Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Yine, yeni bir liman!

Geçtiğimiz hafta Koruma Klor Alkali’nin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) toplantısına katıldım.

ÇED’in ne anlama geldiğine kısaca bakarsak eğer;

“yapılacak herhangi bir proje veya gelişmenin, çevreye olabilecek sürekli veya geçici potansiyel etkilerinin, sosyal sonuçlarını ve alternatif çözümlerini de içine alacak şekilde analizi ve değerlendirilmesidir. Yapılacak proje ve yatırım hakkında; halkı bilgilendirmek, projeye ilişkin görüş ve önerilerini almak üzere düzenlenen halkın katılım toplantısıdır” diyebiliriz.

***

Yasaklandığı günden beri Derince’deki tesislerinin yanı başındaki bir depoda bekletilen, yasal olarak da kime ait olduğu belirlenemeyen üç bin ton zehirli BHC bir türlü bertaraf edilemezken, Koruma Klor Alkali; mevcut iskelesini büyütmek, genişletmek istiyordu. ÇED toplantısını yapma sebebi de buydu…

İskele büyütme konusuna girmeden, BHC’ ye değinmeden geçemeyeceğim.

Eskiler anımsayacaktır. Tarım zararlıları için kullanılan “DDT” diye bir ilaç vardı.

Hatta DDT, 70’li yıllarda bitlenen çocukların, kafalarına bile sürülürdü.

Bu tarım ilacının 80’li yılların ortalarında, çok toksik (zehirli) ve kanserojen olduğu anlaşılıp, üretimi durduruldu; kullanımı yasaklandı.

İşte BHC bu tarım ilacının hammaddesi idi.

Yıllardır, 3 bin ton zehrin kentimiz de depolanmasının ne kadar yanlış olduğu, olası bir kaza ya da depremle çevreye ne kadar zarar vereceği, yerel basında defalarca yazılıp çizildi. İşin ilginç yanı, bu tehlikeli maddenin kime ait olduğu da anlaşılamadı.

2006 yılında ise, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından bertaraf edilmesi kararı alındı. Daha sonra Kocaeli Sanayi Odası girişimde bulundu, çok az bir kısmı bertaraf için gemilerle Almanya’ya gönderildi. Sonra o da durdu. Hala bu zehirle ilgili ciddi bir çalışma yapılmadığı görüyoruz.

***

ÇED toplantısının yapılacağı kıraathaneye gelen mahalle sakinleri, Koruma Klor Alkali fabrikasının iskelesini büyütmesine kesinlikle karşıydılar.

Daha BHC’den kurtulmadan, çevre kirliliği yapacak başka mevzu istemediklerini söylediler.

ÇED toplantısının yapılmamasını, bilgilenmek istemediklerini ifade ettiler.

Şöyle bir düşündüm. Koruma Klor Alkali’nin mevcut iskelesi; 38 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde büyütüldüğünde ne olacaktı?

İskeleye (düşünüldüğü kadar büyütülecekse, liman demek daha mantıklı) daha büyük grostonlu gemiler yanaşacak. Bu da daha çok sintine suyu, daha çok balast suyu demek…

Gemilerin getirdiği yükleri taşımak için, daha çok kamyonun yarattığı trafik, gürültü, çevre kirliliği ve başka şehirlerden iş için göç edecek aileler ise cabası.

Gördüğüm kadarıyla bütün fabrikalar iskelelerini büyütüp liman yapmaya çalışıyor. Amaç kendi hammaddelerini taşımak dışında, başka şirketlere de liman hizmeti vermek mi acaba?

Hani Körfez’i temizlemek için elimizden geleni yapacaktık?



***

Yaşam alanlarının daha fazla kirlenmesini istemeyen çevre sakinleri, Koruma Klor Alkali’nin, ÇED toplantısını protesto ederek, iskelesini büyütmesine karşı çıktı.

Bakalım Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu konuda nasıl bir karar verecek?

Bekleyip göreceğiz!

* 25 Şubat 2012 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki

Gülmek, ağlamak...

Sevincimizi, üzüntümüzü ifade edebilmenin en kolay yoludur; gülmek ve ağlamak…


Evrenseldir…


Dünyanın neresinde, hangi ülkesin de olursak olalım; sevinci ve hüznü, hiç zorlanmadan anlatabilir ya da anlayabiliriz, öyle değil mi?


Gerçi bazen sevinçten de ağlanır ama genel olarak sevindiğimiz de güler, üzüldüğümüzde ağlarız…


Peki, “güldüğünüz de ya da ağladığınızda kalbiniz duracak, bu nedenle gülmek ve ağlamak yasak” dense, ne yaparsınız?


