Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Yazık, günah, israf değil mi?

                                                                                                                 
Hani bir fıkra vardır:
Rus fizikçiler, yerin 100 metre altında bakır tel bulduklarını; bunun, atalarının bundan 1000 yıl öncesinde telefon şebekelerinin olduğunu kanıtladığını duyururlar.
Bu olaydan 1 hafta sonra Amerikan gazetelerindeşöyle bir manşet atılır:
Flaş, flaş, flaş…
Amerikalı bilim adamları, yerin 200 metre altında 2000 yıl öncesine ait fiber-optik hatlar buldular.
Bu demek oluyor ki, Amerikan toplumu, Ruslardan 1000 yıl öncesin de gelişmiş dijital haberleşme sistemlerine sahipti…
Bir hafta geçmeden Karadeniz’in, yerel gazetelerinden birinde, şöyle bir manşet atılır:
Yöremiz bilim adamları, yerin 500 metre altına kadar kazdıklarını ve hiçbir şey bulamadıklarını, bunun sebebinin ise atalarının 5000 yıl öncesinde kablosuz (wireless) iletişim sistemlerini kullandığının ispatı olduğunu belirtmişler.
***
Bu traji-komik fıkrayı; evden işe-işten eve gidip gelirken, alt yapı ve yol çalışmaları yüzünden köstebek yuvasına dönen yol ve kaldırımlar hatırlattı bana...
Kendimi bildim bileli, gittiğim hemen her kentte karşılaştığım alt yapı, kaldırım, yol çalışmaları “Ne zaman biter acaba?” diye düşünüyorum.
Sonra da, “bu çalışmaların, bizim vergilerimizle yapıldığınıbildiğimiz halde sesimizi çıkartmadan; yağmurda çamurda günlerce, aylarca, bu çukurların üzerinden atlayıp geçen biz vatandaşlar olduğu sürece de bitmesi mümkün değil” diye kendi sorumu, kendim yanıtlıyorum.
***
Altyapı çalışmaları için, sürekli bir yerlerin kazılması;toz, gürültü, trafik kirliliğini artırmanın yanında, insanın psikolojisini de allak bullak ediyor.
Bir sabah kalkıyorsunuz, elektrik tesisatı için yollar kazılmış, dünyanın parası harcanarak yapılan kaldırım taşları, sökülmüş.
Bir ay sonra tekrar bir kazı, bu sefer doğalgaz için.
Daha sonra telefon, su şebekesi, kanalizasyon kazıları…
***
Kenti yönetsin diye seçilen, çok değerli yöneticiler, mecliste bir karar verseler de;
Bütün kazılar aynı anda ve belli bir standartta yapılsa, bir daha 500 sene kazmak zorunda kalmasak, daha iyi olmaz mı?
Zira her seferinde başka bir bölümü kazılan kentin merkezine, arabayla girmek tam bir işkence oldu. Gideceğin yere, araçla gitmek yerine, yürüyerek daha çabuk ulaşabiliyorsun.
Çalışmaların yapıldığı cadde ve sokakta yaşayanlar ise, hem gürültüden, hem de tozdan nasibini alıyor.
***
Bazı kazıların ise, keyfi olduğunu düşünüyorum.
Ülkenin en borçlu belediyesinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesi olduğu söyleniyor ama
Şu anda İzmit Belediyesi’nin olduğu Belsa Plaza’nın etrafı düzenleniyor.
Kentin bütün sorunlarıbitmiş, bir tek gözümüzü rahatsız eden orası kalmış gibi…
Bildiğim kadarıyla 5 milyon liraya yakın bir harcama yapılacak.
Yazık günah değil mi bu paraya? İsraf değil mi?
Kimsenin sesi çıkmıyor, sorgulamıyor, kanıksamış artık çünkü yıllardır alışmış.
Toz duman içinde, sökülen taşların üzerinden atlayıp, gidiyor…

Çin Bambusu...


