Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Tanker düşebülü…

Günler hızla geçiyor…
Baksanıza, aylardır sabırsızlıkla beklediğimiz 12 Haziran seçimlerinin üzerinden bile, iki hafta geçti.
Geçen haftaya şöyle bir bakarsak eğer,
Yaz yağmurunun, beş dakikada Ankara’yı teslim alması;
Karne alan öğrencilerin, sevinci/üzüntüsü;
LYS sınavına giren öğrencilerin ve ailelerinin heyecanı;
Suriye’den kaçarak ülkemize sığınan mültecileri, Angelina Jolie’nin ziyareti;
Deprem sonrası vatandaşların hatta kaymakamın bile çadırda yaşadığı Simav’da 
evlerin kiralarının üç katına çıkması;
Seçilen yeni vekillerin kiralık ev arayışları;
Babalar günü, doğum günleri, sünnet, nişan, kına gecesi, düğün törenleri;
Açılışlar ve daha sayamayacağımız bir sürü acı tatlı olay ve etkinler;
Hafızamızın bir kenarına atıldı. 
Belki ileride anımsayıp tebessüm edeceğimiz, belki de anımsamak bile istemeyeceğimiz türden…
Geçen hafta benim hafızama kazınan birçok anekdot var ancak sizinle iki tanesini paylaşmak istiyorum.
Birincisi; Nuh Çimento’nun “yeni döner fırın modernizasyonu ve kapasite artırımı” için yaptığı ÇED (Çevresel etki değerlendirmesi ) toplantısında yaşadıklarım…

Nuh çimento yetkilileri, kapasite artıracaklarmış ve kapasite artışının çevreye nasıl zarar vermeyeceğini de halka anlatacaklarmış…

ÇED toplantısı, çevreye duyarlı vatandaşların; düdüklerle, ıslıklarla, alkışlarla protesto etmesiyle engellendi. Yani bu toplantının yapılamaması, fabrikanın kapasite artırımını, bir süreliğine engellenmiş oldu.
Fabrika çalışanlarından birkaç kişi bu engellemeyi içlerine sindiremedi. Sanki biz oraya Avrupa’dan gitmişiz gibi “Siz Hereke’de yaşamıyorsunuz bile, neden karşı çıkıyorsunuz” gibi absürt cümleler kurdular. Sanki Hereke’de oturmayınca, Hereke’nin çevre sorunu bizi ilgilendirmiyor; Hereke’nin havası ve denizi görünmez duvarlarla örülmüş, sadece Hereke’de kalıyor, İzmit’e Gebze’ye gitmiyor…
 Öyle olsa bile, Hereke’de kirlilikten nasibini alanlar, insan değil mi?
Biri ise “Ben hasta değilim, kirlilik falan yok, uydurmayın” dedi. Bu söz bana çok dokundu. Ne kadar bencilce bir söz bu! Sadece kendinin hasta olmaması önemli, başkaları önemli değil demek ki. Ne zaman bu kadar benmerkezci olduk biz?
Hasta olmayan bu arkadaşa hatırlatırım. Kocaeli Valiliğinin, “2011 yılı yüzme alanları değerlendirme çalışmaları kapsamında hazırlanan deniz suyu raporu”na göre; İzmit Körfezi’nde denize girilmesi yasak olan ilçelerden biri de Körfez ilçesi…
Gerçi bu arkadaş yüzmeyi sevmiyor, ya da bilmiyordur o nedenle raporun da bir önemi yoktur…
İkincisi ise; Kastamonu’ nun “Dikkat daş düşebülü, ayı çıkabülü” tabelasına ekleyebileceğimiz “tanker düşebülü” sözünün son günlerde çevre kirliliği ile gündemden düşmeyen Dilovası’nda yaşanması…
Şaka gibi ama viyadükten öğrenci servisinin üzerine, tanker de düştü!
Neyse ki kazada ölen olmadı, sadece yaralılar var.
Aman dikkat!
Hava, deniz, toprak, su kirliği; her an patlamaya hazır bomba gibi tesisler bir yana, tepenize bir de tanker düşebülü...  
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 25 Haziran  2011

Sınavlar...

Bugün ve yarın LYS sınavları yapılıyor. Umarım ismini doğru yazmışımdır.
Çünkü her yıl yapboz tahtası gibi değişen ne sınav sistemine, ne ismine ne de içeriğine; öğrenciler, dershane yöneticileri veliler olarak yetişemiyoruz…

...

Liseyi,1980-83 yıllarında; yatılı okudum.

Yatılı okumamın birinci sebebi; yaşadığım ilçedeki lisede okursam, istediğim bölümü kazanamam korkusu idi. Çünkü ortaokulun her üç yılında da, neredeyse yılın yarısı boş geçen derslerimiz, branşı olmayan öğretmenlerin derslerimize girmesi, üniversitede istediğim bölüme girmemi engeller diye düşünmüştüm. Üç yıl boyunca çok aşırı olmasa da çalıştım ve istediğim bölüme girebildim.

40 yaş üstü olanlar anımsarlar; o dönemlerde dershaneye sadece lise son sınıfta gidilirdi.

Özel ders alanlar da vardı ama parmakla gösterilecek kadar azdı. Lise eğitimi üç yıldı.

Sınav ise şu andaki gibi; iki aşamalıydı...

Dershaneye gittiğimiz 1983 yılında, dershanelerin son yılı olduğu, artık kapatılacağı söyleniyordu. Neredeyse üzerinden 30 yıl geçmiş, hala dershaneler var. Hatta lise sonda gitmek yetmiyor. Liseye başladın mı, dershaneye de başlıyorsun. Tabii iyi bir liseyi kazanabilmek için ortaokulda gidilen dershaneleri, alınan özel dersleri de unutmayalım!

