Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Betonlaşan şehirler de, betonlaşan yürekler!

Hayvan sever olmak, sokak hayvanlarını beslemek suç mu?
Hele ki havaların soğuduğu kış aylarında, barınacak yer,  yiyecek ve su bulma zorluğu çeken hayvanlara sahip çıkmak;
Soğuktan donmamaları, açlıktan ölmemeleri için önlem almak suç mu?
Son hızla betonlaşan şehirlerimiz gibi, yüreklerimiz de mi betonlaşıyor? 
Bu sorular, hem evinde kedi besleyen hem de sokağında ki kedilere elinden geldiğince mama ve barınak sağlamaya, veteriner bulmaya çalışan bir arkadaşımla konuştuktan sonra aklımdan geçen sorular...
***  
Belki siz de sokak hayvanlarına duyarlı birisinizdir ya da sokak hayvanlarına duyarlı olan tanıdığınız arkadaşlarınız vardır.  
Ama sokak hayvanlarını beslediğiniz için, kimse arabanızın lastiğinin kesti mi, arabanızı çizdi mi?
Üzerinize yürüyüp, sizi tehdit etti mi?
Bu nedenle, mahkemelik oldunuz mu?
Hatta evinizi satmayı düşündünüz mü?
***


Şaka gibi ama benim bir arkadaşımın başına bunların hepsi geldi…
Sebep:  Apartmanın önüne sokak kedilerinin yemeleri için bıraktığı kuru mamalar.
Neymiş efendim?  Kediler mama yemek için geliyorlarmış, mama yedikten sonra ortalığı pisleyip gidiyorlarmış!
Bilen bilir.
Kediler çok temiz hayvanlardır…
Yemeklerini yedikten sonra kendilerini temizlerler; yavruları varsa, yavrularını temizlerler.
Hacetlerini giderdikten sonra, toprakla üzerini kapatırlar.
Eğer ortalığı kirli bırakıyorlarsa, ortalıkta toprak kalmadığı için olabilir mi acaba?
Yani biz insanoğlunun doğayı yok etmesi, dengesini bozması yüzünden!
*** 
Ülkemizin her yerinde sokaklarda yaşam savaşı veren binlerce sahipsiz sokak hayvanı var.
Hayvanları Koruma Yasasında yapılan değişiklikler de, ne yazık ki yeterli değil.
Sokak hayvanlarını barınaklara tıkmak çözüm değildir.
Komşusunun, sokak hayvanlarına yemek verip vermediğini gözetleyip, şikayet etmek için can atmakta!
***
 
Sokak hayvanları için yerel yönetimlere çok iş düşüyor ama en çok ta, betonlaşmamış yüreklere!





Aile Hekimlerinin isyanı!

Geçtiğimiz hafta; Aile Hekimleri ve Aile Sağlığı Merkezi Çalışanları, 
Çalışma saatleri ve nöbet sistemini protesto etmek için, bir günlük iş bırakma eylemi yaptılar.
Ben de duyarlı arkadaşlarımla birlikte, sağlık çalışanlarımızın bu haklı eylemlerinde yanlarındaydım. 
***
26 yıldır dişhekimliği mesleğini icra ediyor olmam ve eşimin doktor olması nedeni ile sağlık camiasının içinde olmamız elbette Aile Hekimlerinin yanında olmamız için bir sebep ama en çok ta haksızlıklara tahammül edemediğimiz için bu eylem de, sağlık çalışanlarının yanındaydık.
***
Yıllardır “Sağlıkta dönüşüm programının, şık ambalajlarla halkımıza sunulan, koruyucu hekimliğin geri plana itilerek,  tıbbın rant kapısı yapılabilecek en önemli ayağı olan tedavi edici sağlık hizmetlerini ön plana çıkaran emperyalist planın bir ürünüdür." demekten dilimizde tüy bitti. 
Ancak bu söylemler yüzünden çoğu zaman eleştirildik.  Zira hastaneler de kuyruklar bitmişti.
 Artık kimse saatlerce, hastaneler de kuyruklarda beklemiyordu (!) Biz neden eleştiriyorduk ki? 
*** 
İki yıl önce yazdığım  "Şu MHRS dedikleri"  adlı köşe yazımda;
"İnternet ya da telefonla randevu almak, çok mantıklı ve akıllıca bir yöntem gibi gözüküyor.
Belki de sizin hayatınızı kolaylaştırdı ancak bir sağlık çalışanından, 
MHRS ( Merkezi Hastane Randevu Sistemi)’i dinlemek ister misiniz? 
Öyleyse buyurunuz” demiştim.
(http://muzeyyentopcutan.blogspot.com.tr/…/su-mhrs-dedikleri…)
***
“Sağlık Bakanlığına göre, hastanelere gittiğiniz de, kuyruk göremiyorsunuz artık…
Doğrudur, hastanelerde,  kuyruklar bitmiştir çünkü hastalar artık hastane yerine evlerinde kuyruğa girmiştir.” demiştim,  iki yıl önceki yazımda ama şimdi hem evlerde hem hastanelerde kuyruk olduğunu görüyorum/ görüyoruz!
 Allah kimseyi hastanelere düşürmesin ama günün herhangi bir saatinde hangi hastaneye giderseniz gidin,  tıklım tıklım doludur!  
 Ufak tefek sağlık sorunları için randevu almak istediğiniz de, iki ay sonraya gün verilmesi sorun değildir belki ancak çok acil durumlarda da randevu iki ay sonraya verildiyse;  durum vahimdir.   
Dünya Sağlık Örgütünün (WHO), hasta muayene süresinin 20 dakika olmasını öngörüyor.
Ülkemiz de, “Neyin var, şikâyetin ne? “ tarzında başlayıp 2-3 dakikada teşhis konulup, tedavi edilen hastalıklar, başka bir yazı konusu!
*** 
Aile Hekimleri neden isyan etti ve ne istiyorlar?
Diyorlar ki;
“Sağlık Bakanlığı’ndan beklentimiz; dinlenme hakkının hiçe sayılarak Aile Hekimlerinin ve Aile Sağlığı Elemanlarının, görev tanımlarından farklı işlerde, fazla çalışmaya zorlamasından vazgeçmesi,  hekim ve sağlık çalışanlarının meslek örgütleriyle işbirliği ve görüş alışverişiyle, halkımızın yararına sağlık politikaları geliştirmesidir. 

Birinci basamak sağlık hizmetlerinde çalışan Aile Hekimlerinin ve Yardımcı Sağlık Personelinin birincil görevi, anne-bebek ölümlerinin azaltılması ve kronik hastalıkların iyi takip edilmesidir. 
Yıllık olarak anne ve bebek ölüm hızları, ülkelerin gelişmişlik düzeyi değerlendirmesinde dikkate alınan ölçütler arasındadır. 
Birinci basamak sağlık kuruluşlarının çalışma ilkeleri, 24 saat hizmet veren yataklı tedavi kurumlarından çok farklıdır. 
Sağlık Bakanının, bu kavramları bir kez daha dikkatle etüt etmesini öneriyoruz.”
 
 

Çok şey mi istiyorlar?

