Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

Ali kıran baş kesen...

Yerel seçimlere çok az bir zaman kaldı.
Hemen hemen bütün partilerin büyükşehir ve ilçe başkan adayları belirlendi.
Adaylar arasında tatlı bir rekabet beklerken ülke olarak geçtiğimiz hafta şok olduk.
Bugüne kadar yaşanmış onca olumsuzluklara rağmen, hayatımızda hiç görmediğimiz, söyleseler inanmayacağımız, hatta utanç duyacağımız olaylara tanık olduk ve gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Bu olumsuzluklar, sadece ülkemde değil, gerek kentimde, gerekse yaşadığım muhitte, almış başını gidiyor.

***   
Bakıyorum yurdum insanına, birilerinin eline yetki verildiğinde,
“Ali kıran baş kesen olmuş”
Hatta ileriye gidip, egosantirik durumlara girmiş...
Örnek mi istiyorsunuz?
En basitinden , adam apartman yöneticisi olmuş, apartman görevlisine talimat veriyor:
“Bundan kelli, şu, şu insanlara servis yapmayacaksın”
Ya da bir mevkide müdür olmuş “Şu adamın işini, öncelikli halledeceksin, diğerleri beklesin”...
Adam bankaların en kıdemlisi olmuş, “Paraları istediğim yerde muhafaza ederim, ister banka da isterse ayakkabı kutusun da, size ne?”
 Ben ne dersem o olur” ya da ülke yönetiminin başına gelmiş, “Ben filancayım, filancanın oğluyum” demiş...
Mantıklı baktığında, çok anlamsız gibi görünse de muhatapların algısı ve davranışı çok önemli...
Hangi kültürde olursa olsun, genellikle de tavır “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!”  tavrı ne yazık ki...
***
Bana göre, bu tür egosantirik davranışların sebeplerden biri küreselleşen dünyamızda, bilişim çağını yakalama becerisine erişememekse, bir diğeri ve aslında daha önemlisi ise kendini ve insanı sevmemektir.
Kabul edelim ki hepimiz benciliz.
Çoğumuz, “Biz” demek yerine,  “önce benim düşüncelerim dinlensin”, “önce benim duygularım tatmin edilsin”, “benim dediğim en doğrudur”, “ben en iyisini bilirim”...
“Ben, ben ben...” deriz.
Hele ki bu zihniyetteki insalar, etraflarında birkaç şakşakçı buldu mu, .
“BEN PADİŞAHIM, BEN KAİNATIM” mertebesine ulaşmıştır artık...

Oysa mevkiler gelip geçici, insanlar üzerinde bırakılan etki yani kendilerini nasıl hissettikleri ,kalıcıdır.
Yerel seçimlere çok az bir zaman kaldı.
Ona göre!

  

  



Adaylara önerim ve dileğim…

“İşletme Körlüğü” diye bir tabir duydunuz mu?
Belki duydunuz,  belki de konunun uzmanı olarak, ” Bu nasıl bir soru?” diyorsunuz,  kim bilir?
Ancak duymayanlar için işletme körlüğü, uzmanların deyimi ile kısaca “İşletmelerde zaman içinde çıkan sorunların çalışanlar tarafından görülmemesi ya da kabullenilir hale gelmesi durumudur” diyebilirim.
Yani herhangi bir işletmede çalışan, gerek personel, gerekse yöneticiler, işletmede süreç içinde ortaya çıkan sorunları, hataları, düzensizlikleri göremez hale geliyor. Öyle ki gelecekteki olası fırsatlar kaçırılabiliyor ya da riskler göz ardı edilip ciddi kayıplar yaşanabiliyor.
***
Bilgi ötesi toplumu yaşadığımız bu dönemde, değişim ve gelişimin ne kadar hızlı olduğunu bilen şirketler, işletme körlüğü ile başa çıkabilmek için, çalışanlarının bu konuda eğitim almalarını sağlıyor.
 İşletme körlüğü ile ilgili detaylar, çareler, örgütsel değişim, SWOT Analizi vs. benim uzmanlık alanım değil.
Ancak ben işletme körlüğünün sadece şirketlerde ya da kamu da değil hayatın her alanında olduğunu düşünüyorum, özellikle de siyasette…
Neden mi?
Her duyarlı yurttaş gibi ben de, hangi yöntemle olursa olsun (seçim ya da atama)  bir kurumun ya da örgütün başına yönetici olarak gelen kişi ya da kişilerin etrafının hemen belli kişiler tarafından çevrildiğini biliyorum çünkü…   
Bu yöneticilerin bir kısmı,  abartılı, süslü, ağdalı sözlerle pohpohlanmaya başlandığında;
Yaptığı hatalar, yanlışlar konusunda uyarılmak yerine   “Padişahım çok yaşa!” tarzında bol bol yıkama yağlama yapıldığında;
Yani bu tür tezahüratlar ile zihinsel ve düşünsel engellemelere maruz kaldıklarında genellikle egoları tavan yapıyor. Haklı olarak kendilerini padişah sanmaya başlıyorlar.  
Astığı astık, kestiği kestik oluyor artık!
Bu saatten sonra, yanlış yaptığı konusunda küçük bir ima da bulunanlara, küfür etmek, tekme tokat girişmek de yetmiyor;
“Tez boynu vurula! “ durumu vuku buluyor…
***
Yerel seçimlere çok az bir süre kaldı.  
Her geçen gün, ülkemiz de ve kentimiz de siyasi partilerin aday adaylarının, gerek atama gerekse önseçim yöntemi ile adaylıkları açıklanıyor.
Adaylara önerim ve dileğim şu ki;  yerel yönetimlerde ki görevlerine seçildikten sonra;  