Düşüncesi bile korkunç ve zor değil mi?


Gülmeden ya da ağlamadan insan durabilir mi hiç? Kendini tutmaya çalışsa bile ne kadar dayanabilir ki?


Hele de ufacık bir bebekse; karnının acıktığını, canının yandığını ağlamak dışında nasıl anlatabilir ki?


***


Geçtiğimiz günlerde, yaygın medyada bir haber dikkatimi çekti.


Haber de; birçok sağlık sorunuyla dünyaya gelen ve şu an da 6 aylık olan bir bebekten bahsediliyordu.


Talihsiz bebek “santral apnesi” denen hastalıktan muzdaripti.

Yani ağladığında ya da güldüğünde, beyni görevini yerine getirmediği için nefes alamıyor, krize giriyor ve kalbinin durduğundan söz ediliyordu.


Krize girdiğinde ambu denilen bir cihazla dışarıdan uygulanan hava basıncı ile nefes alması sağlandığı anlatılıyordu.


Çocuğunun tedavisi ile yakından ilgilenebilmek için, baba işinden ayrılmak zorunda kalmış. Çünkü bebeğin başında, eşiyle nöbetleşe 24 saat bekliyorlarmış. Baba “hastalığın nedeni bilinmiyor ve doktorlar yüzde yüz çözümü yok diyor” derken, ne kadar da çaresiz görünüyordu.

Umarım ve dilerim ki, minik bebek bir an önce sağlığına kavuşur…


***


Bu haber beni çok üzdü ve aynı zamanda düşündürttü.


Çoğu zaman ufacık şeyleri kendimize dert eder, gereksiz yere üzülürüz.


Oysa sadece gülebilme ve ağlayabilme özgürlüğüne sahip olabilmekle; ne kadar şanslı olduğumuzun farkında bile değiliz.




*18 Şubat 2012  Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki, Kadının Sesi Gazetesi

HES-2

Geçen hafta HES (Hidro Elektrik Santralleri)’leri yazmıştım.




Tek bir haftaya sığmayacak kadar önemli olduğunu düşündüğüm için, ikinci bölümünü bu hafta yazıyorum…



Geçen hafta ki yazımı okumayanlar için özetle:



Çocuklarımıza gelecekte temiz bir çevre bırakabilmek için birçok önemli çalışma da görev alan; çevre mühendisi bir dostumdan aldığım elektronik posta iletisinden bahsetmiştim.

Ülkemizin ilk çevre mühendislerinden olan ve düşüncelerine çok saygı duyduğum değerli arkadaşım paylaştığı ileti de;

Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği akademisyenlerinden Prof. Dr. Beyza Üstün ve çalışma arkadaşlarının, Hidro Elektrik Santral kurmak amacıyla, ülkemizde ki en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm akarsuların; kaynağından denize döküldüğü yere kadar, 1800 şirket tarafından “su hakkı anlaşması” yapılarak, satın alındığını ancak bu şirketlerin sularımızı enerji için satın aldıklarına inanmadıklarını;

Bu nedenle; 2,5 yıldır çevre gönüllüleri ile “Su Havzaları”nı korumak için

köy köy, kasaba kasaba dolaştıklarını anlattığından basetmiştim…

( Görselin tamamını, http://player.vimeo.com/video/15065525?autoplay=1&fb_source=message)



adresinden izleyebilirsiniz)





***



Hidro Elektrik Santralleri konusunda biz ne biliyorduk?

Enerji üretiminin ana kaynağı su olduğu için, üretim maliyetinin çok ucuz olması, yakıtlı santraller gibi hava ve çevre kirliliği yaratmaması vs. avantaj gibi gözükse de, Prof. Dr. Beyza Üstün’ü dinlediğimiz de HES’lerin dezavantajları daha fazla gibi gözüküyor.

Mesela Prof Dr. Üstün’e göre; HES’leri inşa ederken yapılan çalışmalar, eko sistemi yok etmekte!

Çevre yolları açabilmek için, patlatılan kayalardan çıkan hafriyatlar, ormanlık araziye dökülmekte, atılan tonlarca taş/toprak, kilometrelerce yapılan betonarme yapılar, derelerin yatağını değiştirerek, doğal dengeyi bozmakta!

Tüm bu olumsuzluklar bir yana, sularımızı satın alan şirketlerin asıl amacının HES yapmaktan ziyade, sularımızı ele geçirmek olduğunu, sularımıza sahip çıkmanın, geleceğimize sahip çıkmak olduğunu söylemesi ise; akıl karıştırıcı!