İzmit’te yaşayanların son zamanlarda en rahatsız olduğu konu sık sık tekrar eden elektrik kesintileri.
Kesintiler yüzünden, asansörde mahsur kalan mı istersiniz, banyoda sabunlu kalan mı?
Yemeği fırında kalan mı istersiniz, çamaşırı makinede kalan mı?
Kombiler çalışmadığı için evlerin buzhaneye dönmesi ise cabası…
***  
Elektrikle yaşamaya o kadar alışmışız ki, yarım saat kesinti bile,  insanı çileden çıkartmaya yetiyor.
Yaşı, yarım asra yaklaşanlar hatırlar;  çocukluk ve gençlik dönemlerinde, çok sık elektrik kesintileri olurdu. Dahası elektriği olmayan birçok köy vardı. Dolayısı ile her evde şimdi nostaljik bir obje olarak görülen gaz lambaları ile aydınlanmak,  o vakit, olağan bir durumdu.  
Teknolojinin beraberinde getirdiği konfora o kadar çabuk alıştı ki insanoğlu, artık alışkanlıklarından vazgeçmesi çok zor.
Eskiden, belli saatlerde yayın yapan tek kanallı televizyonu, haftada bir komşunun evine misafirliğe giderek izlemeyi nimet sayarken;
Günümüzde,  7/24 yayın yapan, yüzlerce kanallı televizyonlardan,  artık her evde en az iki tane var hem de en son model inden…
Ve bir sürü takip edilen sabah programları, diziler ve yarışma programları…
Düşünsenize, sıkı bir televizyon takipçisisiniz ve takip ettiğiniz programın en heyecanlı anında, elektrik kesiliyor!
Ya da misafirleriniz gelmek üzere,  yetiştirmeye çalıştığınız börekler, çörekler fırında,
Misafirleriniz ise asansörde kalıyor!
***
“Aaaa!!!” “Yok artık!!! ” nidaları ile hemen telefona sarılıp, özelleştirildiği için daha iyi hizmet sunacağı vaadinde bulunan ve sizi de inandıran kurumun, telefonu olan 186’yı çevirdiğiniz de,
Siz de  hüsrana uğradıysanız, çok şaşırmadım çünkü son günler de bu konuda inanılmaz şikayetler var.  
Halbuki Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş (TEDAŞ), özelleştirilme aşamasında amaçlarını açıklamıştı.
O zaman kimsenin sesi çıkmamıştı.
TEDAŞ’ın  Amaçlara tekrar bakarsak eğer;
 -Varlıkların verimli işletilmesi, maliyetlerin düşürülmesi,
-Elektrik enerjisi arz güvenliğinin sağlanması ve arz kalitesinin artırılması,
-Kayıp/kaçak da azaltma sağlanması,
-Yenileme ve genişleme yatırımlarının özel sektör tarafından yapılması,
-Rekabet sonucu sağlanan faydaların tüketicilere yansıtılması, şeklinde açıklamıştı.
***
TEDAŞ’ın özelleşirken maddeler halinde yazdığı amaçlarını gerçekleştirilip, gerçekleştirilmediği konusunda kararı size bırakıp, elektrik kesintisi yaşanan ülkelerden aklıma gelen örnekler vermek istiyorum.
Hatırladığım kadarıyla birkaç yıl önce Güney Kore’ de elektriklerin kesilmesinin faturası,  Bilgi ve Ekonomi Bakanına çıkartılmış ve Bakan istifa etmek zorunda kalmıştı. Bakanlığa sunulan raporda, birkaç hafta sonrasında elektrik kullanımının artacağı, yedek elektriğin ise bu ihtiyacı karşılayamayacağı belirtilmiş ancak bakanlığın rapora gerekli ilgiyi göstermemesi elektriklerin kesilmesine sebep olmuştu.
Hatta yanlış anımsamıyorsam,  Japonya’ da bir bakan,  elektrik kesintisi yüzünden bir vatandaş ölünce, harakiri yapmıştı.
***
Aslında elektrik kesintisinden bıkan ve burnundan soluyan vatandaş, kimsenin görevini bırakmasını ya da intihar etmesini beklemiyor ancak parasını ödedikleri hizmetin karşılığını almak, yöneticilerin vadettikleri sözleri tutmalarını bekliyorlar. 

Çok şey mi istiyorlar?  

Risk üstüne risk!

“1940’lı yıllarda kent planlama çalışmaları yapan mimarlar: İzmit ve çevresinin tarihi ve doğal güzellikleri korunarak, cazip bir sahil kenti olarak varlığını sürdürmeli, ekonomik kalkınma uğruna karaktersiz bir kent olacağına, karakterli bir taşra kenti olması daha uygundur ” sözünü, yazılarımda sık sık kullanırım. 
Çünkü çocukluğumda, yaşadığım kasabadan 100 kilometreye yakın yolu kat ederek, pırıl pırıl denizinde yüzmeye geldiğimiz, tenekeler dolusu midye topladığımız ve 35 yıldır yaşadığım Kocaeli’nin, her geçen gün kötüye giden  içler acısı haline çok üzülüyorum. 
2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Çevre Komisyonu raporunda
“Artık sanayiye doymuştur, çakılacak tek bir çivi olmaması gerekir” denilen kent hala sanayi sektörü için iştah kabartan bir seçim olmaktan çıkmadı.
Bunun önemli sebepleri var elbette. 
Asya’yı Avrupa’ya bağlayan kara ve demiryolunun ilimizden geçmesi;  
Kara ve demiryolunun yanı sıra,  hava ve deniz yolları ile bağlantılı olması vs. sanayi kuruluşlarının karlılık oranını artırıyor dolayısı ile her geçen gün yeni tesisler kuruluyor ya da kurulu tesisler kapasite artırımına gidiyor.
Bu tesislerden biri de Körfez’ de bulunan Gübretaş Fabrikası… 
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,  37 bin 200 metreküplük amonyak depolama tankı projesi hakkında, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumludur kararı vermiş ve bu karara karşın açılan davanın keşfi için tayin edilen bilirkişiler de, yaptıkları keşif ve inceleme sonucu hazırladıkları raporda, olumsuzluk görmediklerini açıklamışlar. Bu duruma çok şaşırdım zira bölgede oturanlar ÇED toplantısını protesto edip yaptırmamış hatta  “ÇED Toplantısı yapılmamıştır” diye imzalı tutanak tutturmuşlardı.
*** 
Bilirkişi raporunu bir kenara, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kentimizin sanayi açısından, üretim, depolama ve taşıma konusunda zaten her türlü kimyasal riskle karşı karşıya olduğunu bilmiyor mu? 
Söz konusu amonyak tanklarının kapasite artırımı için projenin yapılması düşünülen bölgede, sanayi ile yerleşimin iç içe olması, yanıcı ve parlayıcı maddelerin üretimi ve depolanması faaliyetlerine yakın olması nedeniyle insan ve çevre sağlığı açısından büyük risk oluşturacağını bilmiyor mu? 
Sadece kentimizin değil, tüm Türkiye’nin can damarı olan ve daracık sahil bandına sıkışmış bulunan, demiryolu ve iki ana kara yolunun geçtiği bir yerde, üstelikte birinci derece deprem bölgesinde böyle bir tesisinin kurulması, risk teşkil etmiyor mu?
***
Amonyağın çok zehirli ve aynı zamanda patlayıcı, parlayıcı özelliklere sahip bir madde olduğunu bilmek için bilim adamı olmaya gerek yok. 
Uzmanların anlattığına göre, olası bir kazada gaz kaçağı olursa, amonyağı süzen hiçbir maske olmadığı için, orada yaşayan canlılar boğularak ölecektir. Ya da olası bir depremde elektrik kesildiğinde, jeneratörler devreye girmezse, sıvı halindeki amonyak, gaz haline geçecek ve tanktaki basınç nedeniyle patlama olacaktır.
Bu patlamanın ise iki Hiroşima bombası şiddetinde olduğu telaffuz ediliyor.  
Biz Dilovası’nın kirliliğine çözüm bulmaya çalışırken, kentimiz her geçen gün risk üstüne risk alıyor. Yazık çok yazık!
   