 Dışarıdan bakan bir gözün, ne kadar önemli olduğunun bilincinde olup, hiçbir zaman işletme körlüğü yaşamasınlar…

Siz siz olun…

Kombiniz bozulursa ne yaparsınız?
“Servisi çağırırız” dediğinizi duyar gibi oldum.
Tekrar bozulursa, tekrar ve tekrar…
Yenisini almaya karar verirsiniz değil mi? Astarı yüzünden pahalı olmaya başlamıştır çünkü.
Bir de kar, kış, kıyamet gelmeden önlem almak gerekir diye düşünürsünüz.
Sonra piyasa araştırması yaparsınız. Hangi markayı ne kadara alırsınız?
Kaçlık kombi, kaç metrekareyi ısıtır? Yoğuşmalı  olan mı daha iydir, yoğuşmasız olan mı?
Hangisi daha az enerji ile daha iyi ısı verir?
Hangisinin servis ve yedek parça garantisi vardır?
Kısacası hem kaliteli hem de ucuz olsun istersiniz vs. vs…
Sonra en çok beğendiğinizi satın alırsınız. Servis gelir, takar.
İzgaza haber verirsiniz. İzgaz gelir bakar, “uygundur” der ve kullanmaya başlarsınız.
Yani biz öyle zannettik!
***
Kombimizi aldık, alırken neredeyse eski kombinin aynısı olmasına dikkat ettik.
Bir ara “Asılı olduğu duvarı değiştirsek mi? “diye düşündük ama hemen vazgeçtik.
İZGAZ proje ister, sorun çıkartır, bizim için zaman problemi olur, en iyisi hiç dokunmayalım dedik. Kombiyi taktırdıktan sonra, İZGAZ’a telefon ettik.
Vezneye belli bir para yatırıp saat 18.00 den sonra da randevu almamız söylendi.
Randevu saatinin, mesai saatleri dışının olması garibimize gitti aslında ama “prosedür bu herhalde” diye, dedikleri gibi saat 18.00’ den sonra aradık.
Karşımıza bilgisayar çıktı ve bize beş gün sonrası için randevu verdi.
“Nasıl yani? Beş gün, doğalgaz olmadan, biz ne yapacağız?
Hadi bir gün, bir şekilde idare edersin de, beş gün çok değil mi?”
Bilgisayarın verdiği randevuya inanamayıp, ertesi gün mesai saatlerinde tekrar İZGAZ’a gittiğimizde;
Beş günün aslında erken bir zaman olduğunu öğrendik.
Bazen bir ay sonraya bile randevu verilebiliyormuş…
“Haa o zaman çok şanslıymışız(!)” dedik.
Yani İZGAZ diyor ki; 5 gün ısınma, yıkanma, yemek falan da pişirme ve dua et,
Çünkü bu durum bir ayda sürebilirdi!
Şaka gibi…
***
Hatırlarsanız beş yıl önce, Kocaeli Büyükşehir Belediyesine ait İZGAZ, özelleştirme kapsamında Fransızlara çerez parasına satılmıştı.
Güya özelleştirme olunca; daha iyi, daha hızlı hizmet verilecekti.
Hızlı hizmet buysa, gerisini düşünemiyorum!
Benden size tavsiye;
Siz siz olun, kış ortasında kombi değiştirmeye kalkışmayın.
İlle de değiştirmeniz gerekiyorsa da, ya kombinizi almadan önce İZGAZ randevunuzu alın
ya da elektrikle, tüple, odunla ve kömürle çalışan bilumum ısıtıcıları ve ocakları hazır bulundurun!