Peki dershaneye gitmekle bitiyor mu? Elbette hayır...

Şu anda dershane dışında, 3 ayrı öğretmenden özel ders alan öğrencileri biliyorum.

Hem maddi, hem manevi bir yük... Üstelik istedikleri üniversiteye girebilmek, hayallerindeki mesleğe ulaşabilmek için anaokulundan itibaren yarışa başlayan ve ne çocukluklarını, ne de gençliklerini yaşayamayan çocuklarımızı, sonra da “asosyal” olmakla suçluyoruz.

Doğduğu anda hangi okula gideceğinin planları yapılan ve yarış atı gibi hazırlanan çocuklarımıza üzülüyorum ancak bu döngünün içine ister istemez giriyorsunuz.

Halbuki anayasamıza göre her yurttaş eşit eğitim hakkına sahip...

Peki, üniversiteye girmek için yarışan 1 milyon 700 bin öğrenci, en doğal hakları olan “eşit eğitimi” alabildiler mi? Ne yazık ki hayır! Eşit eğitim almadıkları gibi, üstelikte YGS sınavındaki “mod-medyan ve şifre skandalları” ile kafaları karıştı, moralleri bozuldu.

Bunca yıl harcadıkları emeklerin boşa gittiğini düşünüyorlar...

“ Bu dershane öyle bir dershane ki, öğrenci geri zekalı olsa bile üniversiteyi kazanıyor”Sözleri doğru muymuş?
“Zeki olmayan çocuklar, o dershanelere giderek, zekâlarını nasıl açıyorlarmış?” “Biz bunca yıl boşuna mı çalışmışız?” Yorumları ile geçirdiler, son birkaç ayı...
Daha şimdiden, eğitim alacakları kuruma olan güvenleri sarsıldı.
Güven bir kere sarsıldı mı, yerine konması çok zordur.
Güvenmediğiniz bir eğitim kurumunda alınan eğitim nasıl olur?
Dürüst bir toplum, için dürüst ve güvenilir bir yönetim olması şart değil midir?
...
Her şeye rağmen; LYS sınavına girecek olan, tüm öğrencilere başarılar diliyorum...

*18 Haziran 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki







Bizi biz yapan seçimlerimizdir...

Aylardır seçimle yatıp, seçimle kalkıyoruz.

Tüm Türkiye yarın ki genel seçime yani “12 Haziran” seçimine, odaklandı.

Deyim yerindeyse yarın ki seçim, bir nevi ömrümüzün bundan sonraki 4 yılını nasıl yaşayacağımıza karar vereceğimiz seçimlerden biri olacak…



Seçimler deyince aklıma hep yıllar önce okuduğum ve başucu kitaplarımdan biri olan Shad Helmstetter’ın “Bizi biz yapan seçimlerimiz” adlı kitap gelir.

Birde gerek köşe yazılarımda gerekse sohbetlerimde sık sık kullandığım “Biz doğduğumuz yeri, tarihi, aileyi, milleti seçemedik ama kim olacağımızı, nasıl biri olacağımızı ancak ve ancak biz seçeriz.” Sözleri…

Düşüncelerime katılırsınız ya da katılmazsınız bilmiyorum; şu anda bulunduğumuz noktaya geçmişte yaptığımız, seçimler ya da tercihler ile geldik.

“Düşüncelerime belki katılmazsınız” sözünü, yaşamdaki olumluluk ve olumsuzlukları şans ve kadere bağlayanlar için söyledim. Eğer kader bizi şu anda bulunduğumuz iyi ya da kötü konuma getirdiyse, mutlaka bizim yardımımızla olmuştur.

Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelenler için, “bazıları doğuştan şanslıdır” derler. İstisnalar kaideyi bozmaz ancak bu şanslı çocukların çoğunun şansını iyi kullanamadığına tanık olmuşuzdur.

Doğduğumuz ülkenin, ailenin kader ya da şans olduğunu; yakın çevrenin, okulun, toplumun, dünyanın bizi şekillendirmesinde büyük rolü olduğunu düşünsekte, Helmstetter’İn “Yönümüzü belirleyen yaptığımız büyük seçimler, varacağımız noktaya bizi ulaştıran ise yaptığımız küçük seçimlerdir” Sözüne katılıyorum.



Aylardır bütün siyasi partiler, en iyi partinin kendi partileri olduğunu anlatabilmek için çaba sarf ettiler. Milletvekili adayları kendilerini tanıtabilmek, partilerinin programlarını anlatabilmek için ter döktüler. Birçok sözler, vaatler verildi…

Yarın verilen oylarla bundan sonraki 4 yılın nasıl geçeceğini seçeceğiz…

Şapkayı önümüze koyup düşünelim. Önce şu anda ki konumumuza bir bakalım. Durumumuzdan memnun muyuz? 4 yıl sonra hangi noktada olacağız ya da olmak istiyoruz?

Sandığa gidip oy kullanarak, bunu belirlemek elimizde…

Unutmayalım “Bizi biz yapan seçimlerimizdir”

 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 11 Haziran 2011

Onur Hoca…

Geçtiğimiz haftasonu; başka kentlerden de gelen, çevreye ve insan sağlığına duyarlı,  STK (Sivil Toplum Kuruluşu) üyeleri  ile Dilovası’ndaydık.
Son yıllarda tüm Türkiye’nin hatta dünyanın  tanıdığı, Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde. Ama hangi özelliği ile tanınan?
Bir zamanlar, İstanbul’un sebze ve meyve ihtiyacının üçte birini karşılayan; pırıl pırıl denizi ve derelerinde yüzülen, balık tutulan ya da tarihi dokusu ile mi? Ne yazık ki “Hayır”
Şaka gibi ama 30 sene önce, sopayı diksen yeşeren topraklarda artık çalı-çırpı bile yetişmiyor. Denizinde, derelerinde balık nesli tükendi. Tarihi dokusunun ise, içinde yaşayanlar bile farkında değil…
Yağmurlu bir günde, farklı kentlerden gelen otobüslerden inen yürekli insanlar, belki de yüzünü bile görmedikleri bir bilim adamına yapıldığını düşündükleri haksızlığı protesto etmek için oradaydı. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu için…
Kimdi Prof. Hamzaoğlu, ne yapmıştı da bunca insan işini gücünü bırakıp Dilovası’nda toplanmıştı?   