Gurbette başaran kadınlarımız Seher Tosun ile Röportaj KADININ SESİ GAZETESİ

RÖPORTAJ: MÜZEYYEN TOPÇU TAN 
Bu sayfada, yurt dışında yaşayan, başarmış kadınlarımızla her ay yaptığımız söyleşileri paylaşıyorduk, siz değerli okurlarımızla...
Elde olmayan sebeplerden bir süre ara verdik ama kaldığımız yerden aynı heyecanla devam ediyoruz.
*** 
Kadınlarımız, bizim kadınlarımız…  
Yadellerde, bir başına ayakta kalmayı başarmış kadınlarımız…
Kimi, ailesinin yıllar önce daha iyi ekonomik şartlar için gittiği ülkede okuyup, iş sahibi olmuş, o nedenle kalmış gurbet ellerde, kimi eş durumundan… 
Kimi üniversite ya da yüksek lisan için gitmiş, kimi daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için. Belki bazıları, sırf macera olsun diye. 
Geri dönmemiş, bir yaşam kurmuşlar kendilerine ama anayurtları ile de bağlantıyı kesmemişler. Kadınlarımızın anayurdundan binlerce kilometre uzakta, kendi ayaklarının üzerinde nasıl durduklarını, neler yaşadıklarını öğreniyoruz.
***