Hala anlayamıyorum!

Bu hafta, Toplum Ağız Diş Sağlığı Haftası ve 22 Kasım da, Dişhekimleri Günü…
Sadece zor durumlarda aklınıza gelen hani dayanılamayacak en önemli 3 ağrıdan biri olan, sabahlara kadar zıp zıp zıplatan “diş ağrısı”nı (diğer ikisi doğum ve böbrek) dindiren hekimlerin günü…
Tüm dişhekimlerinin “Dişhekimleri Günü” kutlu olsun.
***
Kentimizde büyük özveri ile çalışan Kocaeli Diş Hekimleri Odası Yönetim Kurulu Üyelerinin önderliğinde, hafta boyunca birbirinden farklı sosyal ve bilimsel programlar düzenlendi ve ziyaretler gerçekleştirildi.
Yine bu haftaya özgü Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Komisyonu, çeşitli okulları ziyaret edip; öğrencileri ağız ve diş sağlığı konusunda bilgilendiriyor. Bilimsel etkinlikler düzenliyor.
Tabii bunlar sadece gönüllü dişhekimlerinin gayret ve çabaları sonucunda oluyor.
Gönül isterdi ki, AKP hükümeti Türk Dişhekimleri Birliğinin 2008 yılında sunduğu, başta muayenehaneler olmak üzere serbest dişhekimlerinden hizmet alınması için koruyucu ağız diş sağlığı hizmetlerini temel alan, halkın ve dişhekimlerinin taleplerini ortaklaştıran, sürdürülebilir projeye, sıcak baksaydı. Ne yazık ki 2008 yılından bu yana 5 yıl geçmesine rağmen değişen hiç bir şey olmadı.
***
11 Ekim 2008 tarihinde, başbakanla görüşülmüş, başbakan bu konu ile ilgili çalışma yapmaları için sağlık ve çalışma bakanlarına talimat vermiş, Türk Dişhekimleri Birliği ve her iki bakanlığın temsilcileri ile 15 Ekim 2008 tarihinde bir araya gelinmiş. Hepsi bu… 
Ara ara yaygın medyada;  “SGK ve Bağ-kur’lulara özel dişhekimi yolu açılıyor ”  
“Diş için artık özele gidilecek”
 “Özelden hizmet alınacağını bakan açıkladı”
”Diş tedavisi de sosyal güvenlik kapsamına giriyor” gibi haberler yapılsa da; tık yok!
 Ağız ve Diş Sağlığı Merkezleri ise o kadar yoğun ki, Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği, hasta başına ayrılması gereken 45 dakikayı bir hastaya ayırmak, ne yazık ki mümkün değil.
Bu durumdan hem hastalar, hem de hekimler şikayetçi.
Şikayetçi ama  “Sağlıkta dönüşüm yaptım, sağlığı özelleştirdim” diye övünen ama ağız ve diş sağlığını, sağlıktan saymayıp; özel muayenehanelerden hizmet alımı yerine Ağız ve Diş Sağlığı Merkezlerinde hem hastaları hem de hekimleri mağdur eden, Sağlık Bakanlığına ve hükümete, neden kimse sesini çıkartmaz, hala anlayamıyorum!



Ne yazık ki!