***
Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Onur Hamzaoğlu, TÜBİTAK ve bazı bilim kuruluşları  ile birlikte 2005 yılında; bir araştırma yapmıştı.
Araştırmaya göre; dünyada ve Türkiye’de 100 ölümden 13’ünün nedeni kanserken, Dilovasında bu oran 100 ölümden 33 idi…  
Araştırma sonuçları 2006’da TBMM’ye sunulan rapor da yer almış, “Dilovası sanayiye doymuştur. Bundan sonra bir tek çivi bile çakmak sakıncalıdır.” Kararı alınmıştı.
Buna rağmen basında sık sık Dilovası ile ilgili yeni haberlere rastlıyoruz. Kah kurulması planlanan yeni bir tesisin ÇED toplantısının yapıldığı, kah çöp deponi alanları planlandığı, kah termik santral kurulacağı ile ilgili haberlere…
 TBMM meclis kararına rağmen, hala fabrika, hala tesis kurmak isteyenlere karşı dava açılacağına, kime dava açıldı dersiniz? Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’na.
Peki sebep ne?  
Üniversitenin Halk Sağlığı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Tıbbi Genetik Anabilim Dalları’ndan katılan öğretim üyeleri ile gerçekleştirdiği bir araştırmanın sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak.
 “Yeni doğum yapan annelerin ilk sütünde (kolostrum) ve bebeklerin ilk kakalarında (mekonyum), bazı ağır metallere ve eser elementlere rastladık”  sözünü söylemek…
  Bunun üzerine, Kocaeli Büyükşehir ve Dilovası Belediye Başkanları savcılığa suç duyurusunda bulundu ve Prof. Dr. Hamzaoğlu hakkında dava açıldı.
 Sebep neydi? “Halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak”
7 aydır Dilovası’nın Fatih ve Yeniyıldız Mahalleleri’nde yaşayan insanlarla görüşüyorum.
Hiç kimse Prof. Dr. Hamzaoğlu’nun söyleminden paniklemiş görünmüyor. Hatta “sigara da kanser, yapıyor. Türkiye’nin her yerinde kanser var, ne yapalım; kader” Diyorlar.
Birçoğunun kirlilikten anladığı şey; toz. “Artık eskisi kadar balkonlar tozlanmıyor, kirlilik yok diyorlar. Hava kirliliği çokta umurlarında değil. Onların tek istediği, kafasını sokabileceği bir ev, karnını doyurabileceği aş…
Bir bilim adamı araştırma sonçlarını kamuoyu ile paylaştığı için şarlatanlıkla suçlanıp, hakkında dava açılıyor. Çevreyi katledenler, ilçeyi nefes alınamayacak hale getirenler  koltuklarında rahat rahat oturuyorlar. Bir de “ Burada kirlilik falan yok, yoldan geçen araçların dumanları, halkın yaktığı kötü kömür ve lastiklerin kokusu” diyerek ahkam kesiyorlar.
Bu duruma daha fazla seyirci kalamayan ve Prof. Dr. Hamzaoğluna destek için Dilovasına gelen çevreci sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler;  
 "Bizler herkesi bilime ve toplumsal sorumluluğa sahip çıkmaya çağırıyoruz. Soruşturulması, cezalandırılması gerekenler halk ve çevre sağlığı için çalışma yürüten onurlu bilim insanları değil, daha fazla kâr hırsıyla çevreyi katleden halkın sağlığı ile oynayanlardır" Diyorlar.
Bakalım “Onur Hoca”nın mahkeme sonucu ne olacak?
 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 4 Haziran 2011

Dubai Port ne oldu?

Ben, 46 yıl önce Hendek Sakarya’da doğdum ve 15 yaşıma kadar orada yaşadım.
31 yıldır Kocaeli’nde yaşayan biri olarak biliyorum ki; deniz kenarında yaşayanlar, denizin kıymetini yeterince bilmiyorlar...
Biz çocukken, denizi görebilmek için yaz tatilini iple çekerdik…
O dönemlerde; Kuşadası, Bodrum, Antalya, hatta Kefken- Kerpe bile bizim için hayaldi.
Yaz tatilinde, bazı hafta sonları soluğu Kocaeli- Körfez’de alırdık.
Karamürsel, Değirmendere, Tütünçiftlik, Tavşancıl ya da Şirinyalı sahillerinden birinde…
Bizim için o yaşlarda deniz, plaj, kum, midye toplamak, koruma faktörlü güneş kremlerinden bihaber- acısını sabaha kadar sırtımızda hissedeceğimizi bile bile- bütün gün güneşin altında denizle buluşmak ve yanıklara sürülen yoğurtlarla, geceleri yakamozların pırıltısını düşlerimizde görmek, muhteşem bir duyguydu…
Doğusunda Tütünçiftlik batısında Yarımca yer alan, 140 bin nüfusun yaşadığı; bir zamanlar yüzdüğümüz, tenekeler dolusu midyeler çıkardığımız Körfez İlçesi’nin Yarımca sahilinde, birkaç yıldır 504.883 metre kare büyüklüğünde devasa bir liman yapılması için plan ve projeler yapılıyor. Şaka gibi değil mi?