Bu ay ki konuğumuz; Londra'da yaşayan SEHER TOSUN ESEN
Benim 15 yaşımdan beri (Erenköy Kız Lisesi Yatılı Bölümü’nden) tanıdığım, sevdiğim, takdir ettiğim arkadaşlarımdan biri… 
Bu söyleşide, 30 küsur yıldır tanıdığım gurur duyduğum arkadaşımın, hayat hikayesini okurken, zaman zaman hüzünlenecek, zaman zaman gururlanacak ve başarmanın özellikle de gurbet ellerde başarmanın ne kadar önemli olduğunu hissedeceksiniz.    
Sevgili arkadaşım, Seher Tosun Esen kimdir? Bize kendinden bahseder misin?
Soğuk bir Kasım sabahında güneşin ilk ışıklarıyla, yoksul anamın yoksulluğunu bir kat daha arttıracak bir "boğaz" olarak, sırtını dağlara dayamış, Karadeniz'i seyre çıkmış bir köyde doğmuşum. Adımı amcam söylemiş doğum zamanına denk gelsin diye. Bir tane elbisemin olduğunu ve soğuktan sürekli burnumun aktığını hatırlıyorum.  Şeker bizim için çok değerliydi, karnımız ağrıdığında annem şerbet yapar içirirdi, ilaç diye alabilirdi. Babam Alamancı idi, 6 yaşıma geldiğimde, ağabeyimin öldürüldüğünde babamı net olarak hatırlıyorum. Anneciğim hiç gelemeyen ama her an kapıdan girecekmiş gibi bir baba ile korkutur terbiye ederdi yedi çocuğunu.  Sofrada sırayla yemek yediğimizi (yeterli sayıda kaşığımız olmadığı için) hatırlıyorum. 
En mutlu olduğum zamanlar yaz aylarıydı; köydeki Alamancıların çoğu izine gelirdi; bir amca vardı ki bana özel bir kutu bisküvi getirirdi. Çocukluğum; soğuktu, karanlıktı, yoksulluktu, kimsesizlikti, annemin bizi doyurmak için amansız çalışmasıydı. 
İlkokula biraz erken başladım. İri bir çocuktum, şanslıydım öğretmen amcamın kızlarının (benden en az 10 yaş büyüktüler) önlüklerini giyerdim. Etekleri önce iyice bir katlanırdı, her yıl bir kat uzatılırdı. Siyah önlüğümün etekleri yol yoldu. 
İki bayan öğretmen vardı, diğerleri erkekti. Sınıfta her ders sıra dayağından geçerdik, bazı erkek öğrencilerin kulakları bile koparılmıştı. Öğretmenlerimiz vahşiydiler tek kelimeyle. Oyun oynamasını bile bilmezdik ve de oynayamazdık korkudan.
İlkokul bitince ortaokula yazıldım. Buraya gitmek bir buçuk saat, dönüşü iki saatti yürüyerek ama mutluyduk. Diğer köylerin çocukları da oradaydı, her dersin bir öğretmeni vardı. Çalışkandım, sabah erkenden kalkar annemle inekleri yedirmek ve sağmak için ahıra gider o işler bitince önlüğümü giyer koşarak o yolu kat ederdim. Çünkü annem eğer ona yardım etmezsek okula gidemeyeceğimizi söylerdi. Korkardım okula gönderilmeyeceğim diye. Derslerim çok iyiydi, karne zamanı hep takdir alırdım. Köy sınırlarına zafer kazanmış kumandan edasıyla karnem ve takdir belgem elimde girer köyün imamı dahil herkesten aferin alırdım. Hayatımda hala da etkisini taşıdığım bir öğretmenim oldu; Mustafa öğretmen. Köy Enstitüsü mezunu, çok çalışkan, cumhuriyet gazetesi okuyan," kendisi" olan bir kişiydi. İngilizceyi ilk ondan duydum ve çok sevdim. Ortaokulda babam bana kırmızı büyük bir sırt çantası ve kırmızı bir kar başlığı getirmişti, alamet-i farikamız idi bunlar. Hiçbir şey tamamen eskimeden yenisi alınmazdı. Benden sonra kardeşim ve ondan sonra da yeğenim kullanırdı bunları.  Ortaokul son sınıfta birçok parasız yatılı okul sınavına girmiştik. Eylül ayından önce herkese bir sınav sonuç belgesi gelmişti bana gelmedi. Sonra Ankara Fen Lisesini yedeklerde kazandım diye bir kağıt geldi. Annem bir inek satalım ve bu kızı Ankara’ya götürelim okusun dedi, babam olmaz dedi. Ankara da kimseyi tanımıyormuşuz. Okullar açılmış ve yatılı kazananlar  köyden ayrılmıştı. Ortaokulun en başarılı öğrencisi olarak ben köyde kalmıştım. Annem çaresiz, babam duyarsız, ağabeyimler ilgisiz ve bilgisizdi. Zaman geçiyor ve ben liseye gidemediğim için çok üzülüyordum. Bu arada halamın torunuyla evlendirilmem için anneme baskı yapılıyordu.  Annem “o daha 14 yaşında çocuk olmaz öyle şey” deyip konuyu kapatmıştı.
 12 Eylül askeri darbesini yayladan gelirken kısa süre konakladığımız evden köye geldiğim sırada komşunun radyosundan duydum. Herkes birbirine silahları ve solcu kitapları gizlemelerini söylüyordu. Köydeki eve geldim, jandarma gelecek dediler, silahları gömdüler, kitapları yaktılar. Yaşanan darbenin ilk tarifi buydu benim nezdimde. Bir ya da iki saat sonra jandarma geldi herkesin evini daha çok da genç erkek çocuklu ailelerin evlerini, ahırlarını, damlarını aradılar. Herkes sürekli haber dinliyordu; "vatan hainleri tutuklanıyor, idam ediliyor, ülkeyi satacaklardan ülke temizleniyordu(!)"  Karanlığın ayak seslerini güzelim Eylül sabahı duymuştum... Üniversiteye giden ağabeyim sağcı, amcamın büyük oğlu solcuydu. Oysa ne olduklarını hala bile anlayamadım... 
Ekim geçti, Kasım ayının son haftası Milli Eğitim Bakanlığından bir kağıt geldi. Başarılı bir çocuk olarak Erenköy Kız Lisesinin yatılı bölümüne Kasım ayının sonuna kadar kaydımı yaptırabileceğimizi ve hemen okula başlamam gerektiğini söylüyordu. Annem hemen harekete geçti, nereden para aldı bilmiyorum. Üniversiteye giden ağabeyimle İstanbul'da Bağcılar'da yaşayan ablamın yanına geldim. Okula gelip eniştemle kaydımı yaptırdık, formamı aldık ve ben 2 Aralık 1980 günü ilk ders İngilizce ile EKL’ ye başladım. Öğretmenimiz Kadriye Budak, yazılı yapacağını söyledi. Ben parmak kaldırdım ve okula bugün başladığımı, bu sınava daha sonra girmek istediğimi, hiçbir şey bilmediğimi söyledim. Beni azarlayarak bunun mümkün olmadığını söyledi. Anlamıştım ki öğretmenler köyde de şehirde de öğrenciye karşı aynıydılar. Ben bir ders boyunca ağladım ve boş kağıt verdim. Elma yanaklı köylü kızı olarak çok utanmıştım. 
Buraya kadar soluksuz dinledim seni. Çocukluğun gerçekten zor geçmiş. Küçük bir ortamdan büyükşehire gittiğinde, neler hissettin? Erenköy Kız Lisesi ve yatılı bölümü nasıldı?
EKL benim için ne idi? Bolca yemekti, sıcak ve sadece benim olan bir yataktı, bol bol arkadaşlıktı, güvendi, mutluluktu, umuttu, ışıktı, aydınlıktı, insanlıktı, gelecekti ve her şeydi... 
Hayatımda annemden sonra beni en çok etkileyen yoğuran ve hazırlayandı. 
Okulumuz dışındaki İstanbul demek;  ilk kez trene binmek, ilk kez vapura binmek, ilk kez kendi farkına varmak; her şeye herkese daha çok dikkat etmek, sokaktaki insanlardan korkmak, kaçırılmak, kötü yola düşmek (filmlerden öğretilenler bunlar) korkusu, gülümsememek (hafif  biri sanıp kötü davranmasınlar diye önlem), dışarıda bir şey yiyememek (paramız yoktu, bir de uyutup kaçırmasılar diye tedbir olarak).
Soğuktu, çok soğuktu kemiklerime işleyen bir soğuk (paltom yoktu uzun bir süre, hala hatırladığımda üşüyorum.)
Küçücük köyümüzden sonra İstanbul dünya gezegenine eşti benim gözümde. Şimdi düşündüğümde; bunca korkuyla yaşanılan bir toplumda sağlıklı ve mutlu bireylerin olmasını beklemenin çok büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum.  Bilinçaltımız nasıl çok kirletilmiş. 
Çok şanslıydım ki bunların çaresi olacak Erenköy Kız Lisesinde okuyordum.    Spor takımındaydım, çok mutluydum. Son sınıfta üniversiteyi kazanamamıştım. Köye gittim. 2. sene Ankara Dil Tarihi kazandım yine babam engel oldu. Hala Ankara'da kimseyi tanımıyorduk! Bir işe girmek için tekrar İstanbul'a geldim. Çok iş aradım bulamayınca Bursa'ya ağabeyimin yanına gidip şansımı denemek istedim. Otobüste giderken gazetede İstanbul Defterdarlığının personel alacağı ilanını gördüm, geri dönüp sınava girdim, kazandım ve Bakırköy Vergi Dairesinde ise başladım. Tekrar üniversite sınavına girerek Açıköğretime kaydoldum. İktisat okudum, hevesle 6 ay da İngilizce kursuna gittim. İngilizce öğrenmeyi çok istiyordum, gemilerde, Sultanahmet’te yabancılarla konuşmaya çalışıyordum. 11 yıl vergi dairesinde çalıştıktan sonra "ilim ve irfan yuvası" diye üniversiteye geçmeye karar verdim. Galatasaray üniversitesi yeni kurulmuştu, oraya geçtim. Üniversite ortamını tanıyınca bütün hayallerim yıkıldı, birbirinin ayağını kaydırmak, kadro kapmak, ek ders ücreti yarışını kazanmak vs... Her yıl ülkemizde mezun olan binlerce öğrenciye rağmen, cehalete dörtnala koşan bir toplumu kolay mı yarattılar! En suçluları isimlerinin önünde unvan taşıyanlardır. İstisnalar hariç tabii, ben de istisnayım. Zamanın rektörü ile yandaş ödemeleri yüzünden aramızda geçen büyük bir kavga sonucu kendimi İstanbul Üniversitesinde buldum. 
AKP iktidarı ile tamamen iş anlayışı değişmişti ve ben emeklilik için zorunlu olan çalışma süremi doldurduğum gün isimden ayrıldım.  Bir yıl işsiz ve yaş haddi nedeniyle maaş alamadığım için kuruşsuz kaldım. Sonra birkaç yerde çalıştım. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun dediği gibi  ülkemizde " bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler..." 12 Eylül yobazlığı, karanlığı, rüşvet ve yok etme hırsı beni nefessiz ve çaresiz bırakmıştı. Çünkü kendi ahlak anlayışıma uygun bir iş bulmam çok zordu. Akıl verenler çoktu, ekmek veren yoktu. Parasız ve işsiz günlerimin sponsoru olan üst kat komşum sofraya hep fazla bir tabak ve sobaya fazla bir odun koydu. Minnetle anıyorum. Tam da bu sıralarda annemin olanca şiddetiyle evlenmemi istemesi ve sürekli baskı yapması beni evlilik kararına vardırdı. İlk gelecek teklifi kabul etmeye karar vermiştim ki Londra'da yaşayan bir tanıdığım aradı ve biriyle tanışmamı istedi. Tanıştım, 6 ay kadar konuştuk telefonda, geldi ve evlenmeye karar verdik. Evlendim hiç hayalimde olmayan, hiç ilgimi çekmeyen bir ülke olan İngiltere’ye  geldim. 