Birleşmiş Milletlerin düzenlediği, iklim toplantısı 11-22 Kasım tarihleri arasında;
Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleştiriliyor.
Bir yandan başbakanın kızlı- erkekli polemiğini, diğer yandan Adana Valisinin küfürlü söylemini tartışırken, bu konferans yeterince ilgi alanlarımıza giremedi ne yazık ki! 
Halbuki geçtiğimiz hafta  “asrın felaketi” ifadesinin bile az geleceği, tarihin en büyük tayfunlarından biri yaşandı Filipinlerde… 10 binden fazla insan öldü.
Milyonlarca insan mağdur oldu; açlık ve susuzlukla savaşıyorlar.
Kasırga, Vietnam ve Çin’de de yüzlerce insanın canına mal oldu.
***
Konferansta, Filipinler iklim komiseri Naderev Sano, “Dev tayfunların artık günlük hayatın bir parçası olduğunu, bunun önüne geçebilmek için ciddi adımlar atılması gerektiği” ifade etti.
Ancak, Uluslararası Küresel İklim Değişimi Konferansının amacı; dünya iklim değişikliğini yavaşlatmak için 2015 yılında bir anlaşmaya varabilmek…
Çevreciler, hızlıca gerekli önlemler alınmadığı takdirde; sıcak hava dalgalarının, sel felaketlerinin artacağını, deniz seviyesinin daha fazla yükseleceğini söylüyor.
 Fakat okuduğumuz haberlere göre, toplantıdan iklim değişikliği ile mücadele için ciddi bir sonuç çıkacağı beklenmiyor. Çünkü birçok gelişmiş ülke, iklim değişikliğinden ziyade, ekonomik aksaklıklardan endişeleniyor.
Ne yazık ki, yenilenebilir enerjiye yatırım yapmaktan kaçınıyor!
***
Peki, biz ülke olarak, iklim değişikliğinin neresindeyiz?
Aslında bir çoğumuz gidişatın farkındayız ama umursamıyoruz.
Umursamıyoruz diyorum çünkü yazın az da olsa yağan- ama sağanak şeklinde yağan- yağmurlarla, yerin altına gömdüğümüz 169 milyarlık yatırımın boşuna olduğunu gördük.
Sadece dere yataklarının etrafındaki yerler olsa içim gam yemeyecek ama kentin her yanını, sular, seller götürdü.
 Şu anda ise Kasım ayının ortalarına gelmemize rağmen hala yazdan kalma günlük güneşlik günler yaşıyoruz.
Yaşadığımız düzensiz hava koşulları ve değişen iklimle birlikte, ülkemizde ki erozyon ve çölleşme de artıyor.
İstatistiklere göre,  yüzyılın sonuna doğru Avrupa ve Orta Asya bölgesinde aşırı hava olaylarına maruz kalacak ülkeler arasında ilk üç sırada yer alıyoruz.
En komiği ise, üç tarafı denizlerle çevrili, gani gani akarsu ve göllerimiz olmasına rağmen, su fakiri ülkeler arasında yer alacak olmamız. 
***
Bu bilimsel gerçekleri bilmemize rağmen;
Ne yazık ki biz hala kısa günün karı olan, termik ve nükleer santral yapmanın
ya da Atalarımızın diktiği mevcut 3-5 ağacı kesip, AVM, fabrika veya yol yapmanın peşindeyiz!
Ne diyeyim Allah sonumuzu hayır etsin.



Betonlaşan şehirler gibi…

Geçen hafta yazdığım  “Ev alma, komşu al” adlı yazımdan sonra, birçok elektronik posta iletisi aldım.

Meğerse ne kadar çok, komşusundan şikayetçi olan varmış…

Kimi, yüksek sesli müzik dinleyen, televizyon izleyen, uyardıkları halde hiç umursamayan komşusundan;

Kimi, komşusunun apartman dairesinde beslediği köpeğinin sabaha kadar havlamasından;

Kimi, bütün hane halkının ayakkabılarını kapı önünde sergilemesinden;

Kimi, geleni gideni takip eden meraklı komşusundan;

Kimi de, karısını, çocuklarını sille tokat döven komşusundan muzdaripmiş…

***

Daha önceden duyduğum komşu hikayelerini de eklersem eğer;

Balkonda kahvaltı ederken, üst kattan halı silkeleyen komşu tipi mi ararsın, çöp poşetini fırlatan mı?

Bulaşık leğenini mutfak penceresinden boca eden mi, elektrik süpürgesini boşaltan mı?

Sokak hayvanlarını beslediği için, arabasını çizen komşusu ile mahkemelik olan hayvan sever mi ararsın, komşusu yüzünden ev satan mı?

***

Uzun yıllar önce köyden kente göçmüş ancak kentlilik bilincini ve kültürünü içselleştirememiş İnsanlar,  aynı apartmanda oturduğu halde, birbirini yolda görse tanımıyor; tanısa bile görmezden gelip, kafalarını çeviriyor artık.

Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi asansörde karşılaştığında, selam vermiyor.

Selam verirse, borçlu çıkacak sanki!

Kimse kimsenin ne sıkıntısına ne üzüntüsüne ne de sevincine, mutluluğuna ortak olmak istemiyor, adeta kaçıyor…

***

Birkaç yıl önce, tanıdığım biri anlatmıştı.

 Aynı apartmanda oturdukları komşularından biri beyin kanaması geçirmiş.

Eşi o anda evde olmayan adam; bağırmış, çağırmış hatta duvarlara vurmuş…

Bakmış olmuyor, eline ne geçirdiyse atmış yani epey bir gürültü çıkartmış.

Ancak 8 katlı apartmanda, kimse çıkıp ta “ne oluyor?” diye sormamış!

Kendini bir şekilde kapının dışına atabilen adamı, kapıcı baygın bir halde bulmuş…

“Duymadınız mı peki?” dedim. “Duyduk ama karısıyla kavga ediyor sandık” dedi.

***

Hani bir Atasözümüz, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” diyerek komşuluğun ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu ya;

Hani dinimizde komşuluk hakkının ne kadar önemli olduğu, birçok hadisle anlatılıyordu ya…

O birlikte yaşamayı bilen, imeceler yapan, komşunun derdiyle dertlenip, sevinciyle neşelenen, eski komşuluklar nerede kaldı?

İstisnalar kaideyi bozmaz ama gerçekten ne oldu o eski komşuluklara?

Betonlaşan şehirler gibi kalplerde mi betonlaştı acaba?

Ne diyeyim, Allah hepimizi iyi komşularla karşılaştırsın!

 

 

 

Ev alma komşu al!

“Ev alma komşu al” demiş ya Atalarımız, ne kadar da doğru söylemiş.
Ne yazık ki artık o eski komşuluklar kalmadı şehirlerde;
Hatta belki de köylerde de…
(Evine gelen misafirleri ağırlamak için, saçını süpürge eden, kendini başkalarının hizmetine adamış tanıdıklarımızdan özür diliyorum. Onların yeri ayrı ama istisnalar kaideyi bozmuyor)
***
Ne yazık ki, komşuluk ilişkilerimiz, her geçen gün azalıyor...
Mesela bir apartmana taşınıyorsunuz, 5 yıl oturduktan sonra oradan ayrılıyorsunuz;
Değil mahalledekiler, aynı katta ki komşularınız bile fark etmiyor, mahalle muhtarından başka…
Ya da yeni taşındığınız evin kapısı çalınıyor, açıyorsunuz.
O eskiden olan, börekli, kekli  “hoş geldiniz, bir ihtiyacınız var mı?” ritüelleri yerine,
 “Komşunuz şikayet etti, gürültü yapıyormuşsunuz. Tutanak tutacağız” diyen zabıta memuru ile karşılaşıyorsunuz!
Tadilat için izin almışsınız, kurallara uyuyorsunuz ama tahammülü yok insanların size
 Gerçi sizin kadar duyarlı davranmayan, gece yarısına kadar gürültü yapan muktedirlere, sesini çıkartmadıkları için dudağınızı ısırıyor, susuyorsunuz(!)
***
Asansöre birlikte bindiğin kişinin ekşi suratını görünce;  
hasbelkader yurt dışına gittiğinizde hiç bilmediğiniz, bilseniz bile hiç tasvip etmeyeceğiniz bir din ya da mezhepte ki insanın, sizi tanımadığı halde güler yüzle“merhaba”  demesi aklınıza geliyor.
Sonra maaşını verenlerden biri olduğunuz halde size saygısızlık, ukalalık yapan apartman görevlisi…
“Ya sabır” diyorsunuz.
 ***
Sahi ne oldu, o eski komşuluk ilişkilerine?
Yoksa bir şarkı da dendiği gibi “O komşuluklar(sevgiler) ki yoktular, onlar sadece ümitlerimiz miydi?”
Nüfusun hızla artması;
Örf ve adetlerimizin, hızla unutulması;
Kıskançlıklar, hırslar, çekememezlik miydi?