Dünya, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi yaşarken; 60’ lı yıllarda devlet eliyle Körfez’de ilk sanayi tesislerinden olan Tüpraş ve İgsaş kurulmuştu.
 O zamanlarda bilimsel olarak yer seçimi düşünüldü mü bilmiyorum ama 1999 Marmara depreminde tam kırılmayan fay hattının Tüpraş’ın içinden geçtiği söyleniyor. Bu depremi yaşayanlardan biri olarak, Tüpraş’ın patlama tehlikesi geçirdiğini, an be an yaşamıştım…
Hal böyle iken, bu bölgeye Körfez’deki mevcut 40’dan fazla irili ufaklı liman ve iskele toplamından daha büyük, devasa Dubai Port limanını yapmak istemek;
bu limanı yapmak için kilometrelerce denizi doldurmak hangi akla hizmettir?
1110 metre uzunluğunda kıyı kenar çizgisine dik istikamette iskele yapmak ne demektir?
Gerçekten aklım şaştı!
Eğer Dubai Port projesi gerçekleşirse, daha da vahim olanı sırada bekleyen projeler…
Bu projenin gerçekleşmesi halinde, sırada bekleyen başka liman projeleri var. Dolayısı ile bu projeler bittiğin de, “Körfez” diye bir şey kalmayacağı kuşkusuzdur. Hatta liman ve iskelelerin yapımı nedeniyle doldurulan Körfezi yürüyerek karşıdan karşıya geçmek neredeyse mümkün olacaktır.
Peki, Dubai Port limanın yapımının durdurulması için kaç kişi canla başla uğraşıyor?
Saymaya kalksak, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az… Yargıya başvurdular ve Dubai Port’un yapımını şimdilik durdurdular.
...
Kime sorsak çevreci, kime sorsak çevre konusunda ahkam kesiyor ancak İstanbul’un kirletici ne kadar sanayi ve limanı varsa hepsi soluğu Kocaeli’nde, Sakarya’da Düzce’de aldığı halde kimseden tık yok! Bu nasıl bir çevrecilik bilincidir?
Biz ne zaman “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesini bile aşarak yılan dokunduğu halde kıpırdamayan bir toplum olduk. Neden bu kadar tepkisiz, umursamaz olduk? 
Can çekişen Körfez’in talan edilmesine gerçekten göz yummaya devam edecek miyiz?
Yoksa duyarlılık gösterip, Dubai Port projesinin akıbetini takip mi edeceğiz?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 28 Mayıs 2011

Duvarı tamir ettirelim mi, ettirmeyelim mi?

 Geçen hafta Mayıs ayı “İl Genel Meclisi Toplantısı”na katıldım.
 İl Genel Meclisi, il özel idaresinin karar organıdır ve ilimizin yönetimi konusunda ki önemli kararları her ayın ilk haftasında toplanarak görüşür.
Belediye Meclis Toplantılarına sık sık katıldığım halde, İl Genel Meclis Toplantısına ilk defa katıldım…  
Basına İl Genel Meclisi’ndeki gündemin her ne kadar “İl Özel İdaresi çalışanlarına yapılmak istenen sosyal denge zammı” tartışmaları damgasını vurdu”  şeklinde yansısa da; benim ilgimi çeken gündem maddesi Gebze ilçesinde ki Kocatepe İlköğretim Okulunun istinat duvarı ile ilgili komisyon raporunun meclise sunulması idi…
Duvarı yıkılma tehlikesi arz eden okul ve bahçe duvarı, 2006 yılında inşa edilmiş ancak tehlikenin hissedilmesi, üzerine ilçe eğitim müdürü geçtiğimiz aylarda okulu tahliye ettirmiş…
Duyduklarıma inanamadım. Mevzusu geçen okul 2006 yılında yani depremden çok sonra inşa edilmiş ama istinat duvarı yıkılmak üzere. İlk şikâyet dilekçesi de 2007 yılında verilmiş. Meclis üyeleri söz alıp konuştukça, konu çok daha ilginç hale geldi. Bir meclis üyesi; “Okulun bahçesinde yüksek gerilim hattı direklerinin olduğunu, bu direklerin çocukların sağlığı için tehlike yarattığını, derhal kaldırılması gerektiğini” söyledi. Başka bir meclis üyesi ise “Bunun imkânsız olduğunu çünkü bu direklerin 1977/ 78 yıllarında yapıldığını,  Edirne’ye kadar iki yüz fabrikanın elektriğinin oradan geçtiğini, bu fabrikaların bir gün bile elektriksiz kaldığında ne kadar zarar edeceğinden” bahsetti.  Yine bir meclis üyesi ise;  “Müteahhitin malzemeden çaldığını, hatayı yapandan hesap sorulması gerektiğinden” bahsetti… 
Başka bir öneri ise; 250 bin TL tutarındaki tadilat parasını vererek duvarı tamir ettirmekti…