Sen anlattıkça, hayrete düşüyorum. Annen istedi diye ilk teklifi kabul etmeye karar vermen, hiç düşünmediğin yabancı bir ülkede yaşamaya karar vermen, çok cesurca kararlar. İngiltere’ye gittiğinde ne oldu? 
"Yasamayan bilemez derler" ya bunu anlayabilmen çok zor gerçekten.  Sadece annem olsa iyi… Bizim toplumumuzda şöyle bir hastalık var: Evlisi bekarı, kadını erkeği, akraban ya da arkadaşın yani herkes belli bir yaşın üzerinde ki bekar ya da dul bir kadının, kendi başına yaşamasından ciddi bir rahatsızlık duyuyor ve kendi istedikleri konuma çekmek istiyorlar. Maalesef ülkemizde köyde ya da kentte hiç fark etmez bu yaşam tarzındaki kadınlara rahat veriyor muyuz, nefes aldırıyor muyuz? Ülkemizde her gün 3 kadının öldürülmesi nedendir? Öldürülen kadınların profiline baktığımız zaman ya kendi yaşamını kurmak isteyenler ya da çaresiz bırakılanlar olduğunu görüyoruz.
Kadının hala "birey" olarak kabul edilmemesi, kişisel hak ve özgürlükler yerine güçlünün ve erkeğin egemen olmasından değil midir? 
İngiltere'de 800 yıllık Magna Carta (demokrasi ve insan haklarının ilk yazılı yasasıdır) yaşamasına rağmen, ayda ortalama 7 kadın öldürülüyor.  Kadına fiziksel ya da duygusal olarak yapılan şiddeti birinci sorunumuz olarak kabul etmeliyiz. Ben de o sıralarda yaşadığım duygusal şiddet nedeniyle hakikaten gözü kara bir karar vermiştim. İngiltere'de insan olarak değerli olduğumu anladım. Ekonomik zorluklar bizim bilgisizliğimizle birleşince etkisini daha sert hissediyordum. 
İlk sekiz ay iş aradım bulamadım. Dil bilmiyordum. Kursa gitmek için paramız yoktu ve benim çok acil bir işe ihtiyacım vardı. Gazetede hep hayalimde olan küçük bir işyeri ilanı gördüm. Sabah kahvaltısı ve öğlen yemek servisi veren bir yerdi. Hemen aldım, işe başladım bu arada eşim hem destek hem de köstek oldu tam anlamıyla. Açıkçası ben yaptığım işe ait ekmek kesmeyi dahi bilmiyordum. Gelenlere istediklerine göre "  bana tarif ederlerse yapabileceğimi, hatta yaparak gösterebileceklerini" söylüyordum. O kadar kötüydü ki İngilizcem anlamadığım kelimeleri bana yazarak öğretmelerini istiyordum. Öyle kibar insanlar ki, bana bu yüzden hiç kaba davranmadılar, yazdılar, tarif ettiler, tavsiyelerde bulundular. Nasıl yapılacağını öğrettiler, birlikte güldük ağlanacak halime. Azimliydim, yaptığım işi seviyordum, onların istediğini fazlasıyla yapmaya çalıştım, kendimden verdim, hiç cimrilik yapmadım. Hep güldüm, gülümsedim. 
Hep güldüm, gülümsedim dedim. Kendimle dalga geçtim. Sorduklarında onlarla her şeyi içtenlikle paylaştım. Türkiye’den aldığım dostlarımın acı haberlerine birlikte ağladık, mutlulukları birlikte kutladık. Yalnız çalıştım, beş yıl her gün sabah 5 ‘te kalkıp işe gitmek, kendim yiyecekmiş gibi pişirip servis etmek ve hep vermek…  Bazen bana patron olduğumu söylediklerinde; “yanılıyorsunuz burada emirleri siz veriyorsunuz ben yapıyorum, kim patron” diyordum. “Ödediğiniz para mutfak alışverişimiz için katkı payınız. Ben sizin için çalışıyorum” derim.
Gülümsemenin ne kadar önemli olduğunu uzmanlar sık sık söylerler. Gülümseyen bir insan, karşısındaki mutsuzsa bile kendini iyi hissettirir. Senin ne kadar dost canlısı biri olduğunu biliyorum. İngilizlerin soğuk olduğu ve Türkleri sevmedikleri söylenir. Yaşadığın yerdeki İngilizlerin tavır ve tutumları elbette tüm ülkeyi yansıtamaz ama bu konu da ne söylemek istersin? 
 Yaşadığımız dünyanın gerçeği şu ki, kimse kimseyi sevmez. 
Örneğin bir anne kendi çocuğunu sever yalnızca, diğer çocukları da bilir, öncelikler hep kendi çocuğunadır. 
Biz bunu böyle öğreniyor ve böyle uyguluyoruz.  Bence sevgi çok özel insanların kalbinde yer alacak kadar nadir bir duygu. Sadece saygı ve iyi ilişkiler dersek daha doğru bir tanımlama olur. 
İngiltere'de;  başkalarını benimsemek, onlarla birlikte ayni haklarla yasamak, devletin herkesi birey olarak kabul etmesi ve yasam kalitesinin ayni derecede olması için var olması ayrımcılığı hissetmenizi engelliyor.  Bireysel ilişkiler bence toplumsal yaklaşımları belirliyor. Bu nedenle de ben olumsuz bir şey yaşamadım, hissetmedim. İnsanlar birbirinin kurdudur. Buna örnek olabilecek bir olay geçti başımdan. Ağustos 2013'te bir Cumartesi sabahı işe gittim, kapıyı açtım içerisinin biraz dağıtılmış olduğunu gördüm. Kasadan para alınmıştı.
Polisi aradım. 4 dakika sonra geldiler. Etrafa baktılar, güvenlik kamerası bulundurmadığımdan ( kişisel olarak gözetlemeye ve röntgenciliğe karşı olduğum için) Rapor tutup gittiler. Aradan iki saat geçti, iş yerimin tam karşısında ki evde yasayan İngiliz bir bey geldi: "Günaydın bayan, burada hırsızlık olduğunu polisin bıraktığı yazı ile öğrendim. Çok çok üzgünüm. 
İyi insanların hayatlarını korumak ve kolaylaştırmamız gerekiyor. Sizin için üzüntümü bildirmek istedim" dedi. 
Şimdi, bu insan 4 yıl içinde bir kez bile iş yerime gelmemiş, sokakta dahi selamlaşmamışken, nasıl oluyor da bu duygulara sahip olabiliyor?  
İnsanları sadece insan olarak kabul etmeyi başardığımız gün kendi insanlığımızın zaferini ilan etmiş olacağız.  
Burada öğrendiklerim:   Hiç bir insan soğuk değildir, bilimsel olarak hepimizin normal bir durumda vücut ısısı aynıdır. İngilizlerden öğrendiğimiz bir deyim vardır. "Karşındaki kişi ile arandaki mesafe en az kol boyu kadar olmalı."  Gerçekten bu mesafeyi korumak karşındakini daha iyi anlamana ve onun yaşamına saygı göstermene sebep oluyor. Bu nedenle;  batılı işçi sınıfı ve burjuva ahlakı yalan söylemez. Sana iltifat etmez gerçeği söylerler. Kadınlara karşı çok daha kibar, teşvik edici ve takdir edicidirler. Çalışan kadını çok çok desteklerler. Samimi ve açık olursan karşılığını fazlasıyla alırsın. Mazeret bulmaya çalışmazlar, paraları eksikse doğrudan söylerler. Kimsenin konuşmasına kulak misafiri olmazlar. (Bu deyim herhalde üçüncü sınıf dünyaya aittir.) Kimseye akıl vermezler, racon kesmezler, bilmediklerini rahatlıkla söylerler. Kendilerini; kendi işleri dışında bir şey bilmek, yarış etmek ve o konuda tartışmak durumunda hissetmezler.  Dükkanda herkesin okuması için alınan gazetenin sayfası açık ise diğer sayfayı çevirmek için izin isteyecek kadar düşünceli ve kibardırlar. Batılı bir ailenin çocuğu geldiğinde istediğini doğrudan söyler. İki yaşındaki çocuk bile "lütfen ve teşekkür ederim " kelimelerinin her zaman kullanılması gerektiğini bilir. Bunların dışındaki toplumun çocukları ya ağlarlar istediklerini elde etmek için ya da anne babasının eteğini çekiştirirler. Asla doğrudan söylemezler. 
Hangi çocuk yönetecek dünyayı, hangi çocuk mutlu bir hayat yaşayacak? Tahmin etmek zor değil…
Senin ne kadar yurtsever olduğunu hatta ülkenin gündemini bizden daha iyi takip ettiğini biliyorum. Ancak İngiltere’de hatta dünyada yaşama bakış açın nedir?
İçinde bulunduğum toplumun beni kabul ve desteği ile İngilizcemi geliştirdim, kendi işimi sürdürüyorum. Ekonomik bağımsızlığımı sağladım. Düşünsel gelişimimde çok yol aldım, batılı değerleri anlamaya başladım, kendimi tanıdım. Yapabileceklerimin sınırı olmadığını gördüm, insanlaşmam için bu sürece çok ihtiyacım olduğunu öğrendim. 
Bana temel olarak bu cesareti; çokça okuduğum kitaplar, karşılaşmaya çalıştığım başarılı kişiler ve  Amway Türkiye ve Network 21 de tanıştığım kişiler verdi. Basta Jim Dornan (Mekanı cennet ve toprağı bol olsun) olmak üzere emeği geçen herkese minnettarım.  
Dünyaya bakışım:
 1. çocuklar kimsenin malı değildir, dünyanın ve insanlığın geleceğidir. Çocuklar siyah, beyaz, sarı, kızıl değildir çocuklar sadece çocuktur. Çocuklar herhangi bir dine, ırka, ülkeye göre ayrımlanamaz çocuklar hepimizin çocuğudur. Ego sahibi olmamak için çocuk sahibi olmadım. Bana ait bir şey istemem, elimden geldiğince eğitimdeki çocuklara Ç.Y.D.D (Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği)  aracılığıyla destek veriyorum. 
2. Bu dünya üzerinde bir karıncadan, bir kum tanesinden, bir sinekten, bir ağaçtan vs. daha fazla bir hakka sahip değilim. Her birinin değeri neyse benim de odur, yere basarken de bakarım. Örümceği dahi öldüremem, can alan değil değer katan olabilirim ancak. insan sadece doğanın bir parçasıdır; sahibi, yöneticisi, hakimi olamaz.
3.Kendilerine hoşgörü gösterilmesini isteyenlere bu tavizi vermem, önce hoşgörüyü veren tarafta olmasını isterim. Bu zamanla diğerleri üstünde üstünlük kurmaya ve ötekileştirmeye neden oluyor. Türkiye'de yaşanan siyasal durum bunun en net göstergesidir.
4. Birinin kalbi kırılacak diye doğru olanı söylemekten çekinmem. İlkokulda öğrendim YALAN; her kötülüğün başıdır.
5. Göremeyenler için göz, çalışamayanlar için işçi, yeteneksizler için teşvikçi, imkansızlar için imkan veren olmaya çalışırım, bu nedenle de çok çalışırım.
Bu güzel söyleşi ve verdiğin mesajlar için çok teşekkür ederim.