Bu hafta sizlerle 2009 yılında yazdığım bir yazımı paylaşmak istiyorum.
Üç yıl önce olduğu gibi hala “Küresel mali krizi”, hala “seçimler nasıl olmalı, ne zaman
olmalı?” yı konuşuyor ve tartışıyor olmamız ilgimi çekti çünkü…

Tabiri caizse “Batı cephesinde yeni bir şey yok”

***

Çin bambu ağacının nasıl yetiştirildiğini biliyor musunuz?
‘‘Ülkemiz yerel seçimlere ve küresel mali krize kilitlenmişken, bambu ağacı da nerden
çıktı’’ diye düşünebilirsiniz ama sizleri biraz seçim atmosferinden uzaklaştırmak,
birazda düşündürtmek için Çin bambusunun nasıl yetiştirildiğini paylaşmak istiyorum.

***
Ticari getirisi iyi olan Çin bambu ağacının yetiştirilmesi oldukça zahmetli ve sabır
isteyen bir iştir.
Öncelikle, tohumların ekileceği yer hazırlanır. Sürülür, çapalanır, gübrelenir ve
tohumlar ekilir...
Ekimden sonra, tohumlar düzenli olarak sulanır, gübrelenir ve bakımı yapılır.
Bir yıl geçer, ekilen tohumlarda hiçbir hareket yoktur. İki yıl geçer yine hareket yoktur.
Üçüncü yıl, dördüncü yıl, derken beşinci yıl düzenli olarak bakımı yapıldığı halde
bambu tohumlarında hiçbir canlılık belirtisi yoktur...
Beşinci yılın sonlarına doğru bambu tohumları çimlenmeye, topraktan çıkmaya başlar
ve altı hafta da yirmi yedi metreye ulaşır…
Şimdi soru şu: Çin bambu ağacı beş yılda mı, altı haftada mı yirmi yedi metreye
ulaşmıştır?
Kuşkusuz herkesin yanıtı ‘‘Beş yıl altı hafta’’olacaktır…
Peki, bu beş yıllık süreçte ekilen tohumlar, büyük bir sabır ve ısrarla sulanıp
gübrelenmese, bambu ağaçlarının gelişmesinden bahsetmek mümkün müdür?
Siz bir saksıya ya da toprağa tohum ekseniz, gelişmesi için beş yıl aralıksız emek ve
sabır gösterebilir misiniz?
Başka bir soru: Bu beş yıllık süreçte bambu tohumları neden diğer bitkiler gibi birkaç
ayda filizlenip fidan haline gelmemiştir?

***
Çin bambu tohumları ekildikten sonra geçen beş yıl zarfında, toprak altında
derinlemesine ve enlemesine metrelerce kök salmaktadır…
Bu nedenle toprağın dış kısmında çimlenme ve filiz göremeyiz...
Bambu ağacının yirmi yedi metrelik bir gövdeyi taşıyabilmesi için çok güçlü bir kök
sistemine sahip olması gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım.

***
Doğa her zaman yol göstericidir…

                                                                                                            
Bu doğa olayından alacağımız iki tane ders olduğunu düşünüyorum.
Birincisi: Tıpkı yetişebilmesi için emek, çaba ve sabır isteyen bambu ağacı gibi
ayakta kalabilmek için bize verilen unvanları, statüyü, mevkii hak etmemiz gerekir.
Hak etmeden, emek harcamadan başkalarının torpili ile gelinen yerin kıymeti hem
bilinmez, hem de kolay kaybedilir…
Elde edilen statünün hakkını verebilmek için, bambu ağacının köklerinin toprağa iyice
sarılması gibi altyapımızı iyi kurmalıyız. Yani gereken bilgi, deneyim ve donanımı
gerçekleştirmeliyiz ki hafif bir rüzgâr estiğinde yıkılmayalım…
İkincisi: Bıkmadan usanmadan azimle çalışırsak, er ya da geç karşılığını alırız…
Yeter ki istikrarlı olalım…

Yeter ki sabırlı olalım…

Yeter ki farkındalığa sahip olalım.

