak almak için eksikliklerimiz tamamlıyoruz. Çok yakında mavi bayrağımızı alacağız dedi.” Haberi vardı…

Haberi okuyunca önce çok sevindim, çünkü bir zamanlar çeşit çeşit balığın, deniz mahsulünün çıktığı, hatta antik dönemde “istakozlar körfezi” diye anılan güzel körfezimizin, son 20 yıldır geldiği durumu görünce içim acıyor, eski haline geri dönebilmesi için bana düşen ne kadar görev varsa, yerine getirmeye çalışıyordum…



Sonra da şaşırdım. Hatta aklımdan “Acaba bizim belediye başkanımız başka bir kentte mi yaşıyor? Diye geçmedi desem yalan olur. Mavi bayrak almak o kadar kolay mıydı acaba?



Mesela mavi bayraklı plaj olabilme kriterleri arasında “atıkların plaja dökülmemesi, suda zararlı bakterilerin ve kimyasal atıkların olmaması gerekir.” Diye biliyordum.



Şu anda körfezin tüm çevresinde irili ufaklı yüzlerce fabrika, kırk küsur liman varken, hatta yenilerinin açılması planlanırken; mavi bayrağı bize kim verecek, nasıl alacağız? Açıkçası merak ettim.





Aklımın yettiğince düşündüm. En basitinden mavi bayrak alabilmek için, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan, D-100 karayolundan her gün geçen yüzlerce ağır tonajlı vasıtanın denize bıraktığı kurşunu bertaraf etmemiz gerekmez miydi?



***





Sonra Büyükşehir Belediyesi’nin geçtiğimiz yıllarda lağım sularının aktığı yerde uluslar arası yüzme yarışması düzenlediğini hatırladım ve bu zihniyetle, İzmit Körfezi’ne mavi bayrak almayı düşünmenin, çokta zor olmayacağına karar verdim.





Mavi bayrak almak, kıyı kanununu yemek kadar kolay olacak mı? Bekleyip göreceğiz.



Zira bildiğim kadarıyla mavi bayrak, pazardan ya da tuhafiyeciden alınmıyor!