22 Kasım

Bu yıl, bilimsel diş hekimliğinin kuruluşunun 106. yıl dönümü… 
Her yıl olduğu gibi,  bu yılda 22 Kasımı içine alan hafta ( 17-23 Kasım)  Toplum Ağız Diş Sağlığı Haftası olarak kutlanıyor. 
Tüm meslektaşlarımın “Diş hekimliği günü” kutlu olsun…
***
22 Kasımlar, bir taraftan toplumun ağız diş sağlığı bilincini artırmak üzere yapılan etkinlikler, diğer taraftan da, dişhekimliğinin ve dişhekimlerinin geleceğinin tartışıldığı ortamı yarattığı için önemlidir.
Dişhekimleri, toplumun ağız diş sağlığını koruma ve geliştirme hususunda taşıdığı sorumlulukla hareket ederek, karşılaştığı sorunları çözmek için birlik ve dayanışma içerisinde çalışmalarını gerçekleştirmeye çalışıyor.
Ancak, Sağlık Bakanlığı’nın, diş hekimlerinin meslek örgütünü tamamen dışlayarak ve mesleğin hassasiyetlerini göz ardı ederek hazırladığı Ağız ve Diş Sağlığı Hizmeti Sunulan Özel Sağlık Kuruluşları Hakkındaki Yönetmelik,  dişhekimliği mesleğinin geleceğini tehdit etmektedir. 
Taslak metinde, yeni bir ADSM (Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi) tipi tarif edilmekte ve bunların yapılanmasında hekim dışı sermayenin ortaklığı ile ağız diş sağlığı hizmetlerini özel muayenehanelerinde veren binlerce dişhekiminin, gelecekte işçileşmesi ve taşeronların elinde mesleğin ticarete dönüşmesi tehlikesi ortaya çıkmıştır.
***
Bilgi ötesi çağa yaşadığımız, değişikliklere ve yeniliklere adapte olmaya çalıştığımız bugünlerde; vazgeçilmez meslekler arasında yer alan dişhekimliğinin, artık eski cazibesi kalmadı sanki…  
Bildiğim kadarıyla, Türk Dişhekimleri Birliğinin (TDB),  Sağlık Bakanlığının hazırladığı yeni yönetmelik için 10 maddelik bir talebi var. Umarım ilgili bakanlık bu talepleri kale alır.
İşte TDB’nin Sağlık Bakanlığından istediği masum talepler: 
1) Mevcut sağlık kuruluşları faaliyetlerini sürdürebilmelidir. 
2) Yeni açılacak sağlık kuruluşları için hizmetinin niteliğini artırmakla ilgisi olmayan koşullar getirilmemelidir.
3) Sağlık kuruluşları ancak dişhekimleri tarafından açılabilmelidir.
4) Sağlıkta reklama izin verilmemeli, tanıtım adı altında reklama kapı aralanmamalı,
5) Hasta sırrına saygı gösterilmeli; hastanın açık izni olmadan kişisel verilerinin paylaşılması istenmemelidir.
6) Olağan denetimler önceden bilgi verilerek yapılmalı; denetimde rehberlik önde tutulmalıdır.
7) Uygulanacak yaptırımlar ölçülü olmalıdır.
8) Dişhekiminin sürekli mesleki eğitimini destekleyen kurallara yer verilmeli.
9) Düzenlemelerde dişhekimi ile meslek örgütü arasındaki bağı gözeten kurallara yer verilmelidir. 
10) Dişhekimliğini ilgilendiren bütün kurallar dişhekimlerinin görüş ve önerilerini etkin biçimde ortaya koyabileceği bir yöntemle yapılmalıdır.
***
TDB’ nin talep ettiği maddeler atla deve değil ama bekleyip görelim bakalım. Neler, neler olacak olacak? 
Terar, tüm meslektaşlarımın “22 Kasım Diş hekimliği Günü” kutlu olsun.

Önyargı

“Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zor” demiş ya, Albert Einstein.
Gerçekten de öyle…
Hakikaten toplum olarak önyargılıyız ve bu önyargıların çoğu da her nedense olumsuz...
Mutlaka hayatınızın bir döneminde siz de,  deneyimlemişsinizdir.  
Herhangi bir tanıdığınız, herhangi bir konuda önyargılı ise, onun önyargısını yıkabilmek asla mümkün değildir. Adeta göbek çatlatan cinstendir.
Üstüne üstlük boşuna o insanlarla (belki de yakın arkadaşınızla) tartışmış, birbirinizi kırmış, küsmüşsünüzdür.
***
Önyargılarımız; yetiştirilme tarzımız, yaşam alanlarımızı paylaştığımız ailemiz, komşularımız, akrabalarımız, arkadaşlarımızla etkileşimlerden oluşur.   
Farkında olalım ya da olmayalım, önyargılarımız bizim yaşantımızın gidişatını belirler.
Ne yazık ki, büyük çoğunlukta olumsuz düşüncelerden oluşur ve iş, arkadaşlık, aile ilişkilerine yansır.
Bu olumsuz önyargılar başarısız olmamıza neden olabileceği gibi bazen de faciaya bile neden olabilir. 
Konu önyargı olunca,  önyargı üzerine yazılmış hikâyelerden birini paylaşmak isterim sizlerle…
***
Bir dağ köyünde, küçük bir kulübede,  eşini talihsiz bir kaza sonucu kaybetmiş, küçük bebeğiyle yaşam savaşı veren bir kadın; bir gün ormanda, yaralı bir gelincik bulur. Gelinciği kulübeye getirir ve tedavi eder. Gel zaman git zaman gelincik kadının can yoldaşı olur. Bir gün kadın gelincik ile bebeği evde bırakıp odun toplamaya gider. Eve döndüğünde, karşılaştığı manzara korkunçtur. Gelinciğin ağzı kanlıdır ve kan izleri bebeğin beşiğinden başlayıp odanın kapısına kadar devam etmektedir. 
Kadın, bu manzara karşısında çılgına döner ve hiç tereddüt etmeden gelinciği öldürür. Tam o esnada, bebeğin ağlama sesini duyar ve beşiğin yanına gittiğinde, bebeğin yanında, gelincik tarafından öldürülen yılanı görür.
*** 
Bu hikâyede olduğu gibi, insanlar da genellikle, yeterli bilgiye sahip olmadan, olayları irdelemeden araştırmadan- kim bilir bekli de kıskançlıktan-  olayları ya da insanları yargılarlar, yaftalarlar. 
Bir yaftayı, herhangi birinin sırtına yapıştıran birinin beyinden,  bunu silmek ise çok zordur.
*** 
Araştırmadan, bilgi sahibi olmadan kişilere ve insanlara önyargılı davranmak çoğu zaman her iki tarafa da olumsuz yansır;  zarar verir, ilişkileri zedeler.  
İnsanlara ve olaylara önyargılı davranmadan önce; 
Rahibe Teresa’nın  “İnsanları yargılarsanız, onları sevmeye vaktiniz kalmaz” sözünü hafızamıza kazımalı ve “atomla- matomla uğraşmak zorunda kalmamak için önyargılı olmayalım,” derim.