İnanılır gibi değil! Bir okul yapımına karar veriliyor. Arsası seçiliyor, ihale yapılıyor, okul bitince teslim alınıyor ve bir yıl sonra yapım hataları görülüyor.
Aradan üç yıl daha geçmiş ve hala “okulun duvarını tamir ettirelim mi, ettirmeyelim mi?” konusu tartışılıyor…
Plan ve proje yapılmadan okulun inşa edilmesine  “kimler karar vermiş, bittiğinde kimler teslim almış?” açıkçası çok merak ettim ve aklımdan bir sürü soru geçti…
“Karar vericiler, yüksek gerilim hattının olduğu yerlerde yaşayanların sağlıkla ilgili ne tür sorunlarla karşı karşıya olduklarını biliyorlar mı? Kendi çocuklarını bu okula yollarlar mı? İstinat duvarı çocuklar bahçedeyken yıkılsa ne olurdu? Hesabını kim verirdi? Şu anda başka okula nakledilen 600 öğrenci sıkış tepiş bir şekilde sağlıklı eğitim alabiliyor mu?”
Bu soruların yanıtını ve okulun akıbetini hemen öğrenemeyeceğim zira İl Genel Meclisi iki aylık bir tatile girdi.      
Gebze ilçesinde yaşanan durumun erken fark edilip, öğrencilerin başka okula aktarılması isabetli olmuş. Çünkü geçtiğimiz hafta sonu Kuruçeşme Yeni Mahalle’de bulunan, 2003 yılında inşa edilen Yeni Mahalle İlköğretim Okulu’nun istinat duvarı çöktü. Allahtan olay hafta sonu meydana geldi de o esnada okulda öğrenciler yoktu!
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 14 Mayıs 2011     

İyi anne olmak…

Anne olmak çok güzel çok farklı bir duygu olmakla birlikte, aynı zamanda dünyanın en zor zanaatıdır, öyle değil mi?
Anne olmak derken, ille de biyolojik annelikten yani doğurmaktan söz etmiyorum.
Zira doğurur doğurmaz çocuğunu çöp konteynırına atarak ya da cami avlusuna bırakarak ölüme terk eden biyolojik annelere, anne demek sadece abesle iştigaldir diye düşünüyorum…
Toplumun kadınlardan en önemli beklentisi “anne” olması hatta  “İyi anne” olmasıdır. Küçük yaştan itibaren kız çocukları bu düşünce ile yetiştirilir. Oyuncakları bebekler; bayramlarda, düğünlerde giydikleri giysileri gelinliktir… 
Peki, “iyi anne olmanın kıstasları nelerdir?” Evrensel tavır ve davranışlar var mı, hatta sonu ve sınırı?
İyi anne olmak demek; çocuğunun/çocuklarının karnını doyurmak, üstünü başını düzenlemek; 
Okusun, büyük adam olsun diye, sabah erkenden kalkıp okuluna yetiştirmek;
Akşam eve geldiğinde “bütün gün ayrı kaldık, seni özledik” diyerek en güzel yemekleri yedirmek;
En güzel oyuncakları almak, en iyi dershanelere ya da özel okullara yollamak;
Özveride fedakârlıkta bulunmak, çocuğu için her şeyden vazgeçme konusunda sınırları zorlamak;
Tabiri caizse saçını süpürge etmek;” midir?
Ruhsal bir rahatsızlığı yoksa eğer; aldığı eğitim, kültür ne olursa olsun, çalışsın ya da çalışmasın, az ya da çok doğursun, güçlü ya da zayıf her kadın “iyi anne” olmak için çabalar...
Tüm bunları düşünmeme sebep olan konu; geçtiğimiz günlerde kamuoyunda büyük yankı uyandıran annelerinin ölümünden sonra intihar eden dört kardeşin yakınlarından birinin söylediği  “anneleri güneşti onlar da gezegen. Anneleri ölünce yörüngelerini kaybettiler” sözü!
Profile bakıldığında varlıklı, kültürlü bir ailenin eğitimli ama kendi başına adım atamayan, anne bağımlısı çocuklar…
Yaşlarına bakıyorsun, kandırılacak kadar küçük değiller;  eğitimlerine bakıyorsun, cahil değiller hatta yurtdışı eğitimleri, doktoraları vs. var.
İyi bir anne olup, iyi bir çocuk yetiştirmek için bu kadar debelendikten sonra, kendi ayakları üzerinde duramayan, birey olamayan, bağımlı çocuklar yetiştirmek istenen bir sonuç değildir sanırım…
İyi bir anne olmak demek;
Lokmaları kolay yutabilsin diye çiğneyerek vermek;
Yediklerini yakmasın, kilo alsın diye hareket etmesini engellemek;
Düşecek, kendini incitecek kaygısıyla top oynamasına izin vermemek,
Ev ödevlerini onun yerine yapmak;
Üzülmesin diye onun yerine kararlar vermek demek değildir…
Son söz olarak; ben de dâhil “iyi bir anne olabilmek uğruna” aşırı koruyucu ve kollayıcı davranarak “kaş yapayım derken göz çıkartmayalım” derken,
“Tüm annelerin ve kendini anne hissedenlerin anneler günü kutlu olsun” dileklerimi sunarım…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 7 Mayıs 2011

ÇED...