Birbirimize olan ilgisizliğimiz, duyarsızlığımız…
***
Her ne olursa olsun…
Bir çivi çaktığınız da sizi şikayet eden komşularınıza kızmayın, hatta minnettar olun.
Zira hepimiz, bayram tatiline giderken, iki aylık bebeğini emanet edecek komşusu ya da arkadaşı olmadığı için evde bırakan öğretmen annenin dramını öğrendik...
En ünlü mimar ve mühendislerin yaptığı evlerde bile, sifon çekildiğinde diğer dairelerden duyulduğunu biliyoruz. Sesimizi biraz yükselttiğimizde de!
Eğer öğretmen hanım, bayram tatiline gitmeden önce, bebeğinin canına kıymadı ise, açlıktan ağlayan bebek sesini duymayan apartman sakinlerine, pes diyorum!



Doğa affetmez!

Son on yıldır, birçok bilim adamı, dünyanın üçte birinin çölleşme alarmı verdiğini anlatıyor; tabiri caizse, bas bas bağırıyor. 
Çölleşme deyince; güzel ülkemin güzel insanları,  bunu bizim ülkemiz üzerine alınmıyor diye düşünüyorum.
Çünkü kimsenin aklına,  dünya denen devasa kürede, o kadar çok çöl varken;
 Üç tarafı denizlerle çevrili, akarsuları, gölleri gani gani olan, güzel ülkemiz gelmiyor.
Ancak bilimsel verilere göre, önümüzde ki 25 yıl içinde, çölleşecek olan ülkelerden biri de, ne yazık ki bizim cennet ülkemiz!
Bunu defalarca yazdım ve yazmaya da devam edeceğim.
Çünkü ülkemi yöneten zat-ı muhteremlerin, rant uğruna mı, cahil cesaretinden mi kaynaklanan, anlam veremediğim ve son yıllarda daha da artan, bir ağaç kesme sevdası var.
***
 AVM mi yapılacak? Ağaçları kesmeliyiz
Köprü mü yapılacak?  Ağaçları kesmeliyiz.
Yol mu yapılacak? Ağaçları kesmeliyiz.
TOKİ den hiç bahsetmeyeceğim!
***
Son günlerin hassas mevzusu, ODTÜ’den geçirilecek yol…
Bu yol için, ODTÜ’nün tespitine göre;
 292 çam,
133 dişbudak,
916 ahlat,
293 badem,
58 kavak,
696 diğer yapraklılar olmak üzere,
2 bin 388 ağaç kesilmiş…
Tepkilerden korkulduğu için, birçoğu da bayram tatilinde, kimse yokken gizlice!
60’lı yıllar da;
Kadın-erkek, çoluk- çocuk, genç- ihtiyar, seferber olmuş;
Ellerine aldıkları kazma kürekle, yüreklerinde ki heyecanla, dikmiş bu fidanları…
Neden?
Zamanla Başkent’e akciğer olacak bu ağaçları, siz sökesiniz diye mi?
***
Bütün dünyadaki başkentler, devasa ormanları ve parkları ile anılırken,
Ülkemizin yeşile en çok ihtiyacı olduğu bir dönemde,
Başbakan çıktı, partisinin grup toplantısında, önemli(!) bir mesaj verdi:
Yol medeniyettir. Yol uğruna her şey feda edilir. Bizim değerlerimiz de yol, engel tanımaz.(Değerleri neyse?) Yol yaparken, önümüze camii bile çıksa yıkarız. Karşı çıkanlar eşkıyadır” dedi.
Oysa biz, medeni ülkelerde ki yolların, yüzyıl önce inşa edilmiş olduğunu biliyoruz.
Ve yine bu ülkelerde, yeni bir yol ihtiyacı doğmuşsa, binlerce ağacı kesmek yerine, yolun ağaçlar üzerinden viyadüklerle geçirildiğini.
Ya da çorak bir arazide bile, dümdüz giden yolun karşısına çıkan, tek bir ağaç için yolun güzergâhının değiştirildiğini...
***
Öyle 300 bin sökeriz, 3 milyon dikeriz demekle olmaz!
Doğa affetmez, zamanı gelince mutlaka öcünü alır, sayın başbakan!













İzmit’in bisiklet yolları (2)

Dün yazdığım köşe yazımda, KYÖD (Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği)’ de,
İzmit Belediye Başkanı ile karşılaştığımı ve övündüğü İzmit’te ki bisiklet yolları ile ilgili düşüncelerimi, ayaküstü paylaştığımdan bahsetmiştim.