Vicdanınız rahat mı?

Güzel ülkemde, yağmur yağar, sel olur; afettir!
Trafik kazaları, iş kazaları, takdir-i ilahi!
Maden kazası, işin fıtratında var!
Eee, durum böyle olunca, Ermenek’teki kömür ocağında su baskınına,
Madencilik şirketi “olay doğal afettir” dedi.
Başka olasılık mümkün olamaz tabii çünkü ocakta tüm iş güvenliği önlemleri alınmışmış!   
Bu kazalar, hiç mi ihmalden, tedbirsizlikten kaynaklanmaz? 
***
Kaza sonrası yapılan ilk açıklamalarda, suyun bir an önce tahliye edileceği söyleniyordu fakat çalışmalar hala devam ediyor.
Ocağı basan suyun tahliye edilmesine katkı olsun diye, analar ellerindeki çomaklarla, uğraşsa da,
 uzmanların dediğine göre, madende mahsur kalan işçilere ulaşabilmek, 6 ay kadar sürebilirmiş!
3 kuruş kazanmak uğruna, dapdaracık, havasız ortamda, kömür soluyarak çalışan 
18 işçinin maden ocağından çıkmasını beklerken, işçilerin hazin hikayelerini de öğreniyoruz.
Hikayelerin hemen hepsi yoksulluk ve çaresizlik kokuyor.
Öyle ya, yoksul olmasa, çaresiz kalmasa; zifiri karanlıkta,  kömür kokan bir ortamda kim çalışmak ister ki?
***
Ocakta mahsur kalan işçilerden birinin acılı eşi, “Aç kalalım, gitme dedim” diyor. 
Diyor da, açlığa ne kadar dayanılabilir ki?  
Gözü yaşlı ana “Ama benim oğlum yüzme bilmez ki” diyor safiyane duygularla. 
Oğlu yüzme bilse, ne olur ki?
Kazadan sonra doğum yapan genç bir anne “Eşim oğlumuza ayakları üşümesin diye patik almıştı.” diyor. “Acaba suyun içinde ayakları üşüyor mudur?” diye aklından geçirirken.
Başka gözü yaşlı bir kadın “Ev kredisi ödüyoruz, o nedenle madendeydi. Gitme canım diye yalvardım” diyor. 
Dinledikçe, izledikçe, okudukça; içimiz yanıyor, göğsümüz daralıyor…
Çoktan istifa etmesi gereken İlgili bakanlar ise her gün çıkıp,  “sondaj devam ediyor. ” 
“Madeni kapatacağız ama 50 kişi araya giriyor” 
“Ocaktaki 3 bacaya girdik”
 “ 24 saat çalışmalarımız devam ediyor” diyor.
Velhasılıkelam, bu dramı biz, televizyon başında; ocakta mahsur kalanların yakınları, maden ocağının başında, bekleyip duruyoruz milletçe, tek yürek.
İçimizde bir umutla “Acaba güzel bir haber alır mıyız?” diye bekliyoruz.
8. gün…
Bankaların maden ocağında mahsur kalanların kredi borçlarını ertelediğini ya da sildiğini öğreniyoruz;  ailelerine, uğruna ölünen kömür ve para yardımı yapıldığını…
“Umutlar bitti mi? Ne olur bitmesin ” diyoruz. 
Ve madende çalışan işçilerin tam 124 kere  “burada insan hakkı ihlali var” diye şikayet mektupları yazdıklarını.
Ve yetkili makamlardan hiç kimsenin, bu sessiz çığlıklara kulak asmadığını öğreniyoruz.
Sebep olanlara soruyorum!
“Vicdanınız rahat mı?”
***
Not: Bu yazıyı, kazanın 8. Gününde yazmıştım. Bugün 2 işçinin cesedine ulaşıldığını haberlerden öğrendik.  Sonucu tahmin etsek te hala bir mucize bekliyoruz. 

Aynaya bakmak lazım...

Toplum olarak en iyi yaptığımız şeylerden birisi de galiba, eleştirmek.
Hepimiz, herkese, her şeye kızgınız, öfkeliyiz ve mütemadiyen eleştiriyoruz…
Doğruyu söylemek gerekirse, hiçbirimiz eleştirilmekten hoşlanmayız ama herkesi, her şeyi acımasızca eleştirmeyi kendimize hak olarak görüyoruz.
***
Aslında,  eleştiri güzeldir.
Eleştirilene, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı yanlışlıkları, eksiklikleri gösterir.
Elbette eleştiren, eleştirdiği konuda pozitif bir yaklaşım içindeyse ve katkı sunabiliyorsa…
Eğer eleştiri, eleştiriden çıkıp hakarete varıyorsa;
Kin ve nefret içeriyorsa; 
Kişiyi ya da toplumu germekten, depresif bir hale sokmaktan başka hiç bir işe yaramaz.
***
Çocuğu ders çalışmıyor diye döven babalar bilirim…
Kendisi eline bir kitap alıp ta çocuğuna rol model olmamıştır hatta ilkokulu bile çift dikiş bitirmiştir.
Ama çocuğunun bütün derslerinin iyi olmasını; 
En iyi üniversitelerin,  en iyi bölümlerini kazanmasını ister ve neden ders çalışmak yerine oyun oynadığını eleştirip,  döver.
(Aslında dövdüğü, kendi çocukluğudur ya her neyse!)
***
Mesela evin içinde fosur fosur sigara içen mükemmeliyetçi anne, kızını sigara içerken görünce, cinleri tepesine çıkar.
Sigaranın zararları konusunda;  günlerce, aylarca,  brifingler/ konferanslar verir.
Aşağılar, cezalandırır…
***
Bazılarımız ise futbol müsabakası sırasında futbolculara kızar, küfreder pervasızca eleştirir, günlerce.
Öyle ki sahaya inse,  kendisini gol kralı olacak sanırsınız.
Halbuki topla tek buluşması, çocukluğunda, mahalle aralarında, yarım saat bile sürmeden patlayan plastik topla oynanan tek kale maçlardır...
Ama eleştirirken, teknik direktör gibidir.
***
Herhangi bir organizasyonun ya da siyasi partinin liderini beğenmeyen, yaptığı her çalışmaya, her konuşmaya bir kulp bulanlar vardır mesela…
Bazen eleştirilerinde haklıdırlar ama “Çözüm öneriniz nedir?”  diye sorduğunuz da,  genellikle kem küm ederler. Çünkü ne ellerini taşın altına koymuşlardır ne de herhangi bir önerileri vardır.
Değil organizasyonu geliştirmek için bir çalışma yapmak, kıyısından köşesinden bile tutmamışlardır.  Ama eleştirirler de, eleştirirler:
“Bunu böyle yaptın”  “Şunu söyle yaptın” …
***
Son zamanların trendi (eğilimi) ise;  sosyal medyadan yapılan eleştiriler.
Bazıları söylemek istediklerini,  alenen yazıp çizerken, bazıları da söyleyeceği kişinin yüzüne söyleyemeyip, ima yolu ile paylaşmakta…
Elbette herkesin, her şeyi eleştirme hakkı vardır. Ancak eleştirmeden önce de, aynaya bakmak lazım. Öyle değil mi?
         

Acaba mı?