Geçen hafta Türkiye’de ki kimya sektörünün yüzde otuz üçünün bulunduğu, çevre kirliliğinin had safhaya ulaştığı Dilovası’ndaydım. Amacım “Sürekli Boya kaplama Tesisi Projesi Halkın Katılım Toplantısı”na katılmaktı yani tesisinin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) nin yapılacağı bir toplantıya…
ÇED toplantıları ile ilgili kulaktan dolma bilgim vardı ama detay ve içeriğini, sürecin nasıl işlediğini bilmiyordum. Toplantıya gitmeden önce biraz araştırdım. ÇED’le ilgili ulaştığım bilgi kısaca şöyle: “Belirli bir projenin veya gelişmenin çevre üzerindeki önemli etkilerinin belirlenmesi ile ilgili bütün tarafların bir araya geldiği ve görüş ve önerilerini ortaya koyabildikleri demokratik ve şeffaf bir süreçtir. İlgili taraflar bu süreç içerisinde ortaya koydukları teknik bilgi ve görüşlerle projenin en optimal şekilde gelişimine katkı sağlarlar. ÇED’in amacı, öngörülen bir gelişmenin yol açabileceği olumsuz çevre ve sağlık etkilerinin önceden tespit edilip gerekli önlemlerin alınmasını sağlamaktır. Böyle bir değerlendirme, bir faaliyetin fiziksel, biyolojik, ekolojik ve sosyo-ekonomik etkilerinin kapsam ve şiddetlerinin uzman kişilerce, bilimsel yöntemler kullanılarak belirlenmesi ve olumsuz etkilerin giderilmesi için gerekli önlemlerin ortaya konması gibi çeşitli bileşenlerden oluşur.” İdi…
Toplantıya ‘mevcut bir tesisi geliştirme, iyileştirme projesi’ olduğu düşüncesi ile gitmiştim. Yeni bir tesisin kurulma çalışması olduğunu anlayınca çok şaşırdım; kafam karıştı. Çünkü 2006 yılında Büyük Millet Meclisi araştırma komisyonun ”Dilovası sanayiye doymuştur. Bundan sonra kapasite artışı yapılmaması, tek bir çivi bile çakılmaması gerekir.” Diye karar aldığını biliyordum.
Yine de “Önyargılı olmayayım “diyerek toplantı başlamadan önce yerimi aldım.  Duyarsızlık mı, iletişimsizlik mi? Bilmiyorum; halkın katılımı çok azdı.
 Dilovası Sivil Toplum Platformu üyeleri, toplantı başladığında “ Yeni bir tesis istemiyoruz. İnsanca yaşamak istiyoruz, kanser olmak istemiyoruz, vicdanı olan bu toplantıya katılmasın” diyerek toplantıyı protesto edip, çıktılar.
Dolayısı ile “Halkın katılım toplantısı” halksız bir şekilde yapıldı. Yetkililer “Halka en az nasıl zarar veririz?” i kendileri anlattı, kendileri dinlediler. Tesisin ÇED toplantısı da yapıldığına göre, birkaç ay sonra Bakanlıktan onay çıkar; nur topu gibi bir fabrikamız daha olur ancak aklıma takıldı… ÇED’in amacı öngörülen bir gelişmenin yol açabileceği olumsuz çevre ve sağlık etkilerinin önceden tespit edilip gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak.” İse;  Zaten sağlıksız ve olumsuz bir çevre olan Dilovası’nda kurulacak yeni bir tesisin değerlendirilmesi toplantısının yapılması tuhaf değil mi? Uzmanlar ve kentimizi yönetenler bu konu da ne düşünüyorlar acaba? 
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 30 Nisan 2011

Posco’yu duydunuz mu?

Demir çelik üreten Güney Koreli dünya devi bir şirket...
Kentimizde Alikahya’ da Asım Kibar Organize Sanayi Bölgesi’nde, Kibar Holding ile ortaklaşa çok büyük bir yatırım yapıyor. Geçtiğimiz günlerde protokolleri imzalandı. Yakında temelleri atılmaya başlanacak...
Posco için; Kocaeli güzel bir seçim...
 İstanbul’a çok yakın olması; kara, hava, deniz, demiryolları ile bağlantılı olması;
üç önemli demir-çelik fabrikasının Dilovası’nda olması vs...
Peki ya bizim için?
...
Henüz Dilovası’nın kirliliğine çözüm bulamamışken, başka bir Dilovası yaratılmaya çalışılmasının mantığını anlayabilmiş değilim. Gerçi DOSB (Dilovası Organize Sanayi Bölgesi) yetkililerine göre; “Dilovası’nın çevre kirliliği, sanayiden değil, evsel atıklar ve yoldan geçen araçlardan kaynaklanıyor. Bu kirlilik te zaten Türkiye ortalamasının altında! Genzi yakan koku ise psikolojik! O bölge de araştırma yapan Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu “Anne sütünde ve yeni doğanların dışkısında ağır metaller var” derken yalan söylediği ve şarlatan olduğu iddia ediliyor...  
Tüm bunları bizzat kulaklarımla duyduğum için; Posco yetkililerinin de  İnsana ve çevreye hiçbir şekilde zarar vermeyeceklerini” söylemelerine hiç şaşırmadım ancak merak ettiğim bir kaç şey var.
- Posco’nun bizden önce bu yatırımı yapmak için başvurduğu “içlerinde Hindistan’ın da bulunduğu 4 ülke” tesislerin neden kendi ülkelerinde kurulmasını istememiş?”
- 2023 vizyon toplantılarında: “Artık kentimizin sanayiye doyduğu, mevcudun iyileştirilmesinden başka yeni bir sanayi gelmemeli” diyen kentin yöneticilerinin fikrini değiştiren ne oldu? 
- Asım Kibar Organize Sanayi bölgesi kurulalı 7 yıl olmasına rağmen, hala arıtma tesisinin
olmaması, ilginç değil mi?
- Kurulan fabrika da soğuk haddeleme yapılacağını, bunun sıcak haddeleme kadar çevre kirliliği yaratmayacağını savunan Posco yetkilileri, soğuk haddelemeden kaynaklanan asitleri nasıl bertaraf edecekler?
...
30 yılı aşkın bir süredir bu kentte yaşıyorum. Gelişimini, değişimini görüyorum.
Elbette yeniliklere değişimlere karşı değilim ancak çocuklarımıza, torunlarımıza bırakacağımız kentin eli yüzü düzgün olmasından geçtim, bari yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan “Hava, toprak ve su”yun temiz olmasını sağlayalım.  
40’lı yıllarda kent planlaması çalışmalarını yapan mimarlar; “İzmit ve çevresinin tarihi ve doğal güzellikleri korunarak cazip bir sahil kenti olarak varlığını sürdürmeli,
ekonomik kalkınma uğruna karaktersiz bir kent olacağına, karakterli bir taşra kenti olması daha uygundur ” Öngörüsünde bulunmuşlar...
Vizyonları doğruymuş ama ne yazık ki kenti yönetenler vizyoner değillermiş...
Keşke kelimesini hiç sevmem ancak “Keşke Kocaeli, İstanbul’un sanayi çöplüğü olan bir metropol olacağına, tarım ve turizm yapılan bir taşra kenti olarak kalsaydı.” Diye düşünüyorum.
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 23 Nisan 2011