***



Küreselleşen dünyamız da yaşam için gerekli üç unsurdan (hava, su, toprak ) biri olan suyun önemini kavrayıp sahip çıkmak gerçekten önemli diye düşünüyorum…

Musluklarımızı açtığımızda, şarıl şarıl akan suya alıştığımız için, şu anda suyun ne kadar önemli olduğunun farkında değiliz belki ancak baş döndüren bir hızla gelişen ve değişen dünyamız da suyun, petrolden bile daha önemli olduğunun bilincine varmak lazım.



***



Tarih boyunca; her daim su kaynakları, stratejik öneme sahip olmuştur.



“Su yoksa yaşam da yoktur.”



Büyük olasılıkla, bundan sonra, savaşlar topla tüfekle olmayacak…



Her şeyin özelleştirildiği bir dönem de; sularımızın özelleştirilmesi ne kadar doğru, ne kadar değil?



İlgili Bakanlığımızın aldığı kararlarla belli olacak!



Bizler de; yaşayıp göreceğiz ya da müdahil olacağız...



*11 Şubat 2012 Posta Gazetesi Doğu Mamara Eki ve Kadının Sesi Gazetesi

HES-1

Uzun zamandır HES (Hidro elektrik santralleri)’lerle ile ilgili yazmak istiyorum ama bir türlü yazamadım.




Bildiğiniz gibi ülkemiz de gündem o kadar hızla değişiyor ki, köşe yazımı yazmak için oturduğumda “bu hafta HES’leri yazayım” diye düşünürken, mutlaka başka bir yazı konusu çıkıyor.



***



Geçenlerde bir elektronik posta iletisi aldım…



Çok değer verdiğim, kendini mesleği konusunda geliştirmek için fazlaca emek harcayan;



çevreye duyarlı, çevre için kaygı duyan;



çocuklarımıza gelecekte temiz bir çevre bırakabilmek için çok anlamlı çalışmalar da görev alan; çevre mühendisi bir dostumdan…



Bu ileti bana, HES’leri yazma konusunda geç kaldığımı hatırlattı ve beni hemen yazma konusunda harekete geçirdi…



***





Çok değerli Çevre Mühendisi arkadaşımın paylaştığı ileti den;



Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği akademisyenlerinden Prof. Dr. Beyza Üstün’ün, akademisyenler ve çevre gönüllüleri ile 2,5 yıldır “Su Havzaları”nı korumak için; köy köy, kasaba kasaba dolaştıklarını öğreniyorum. Hazırladıkları bilimsel çalışmaları ve “su hakkı devri”ni, Karadenizden Doğu Anadoluya; Samandağ’ından Ege’ye kadar her yerde dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, anlatmaya çalıştıklarını söylüyor.



Yani ülkemizde ki en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm akarsuların; kaynağından denize döküldüğü yere kadar, 1800 şirket tarafından “su hakkı anlaşması” yapılarak, satın alındığını; şirketlerin akarsularımızın sahibi olduğunu anlatıyor.

***





“Banane” derelerin satışından, “akan derenin bana ne faydası var “ diyorsanız eğer, iyi düşünün derim.



Prof. Dr Üstün ve çalışma arkadaşları, Hidro Elektrik Santral kurmak için derelerimizi satın alan şirketlerin, enerji için bu işi yaptıklarına inanmıyorlar.

Bu şirketlerin, satın aldıkları akarsuları “Biz suyu boşa akıtmayacağız. Kullanımını 49 yıllığına satın aldık” diyecek ve suların olduğu bütün alanların da sahibi olacaklarını söylüyorlar.



Bu durumda, orada yaşayan halkın, yağmur sularını bile biriktirmesine izin verilmeyeceğinin, ancak şirketlerin ön ödemeli saatlerini takarak, tarlaları ya da evleri için gerekli suyu kullanabileceklerini anlatıyorlar.

Yani “paranız yoksa suyunuz da yoktur” diyorlar…



Şaşırtıcı değil mi?



***



Sularımızın yabancı şirketlere satıldığını duymuştum ne kadar yanlış olduğunu düşünüyordum ama bu kadarı da aklıma gelmemişti. Pes yani!

Tek sevindirici durum ise; Prof. Dr. Üstün ve çalışma arkadaşlarının gayretleri ile halkın, hiçbir siyasi fark gözetmeksizin, enerji adı altında derelerimize göz diken şirketlerin inadına, suyuna sahip çıktığını, derelerin başında nöbet tuttuğunu söylemesi…



*3 Şubat 2012 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki ve Kadının Sesi Gazetesi