***
Çevreye ve insan sağlığına duyarlı biri olarak, bisiklet yollarına karşı değilim elbette.
Dünyanın en büyük tehditlerinden olan küresel ısınmayı ve trafik sorununu bir nebze olsun engelleyecek, en ucuz yöntemlerden birinin, bisiklet olduğunu da biliyorum.
Bisiklet kullanırken, çevremizi, cebimizi ve aynı zamanda spor yapıyor olduğumuz için sağlığımızı koruyor olduğumuzu da…
***
Bilişim çağındayız ya, hemen öğreniyoruz; internetten, sosyal medyadan.
Bazı Avrupa ülkelerinin belediye başkanları ya da milletvekilleri işlerine bisikletle gidip geliyormuş...
Tabii öğrenince hemen, acaba “Liste de bizim belediye başkanının ismi var mı?” diye merak ediyoruz.
Öyle ya, kentimizin allak bullak olmuş ve her geçen gün daha kötüye giden trafiğini ve park sorununu,  seçildiği günden beri çözememiş olan belediye başkanının, 
çözümü hala bisiklet yollarında arıyor olması ve bunu kendisi gibi her üyesinin yüksek öğrenim görmüş bir dernekte anlatmaya çalışması, onun % 100 bisiklet kullanıcısı olmasını gerektiriyor zira…
“Eğer % 100 kullanıcı değilse sözleri abesle iştigal mi yoksa işletme körlüğü müdür?
Ya da geçtiğimiz yerel seçimler öncesi verilen; monoray, sekaray, teleferik vs. gibi vaatlerin unutturulmaya çalışılması mıdır?” diye düşündürüyor insana açıkçası.
***
Öyle ya da böyle…
Benim gibi her sabah işe arabayla ya da toplu taşıma aracıyla gidip gelirken, yolda yaşadığı bin bir çeşit sorunların bilinci içinde olan her yurttaş,
Büyük ihtimalle,
İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan’ın, göreve geldiği günlerde yaptığı basın açıklamasında söylediği;
 ‘‘Belediye Başkanları, hedefleri zorlayan, yeni ufuklar açan, kentin 50 yıl sonrası için sesli düşünen (vizyoner), fikir beyan eden kişilerdir. İzmit’i dünyaca tanınan hak ettiği cazibe merkezi haline getirecek - çehresini değiştirecek- bir kent olması için önemli adımlar atıyoruz” dediğini anımsıyor ve başını aşağı yukarı sallayıp;
“Evet, haklısın başkan. Hak ettiğimiz yere geldik!” diyordur.






İzmit’in bisiklet yolları (1)


Geçen akşam KYÖD (Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği)’ün yeni dönem açılışı vardı.
Çağdaş duruşu, laik çizgisi, hümanist bakışı ile  “Kentin Senatosu” olarak kabul edilen KYÖD’ ün,  açılış kokteylinden ayrılırken;
 Çıkış kapısında kendini yolcu eden gruba, hararetli bir şekilde bisiklet yolarını anlatmaya çalışan;
“İzmit’in bisiklet yollarının mimarı olmakla” övünen mevcut İzmit Belediye Başkanı ile karşılaşınca, dayanamadım…
Ve uzun zamandır aklımda olan, yazmak isteyipte bir türlü fırsat bulamadığım düşüncelerimi anlatmaya çalıştım ayaküstü.
***
Dayanamadım dedim ya,  en sevdiğim ve aynı zamanda en sevmediğim bir huyum var benim!
İnsan gibi insan olan herkes gibi ben de, ne yazık ki, haksızlığa tahammül edemiyorum.
Bildiğim, İnandığım evrensel doğrular neyse, o konu da, karşımdaki kim olursa olsun-ister cihan padişahı, isterse kainatın en önemli kişisi- düşüncemi söylüyorum, söyleyebiliyorum.
İşin ilginci 2009 Ekimi’nde yine bir KYÖD dönem açılışında,
Bu konuyu zaten yazmıştım yani dört yıl önce bugünlerde...
***
Tarih tekerrürden ibaret derler ya;
O dönemde yani geçtiğimiz yerel seçimlerde seçilen, İzmit Belediye Başkanının önemli bir projesi, vizyoner bir düşüncesi varmış.
Köşe yazım da diyorum ki;
“Ben henüz görmedim ama pazartesi günü KYÖD (Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği)’ün sezon açılışında dostlarla sohbet ederken;

Yahya Kaptan’daki yürüyüş yolunun ortadan mavi bir çizgi ile çizilip, bisiklet yolu yapıldığını öğrendim...