Siz de fark edeceksiniz…

 

Geçenler de; Eskişehir’de çıkan Kadının Sesi Gazetesi imtiyaz sahibi Sibel Erenoğlu ile Darıca Huzurevinde idik. Amacımız Orhan Koloğlu’nu ziyaret etmekti.
Tanışma anına kadar Orhan Koloğlu hakkında bildiklerim: Gazetecilik mesleğine 18 yaşında başlamış; yurtiçi - yurtdışı birçok önemli görevlerde bulunmuş; eğitim almaktan hiç vazgeçmemiş onlarca basılı kitabı olan; kısaca söylemek gerekirse, basının duayenlerinden biri olduğu idi…
Altmış dört yılını verdiği meslek hayatı ile ilgili anlatacakları konusunda son derece heyecanlıydım. 

***
Koloğlu, soğuk algınlığından dolayı rahatsız olduğu halde, bizi son derece sıcakkanlı karşıladı.
Odasına girdiğimiz an da, bugüne kadar gördüğüm huzurevi odalarından çok farklı olduğunu fark ettim.
Neredeyse bütün duvarları kaplayan kitaplığın rafları; çeşitli dillerde yazılan kitaplar, yıllar içinde alınan çeşitli ödüller ve çalışmalarını topladığı klasörlerin ağırlığı ile bel vermişti.
Konuşmaları esnasında, 19 yeni kitapla ilgili çalışmalar yaptığından bahsetti.

***
Orhan Koloğlu’nun odasında, tahmin ettiğimden çok daha uzun kaldık.
Gayret gerektiren zorlu ya da eğlenceli bir etkinlikle meşgul olduğumuzda, saatin kaç olduğunu unutup, zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamayız ya;
Koloğlu ile geçirdiğimiz saatlerde tüm dünya ile ilişkilerimiz kesildi; sadece ona odaklandık. Deyim yerindeyse, anlattıklarını ağzımız kulaklarımızda dinledik.
Seksen küsur yıllık bir yaşamı birkaç saate sığdırmak elbette mümkün değil ancak anlatıları arasında beni en çok etkileyen sözü şu oldu: “Kim olursanız olun, Ne işle meşgul olursanız olun, hatta kaç yaşında olursanız olun; mutlaka bir şeylerle uğraşın. Uğraşmazsanız eğer; çağın hastalığı “Alzheimer”e yakalanırsınız.”

***
Fırsat buldukça, huzurevlerini ziyaret ederim...
Dinlediğim hayat hikâyelerinde; kimi zaman hikâyeyi anlatan huzurevi sakinini, kimi zaman da çocuklarını haklı görürdüm ama her ziyaret sonrası mutlaka içimi bir hüzün kaplardı...
Bu ziyaret sonrası, azmimden daha fazla azme sahip seksen küsur yaşındaki birinin üretmek için hala çok heyecanlı olduğunu görünce, hem çok sevindim, mutlu oldum hem de “Gereğinden fazlasını yapıyorum” diye düşündüğüm için utandım. Çünkü çoğu insan gibi bende bazen günlük hayatın koşturmacası arasında 24 saatin yetmediğinden, yeterli zamanımız olmadığından yakınırım. Hani bazen yaptığımız işi, herkesten daha iyi icra ettiğimizi “Gereğinden fazlasını yaptığımız halde” istediğimiz sonuca ulaşamadığımızı düşünürüz ya, böyle düşünenlere;
 Darıca Huzurevine gidip, Orhan Koloğlu ile birkaç saat geçirmenizi tavsiye ederim.
 Yaş almış çalışkan bir delikanlı ile tanışmanın mutluluğu ile sohbetin sonunda;  benim gibi “bugüne kadar bir şeyler öğrendiğimi sandığımı ama öğrenecek daha ne çok şeyin olduğunu” siz de fark edeceksiniz...
 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 16 Nisan 2011

Dünyanın Her Yerinde Kadın Olmak Zor...