Aman aklınıza mukayyet olun!

                                                                                                                 
Dünya ve ülke olarak hep birlikte inanılması güç bir süreçten geçerken;
Farkına vardınız mı varmadınız mı bilmiyorum ama “10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü” idi.
Ve Dünya Sağlık Örgütü’(WHO) nün, 1992´den bu yana her yıl o döneme damgasını vuran bir ana tema üzerinde durarak; dikkatleri ruh sağlığı sorunlarına çektiği bu yıl ki teması ise “Depresyon”du.
Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğunu ve günde 3 bin kişinin intihar ettiğini okuyunca;
TL’den atılan sıfırlara hala alışamamış biri olarak, kafamda canlandırmaya çalıştım.
Dünya nüfusuna oranlandığın da, bu sayı gerçekten inanılmaz bir sayıydı çünkü!
Sağlık Bakanlığı’nın sitesinde de, Türkiye Psikiyatri Derneği Başkan’ının açıklamalarında da aynı rakamları görünce; yanlış okumadığımıanladım.
***
Her ülkenin şarkılarında mutlaka, umutsuzluğu anlatan,
kavuşamayan aşıkların ya da çile çeken insanların isyanınıanlatan; depresif, şarkılar vardır.
Mesela; “Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım. Sevdiğimden ayrıldım, çok yalnızım” gibi.
Bu şarkıları dinlemek, insanı mutsuzluğa, depresyona iter mi?
Ya da “Ben bu gece ölmek istedim. Pembe bir mezara girmek istedim” gibi bir şarkı, intihara sürükler mi, bilmiyorum?
Ama sürekli umutsuz şarkıları dinlemek, insanın bilinçaltına kötü mesajlar verir diye düşünüyorum.
Bizim çocukluğumuz“Batsın bu dünya, bitsin bu rüya”,“Sürünüyorum”,
“ batan güneş beni de al” “Susadım çeşmeye, gelmez olaydım”diye kavuşamayan, hep mutsuz sevenleri anlatan arabesk şarkılarla geçmişti ya da trajik hikayelere konu olan türkülerle…
Depresyonun suçunu hemen şarkılara atmadım elbette. Asıl nedenlerden ve en büyüğünün “ekonomik krizler” olduğunu zaten açıklamış bilim adamları…
***
Depresyon toplumda yaygın olarak görülen birçok fiziksel hastalığa da eşlik eden ve onları klinik gidişini de etkileyen bir hastalık. Bireyleri çeşitli düzeylerde etkileyen, yaşam kalitelerini bozan, çalışma verimliliğini azaltan, üretici niteliklerinin ortadan kaldıran bir hastalık ve ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik artışı,güvencesiz çalışma ile artan bir rahatsızlık” diyor uzmanlar…
***
Teknolojinin gelişmesiyle, yaşamın kolaylaştığı küreselleşen dünya da;
işsizliğin artmasıyla, alım gücünün azalması ve her geçen gün depresyona girenlerin ve intihar edenlerin sayısı artıyorsa, ülkeleri yönetenlerin şapkalarını önlerine koyup iyice düşünmeleri lazım.
Eğer işsizliğe ve yoksulluğa çözüm bulmazlarsa, bütün dünya bunalıma girecek.
Aman aklınıza mukayyet olun!

Kentsel dönüşüm mü?