“Dikkatinizi çekti mi?” bilmem.  Geçenlerde basında ilginç, bir o kadar da tuhaf bir haber vardı.
“Hangi haberden bahsediyorsun? Her gün birbirinden tuhaf haberler var, güzel ülkemde” dediğinizi duyar gibiyim.
Haklısınız…
Gazeteleri ya da televizyonu açtığımızda;
Karısına şiddet uygulayan, aklınızın köşesinden geçmeyecek varyasyonlarla öldüren hatta kesip pişirip, komşularına dağıtan kocalar;
İntihar eden, birbirlerini hiç uğruna boğazlayan gençler;
Borçlarını ödeyemediği için canın a kıyan memurlar, emekliler;
Adını düne kadar hiç duymadığımız uyuşturucu maddeler, terör örgütleri;
Önüne çıkan her canlıya tecavüz eden sapıklar;
Suriye’deki savaştan kaçıp ülkemize sığınan mültecilerin başlarına gelenler;
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki çatışmalardan Avrupa’ya kaçmak için Akdeniz’deki ölüm yolculuğunu göze alıp başaramayan garibanlar;
Trajik trafik ve iş kazaları;
Siyasi aktörlerin yaptığı gaflar;
Ülkemizin üzerinde oynanan oyunların, terör olaylarının birbirimizi selamlayarak ve kucaklayarak biteceğini savunup bu nedenle birbirimize sarılmamızı tavsiye eden bir başbakan;
Karadeniz fıkralarının ünlü kahramanı Temel’i kıskandıracak, birbirinden farklı yurdum insanı haberlerinden biri değil, ilgimi çeken haber.
***
İstanbul’da pırıl pırıl liseli bir kızımızın, hazırladığı fizik projesi ile fizik alanında dünyanın en prestijli fizik yarışması olarak kabul edilen “First Step to Nobel Prize in Physics” (Nobel Fizik Ödülüne Doğru İlk Adım) adlı yarışmada birinci olması;  üstelik bu yarışmaya 70’e yakın ülkeden katılan 5 bin projenin arasından seçilmesi.
“İyi de, gencecik bir Türk kızının dünya çapındaki bu başarısı çok sevindirici ve gurur verici. Tuhaflık bunun neresinde?” diyebilirsiniz.
Bu kızımız aynı proje ile TÜBİTAK’ın yarışmasına katılmış ve dereceye girememiş, iyi mi?
***
 Haberi okuduğumda, aklımdan bir sürü soru geçti.
Acaba, TÜBİTAK’ın düzenlediği yarışmada hangi projeler dereceye girdi?
Jüri üyeleri kimlerdi?
Yarışmayı kazanan çocuklar hangi liselere gidiyor?
Bu yarışmada dereceye giren projeler, dünyanın en prestijli fizik yarışması kabul edilen “First step to Nobel Prize in Physics” yarışmasına da katıldı mı ya da katılma hakkı var mıydı? Eğer katıldıysa, dereceye girdi mi?
***
Elbette araştırmadan soruşturmadan, bilgi sahibi olmadan, dereceye giren çocukların hakkını yememek lazım…
Belki de onların hazırladığı projeler, ülkemiz için daha çok gerekli olan projelerdi ve de bu projeden çok daha özellikli projelerdi, bilemiyorum.
Sadece, kurumun başında Hayvanat Bahçesi Müdüründen yönetici, kasetlerin montaj olup olmadığını hisleri ile tahmin eden bir bakan olunca, ister istemez aklımdan bir “Acaba mı?”  geçti. 

Aman dikkat!

Kurban Bayramı yaklaştı. Eğer henüz tatil planı yapmadıysanız,  kış gelmeden son bir kez bir yerlere kaçalım diyorsanız, aman dikkat!
***
Geçtiğimiz Ramazan Bayramını fırsat bilip, arkadaşlarımızla birkaç günlüğüne tatile çıkalım dedik.
Kısıtlı zaman olduğu için yakın bir yer olsun istedik. İnternetten hızlıca bir araştırma yaptık ancak tatil beldelerinde yer bulmak neredeyse imkansızdı.
Dolayısı ile istediğimiz değil, bulduğumuz bir yere rezervasyon yapabilecektik.
 Fotoğraflarını beğendiğimiz İzmir civarlarında, bir tesiste hasbelkader yer kalmıştı (!) Üstelik tatilin son günü için sadece 2 oda.  Tatile çıkma niyeti ile hareket ettiğimiz için “Neyse iki gün tatili uzatırız, hem de trafikten etkilenmemişiz oluruz “ diye rezervasyon yaptırdık. 
***
“Her şey dahil” tatillerini oldum olası hiç sevmem. İnsan ne kadar “diyetteyim, yemeyeceğim” dese de, çoğu zaman çeşit çeşit yemekleri, tatlıları görünce, dayanamaz. Tatil sonrası diyet yaparım” diye kendini kandırarak, düşündüğünden daha fazla yer. 
Kendimden biliyorum. Normalde tatlı ile aram hiç yoktur yani tatlı sevmem ama restoranda çeşit çeşit dizilmiş tatlıların albenisine kapılıp, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek tatlıların tadına baktığımı bilirim.

Bulduğumuz tesis ne yazık ki bol yıldızlı ve “her şey dahil” bir tesisti. Başka seçeneğimiz olmadığı için “Eh ne yapalım, dikkat ederiz” diye çıktık yola…
***    
Tesisi görünce, “Ehveni, şer” dedik zaten zor yer bulduğumuz için fazla beklenti içinde değildik.
Odamız küçük ama şirindi ancak yastık kılıflarını takmayı unutmuşlardı. Daha doğrusu biz öyle sandık. Tam o sırada yan odada temizlik yapmakta olan hanımlardan yastık kılıfı rica ettik. “ Kalmadı, Pazartesi günü gelecek” sözünü duyunca şok olduk. Yan odadaki arkadaşlarımız da aynı yanıtı almıştı.





“Nasıl yani? Pazartesi gününe daha 4 gün var. ” vs. derken yastık kılıflarını bulup getirdiler. 
Klima kumandası da bir tane idi. Ona da “Madem arkadaşsınız, birlikte kullanırsınız” diye çözüm ürettiler. 
Yemek yemek için restoran bölümüne gittiğimiz de, yiyeceklerden hiç birinin bana hitap etmediğini gördüm.  Et sevmediğim için, bir iki zeytinyağlı yemek ile idare ettim. Hatta espri yaptım “ Oh oh çok sevindim. Yemekler çok kötü mecburen rejimdeyiz”  diye…
Beklentileri yüksek olan insanlar değiliz. Zeytin peynir, domates, karpuzla karnımızı doyururuz ancak  tesisin azımsanmayacak sayıda yıldızının olması, bizi epey şaşırttı.    
Yemek sonrası çay kahve içelim dedik. Ne fincan var, ne bardak. Plastik bardaklarla su, kağıt bardaklarla çay ve kahve içtik. Biraz söylendik ama tatildeyiz moralimizi bozmayacağız diye hep olumlu tarafından bakmaya çalışıyoruz:
“Neyse ki deniz güzel” “Bu yürüyüş yolu da pek güzelmiş” “Aaa! Hamak da var”  şeklinde 4 günü bitirdik. Bir gece kavga dövüş sesleri duyduk. Karı koca kavgası sandık meğerse rezervasyon yaptırdığı halde gece yarısına kadar yer bekleyen müşteri, sonunda sinirlenip resepsiyon görevlisine yumruk atmış. Bunu öğrenince, oda bulduğumuza şükrettik. 
***
Son gün, kahvaltıda porselen tabaklar yerine, kağıt tabaklar vardı. 
Garsonlardan birine, “Akşam sirtaki mi oynandı? Tabak kalmamış” deyince bulaşık makinasının da bozulduğunu öğrendik. İnsan tatil bitti diye sevinir mi? 
“İyi ki tatilimizin son günü, kazasız belasız bitirdik, çok şükür” diye sevindik. 
Siz siz olun, tatil programınızı son güne bırakmayın. Gideceğiniz tesisi de iyice araştırın! 


kadininsesigazetesi.com.tr