Dünyanın her yerinde, kadın olmak…
Merhaba,
Başlangıçlar bazen çok zor, bazen çok kolaydır ama her zaman heyecanlıdır…
Bu gazete de yayımlanacak ilk yazım olduğu için bende çok heyecanlıyım ve sizlere içten bir “merhaba” demek istiyorum. Bundan böyle zaman zaman sizlerle bu satırlarda buluşacağız…
Bu yazıyı Londra’dan Birmingham’a giden hızlı trende yazıyorum…
İngiltere’ye uzun yıllardır görmediğim ilkokul ve lise arkadaşlarımı ziyarete geldim.
Gerek iş gerekse tatil amaçlı sık sık yurtdışına gittiğim halde nedense; İngiltere’ye bu ilk gelişim.
Aslında daha önce görülmesi gereken ülkelerden biri olarak ta hiç ilgimi çekmemişti. Arkadaşlarım olmasaydı, ilgimi çeker miydi onu da bilmiyorum. Bunun bilinçaltımda yatan bir sebebi vardır mutlaka. (Belki de vize almanın zorluğudur)
 Öyle ya da böyle buradayım işte…
Kısıtlı zamanda “Ufkunda güneş batmayan ülke”nin tarihini öğrenmek, gezilecek yerlerini keşfetmek dışında, kentleşme, trafik ve bu ülkede yaşayan kadının, profili, toplumda ki yeri, en çok merak ettiğim konular oldu…
Ağırlıklı olarak Londra’da kaldım. Burada trafiği metro ve hızlı trenlerle çözmüşler. Herkesin arabası var ama şehrin merkezine inmek için genelde metro kullanılıyor. Çünkü araba ile merkeze girmek otopark dışında ayrı bir ücrete tabi. ( 8 pound yani günlük 20 Tl.)
Burada en çok beğendiğim şey; evlerin, cadde ve sokakların bir uyum içinde olması, gözü yormaması oldu. Eski-yeni, küçük-büyük, fakir-zengin evi de olsa binaların hepsi bir düzen, bir uyum içinde. Eski binaların çoğu tuğladan yapılmış. Aslında kasvetli bir hava veriyor ama düzenli. Eğer binalar boyalı ise genellikle beyaz renkte. Nerdeyse bütün kenti dolaşmama rağmen, birkaç müstakil ev ve bina dışında renkli bina görmedim diyebilirim.   
Burada yaşayan arkadaşlarıma ülkede ki kadının yerini sordum. Hepsi de “Kadın deyince duracaksın. Bu ülkede önem sırasına göre kadın birinci sırada yer alıyor. Sonra çocuklar, yaşlılar, evcil hayvanlar ve erkekler geliyor… Kadın seçer, istediğini sever, istediğini kapıya koyar. Herkes yerini bilir. Nikâhsız olsa bile, ayrılırken malların paylaşımında hak iddia edebilir.” Dediler. Bazı kadınlar da, çalışmadan para kazanmanın yolunu bulmuş. Devlet çocuk başına para verdiği için, birkaç tane çocuk doğuruyorlarmış. Çocukların babasının ismini nüfus cüzdanına yazdırmak zorunda da değillermiş. Devlet çalışmayan kadına kira yardımı da yapıyormuş…
“Her şey güllük gülistanlık gibi gözüküyor. Peki, kadına şiddet gösteriliyor mu?” Dediğimde;
İstatistiklere göre her gün 3 kadının öldürüldüğünü, 9 kadının ağır şiddete ya da tecavüze maruz kaldığını öğreniyorum. Bütün sihir yok oluyor. “Dünyanın neresinde olursan ol, kadın olmak zor” diye düşünüyorum…
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 9 Nisan 2011

8 Martta huzurevinde olmak…

13 Şubat’ta “Kadının Sesi Gazetesi” imtiyaz sahibi Sibel Erenoğlu ile Darıca Huzurevi’ndeydik…
Hadi ben Kocaeli’nde yaşıyorum; Darıca Huzurevini ziyaret etmem normal de Eskişehir’ den Sibel Erenoğlu neden geldi? Sebebini ve detaylarını bir sonraki yazımda paylaşmak istiyorum izninizle...

***

Şubat ayında yazdan kalma güneşli bir günde, muhteşem bir deniz manzarası ve bizi aynı güzellikte karşılayan güler yüzlü bir görevlinin kapıyı açmasıyla Darıca Huzurevi’ndeydik... “Doğru zamanda, doğru yerde olmak” diye işte ben buna derim.
Darıca Huzurevi’ne,  basının duayenlerinden Orhan Koloğlu’nu ziyaret etmek amacı ile gitmiştik…
 Benim adres bulma konusundaki üstün başarım sayesinde geç kalmışlığın heyecanı ile apar topar içeri girerken göz ucuyla gördüm o hoş kadını.  Sarışın, güzel, makyajlı ve oldukça şık giyimli idi…
 Orhan Koloğlu ile geçirdiğimiz çok değerli saatlerin ardından, Huzurevi’nden ayrılırken o kadın; hala aynı bankta oturuyordu.

***

Biz Orhan Koloğlu ile birlikte olma sevdasına neredeyse bütün öğünleri atladığımız için, çok acıkmıştık. Açlığımızı bastırabilmek için, yakındaki çay bahçesine gittik.
Güzel hava, muhteşem manzara ve hoş sohbet derken çay bahçesinde epey bir zaman harcadık. Huzurevinin önünde bıraktığımız arabaya döndüğümüzde; o kadın hala aynı bankta  aynı pozisyonda oturuyordu...
Daha fazla dayanamayıp yanımıza geldi; fıkır fıkırdı. Ayaküstü 60 küsur yıllık hayat hikayesini anlattı. bize.  Hani bir dokun bin ah işit derler ya…
Yıllar önce aldatılmıştı. Çok zengin kocası, bu yaşta bile hala çekici görünen, kendine baktıran albenili kadını, sekreteriyle aldatmıştı. O ise kızı yüzünden evlenmemişti…
Bu hikaye bana çok tanıdık geldi. Duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım onlarca hikayeden sadece biriydi.

***

13 Şubat 2011… Sevgililer günü ile kandilin aynı güne denk gelmesi nedeniyle, tüm Türkiye’de olduğu gibi huzurevi sakinleri de  “Sevgililer Günü” kutlamasını bir gün öncesine çekmişler.

O hoş kadın, bu yüzden öyle süslenmiş püslenmiş, sabahtan beri heyecanla akşam olmasını beklemiş…
Ayaküstü biraz sohbet ettik. Kırışıklıklara inat gözlerindeki kaybolmayan yaşam sevinci beni inanılmaz etkiledi.
Bir kez daha anladım ki “Kim olursa olsun, nerde olursa olsun; insanın içinde yaşam sevinci olması, kendine güvenmesi ve kendini iyi hissetmesi” çok önemli…

 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, her yıl yapılan klasik toplantı ve törenler yerine, Darıca Huzurevi’nde olup, o kadının elleri ellerimde, yaşam hikayesini tüm ayrıntıları ile dinleyip,  güzel ülkemde ters giden her şeye inat;  gözlerinde ki yaşam sevincinin gizemini öğrenmek isterim…

*Kadının Sesi Gazetesi Mart 2011 de yayınlanan yazım.