                                                                                                                         
Geçenler de gazetelere göz gezdirirken,
“1999 depreminde ağır hasar gören Gölcük Kavaklı sahilindeki Denizevler, düzenlenen törenle yıkıldı” diye bir haber başlığı ile karşılaştım.
“Asrın felaketi üzerinden 13 yıl geçmiş;
yıllar önce yıkılması gereken hasarlı binalar hala yıkılmamış;
bunca yıl sonra, geç kalmışlığın ezikliği ile gizlice yıkmak yerine,
bir de tören mi düzenliyorlardı yani?
Acaba yanlış mı okudum?” diye başa dönüp haberi tekrar okudum...
Gölcük Kavaklı sahilindeki Denizevler Sitesi`nin iki bloğunun yıkımı;
35 ilde eş zamanlı başlatılan “Kentsel Dönüşüm” kapsamında yıkılacak olan binlerce binadan yalnızca ikisi imiş ve gerçektende diğer illerde olduğu gibi yıkım esnasında tören düzenlenmiş.
***
Sadece deprem bölgesinde yaşayanların değil, ülkemizde ki herkesin bir şekilde etkilendiği büyük afetin üzerinden tam 13 geçti…
Müstakil, 3 katlı ya da 7-8 katlı hasarlı binalarda oturan; binlerce nüfus, binlerce can.
Tam 13 yıldır patlamaya hazır bombanın üzerinde oturmuş, kim buna izin vermiş?
Ya beklenen İstanbul depremi bu arada olsaydı?
Ne diyecektik?
99 Depreminde kendi yaptıkları binalarda yakınlarını kaybeden müteahhitler gibi“ İlahi takdir mi?”
***
Şu anda kentsel dönüşüm kapsamında, ülkemizde ve kentimizde yıkılması planlanan çok sayıda bina olduğu söyleniyor. Yıkılması gereken binaların çoğunun kamu binası olması ise, acı bir gerçek…

Beğenmediğimiz, az gelişmiş bulduğumuz eski doğu bloğu ülkelerinde bile kent planlaması neredeyse yüzyıl önce yapılmışken;
Cennet ülkemizde, herkesin kafasına estiği yere ev yapması,
yönetime talip olan siyasetçilerinde, oy uğruna buna göz yumması;
çarpık ve tuhaf kentlerin oluşmasına neden olmuş, uzun yıllardır…

***
21. yüzyılda küreselleşen dünya, bilgi ötesi toplumu yaşarken;
en ücra köşesine ulaşmak, bir tuşa basmak kadar yakın ve kolayken;
Elbette kentsel dönüşümü yadsımıyorum; asla karşı değilim.
Bu kentte yaşayıp ekmeğini yiyen, kentlilik bilincine ulaşmış hiç kimse de karşı değildir.
Çarpık kentleşmeye, konforsuz yaşama, keşmekeşe, görüntü kirliliğine, kim razı olur ki?
Kentte yaşayan herkes, kentsel dönüşüme sıcak bakar;
Yeter ki kentsel dönüşüm deprem bahanesiyle rantsal dönüşüme dönmesin!


Biz nerede yanlış yaptık?

                                                                                                                
Gazete okumaya, televizyonu açmaya korkar oldum artık.
1. sayfada şehit haberleri, 3. Sayfada cinayet haberleri gün be gün artmakta zira.
Bazen öyle çirkin haberler oluyor ki, okumaya dahi utanıyorum!
***
Ne yazık ki; terör, hırsızlık, arsızlık, tecavüz haberleri sanki olağanmış gibi karşılanıyor artık güzel ülkemde!
Eline ateşli silah alan herkes, sinirlendi mi, basıyor tetiğe;
Dünyanın, bilgi ötesi bir çağı yaşadığı 21. Yüzyılda…
En kıymetlisini;
Yani annesini,
kız kardeşini,
bir harf için köle olduğu öğretmenini,
uğruna canını verebileceği, sevdiğini öldürüyor…
Ya basıyor tetiğe ya da yerde gördü mü, üç kere öpüp başına koyduğu nimeti kestiği bıçağa…
***
Bir insanın değil bir insanı öldürmesini anlamak; herhangi bir canlıya verdiği zararı anlamakta bile zorlanırken;
“37 ya da 50 bıçak darbesi ile öldürmek, ne demek?”
“15 yaşında ki bir çocuğun, çok sıradan bir sebep için öğretmenini öldürmesi ne demek?”
Anlayamıyorum, algılayamıyorum, algılamak ta istemiyorum!
Biz nerede yanlış yaptık, ya da yapıyoruz?
Biz nereye gidiyoruz?
Korkuyorum!