Tartışılan konu şuydu:

Avrupa’da bisiklet yolları böyle miydi?
Elbette çoğu Avrupa ülkesinde bisikletler normal trafikte seyrediyor ama bisiklet sürücülerine tıpkı bir motorlu taşıtmış gibi muamele yapılıyor.  

Ancak yaklaşık beş yıl önce Avrupa Birliği ülkeleri arasına giren Macaristan’da bisiklet yolları yaya kaldırımları ile yan yana planlanmış, birbirinden sarı çizgi ile ayrılmış yani mevcut olan yaya yolları ortadan çizgi ile bölünerek değil, daha önceden planlanarak oluşturulmuş. Yayalar ise bisiklet yolundan yürümüyor çünkü çok uzun yıllar önce bisiklet yolları düşünüldüğü için, halkın bisiklet yolu ile ilgili kültürü de mevcut. (Kültür ile ne kast ediyorum birazdan bahsedeceğim)” diyorum…

***

Dört yılda Dünya da neler değişti, neler?

Teknolojik, ekonomik anlamdaki gelişmeleri, savaşları bir kenara bırakalım;
O günden bu yana birilerinin tabiri ile dağda koyun otlatan çoban bile artık sosyal medyada, paylaşım yapıyor.
Koyun güderken de, beğeniler yapıp, oyun oynayabiliyor.
Bu o kadar tuhaf değil de;
Yıllardır, bisiklet yolları ile ilgili yurtiçi olsun, yurtdışı olsun birçok inceleme araştırma gezisine katılan İzmit Belediye Başkanı, yurt dışına eğitim için giden kızının bisiklet yolları ile ilgili düşüncelerinden de, övgüyle bahsettikten sonra; 
Neden, KYÖD’ün sezon açılışı finalinde, danışmanlarının eşliğinde, yürüme mesafesindeki yolu, bisiklet ile değil de makam arabasıyla gittiğini, merak ettik açıkçası!


RÖPORTAJ

Konuğumuz; Banu Kayalıer 

Gurbette başaran kadınlarımız
Bu sayfada, ayda bir, yurt dışında yaşayan, başarmış kadınlarımızla yaptığımız söyleşileri paylaşıyoruz, siz değerli okurlarımızla...
Kimi, ailesinin yıllar önce daha iyi ekonomik şartlar için gittiği ülkede okuyup, iş sahibi olmuş, o nedenle kalmış gurbet ellerde, kimi eş durumundan… Kimi üniversite ya da yüksek lisan için gitmiş, kimi daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için. Belki bazıları, sırf macera olsun diye… Geri dönmemiş, bir yaşam kurmuşlar kendilerine ama anayurtları ile de bağlantıyı kesmemişler. Kadınlarımızın anayurdundan binlerce kilometre uzakta, kendi ayaklarının üzerinde nasıl durduklarını, neler yaşadıklarını öğreniyoruz.
Bu ay ki konuğumuz;
Üniversite yıllarında staj yapmak için Amerika’ya gitmiş ve orada başarılı bir hayat kurduğu halde, tekrar ülkemize geri dönmüş, kıpır kıpır, yerinde duramayan spor eğitmeni ve Personal Trainer (Kişisel Eğitmen) Banu Kayalıer…
Neden Amerika’ya gitmiş, neden geri dönmüş? Fit bir vücuda sahip olmak için, neler yapmalı. Enine boyuna konuştuk.
ü  Sevgili Banu, bize kendinizi tanıtır mısın?
Ankara doğumluyum ama 5 yaşında Antalya'ya yerleştik. İlk-orta lise Hepsini Antalya kolejinde okudum. Antalya'da büyüdüm,  Ankara'yı fazla tanımam. Tamamen Antalyalı hissediyorum kendimi.
Turizm ve Otelcilik Okulu’nu bitirdikten sonra, stajım için Atlanta'da bir Resort Hotele girdim ama stajımın sonuna doğru spor aşkım (geçmişte Ankara'da spor hocalığı yaptığım için) rahat bırakmadı beni ve otel çalışanlarına fitness dersi vermeye başladım. Daha sonra ardarda iki doğumum oldu ve küçük kızım 1,5 yaşına gelene kadar fitness sahnesinden uzak kaldım. 2004 yılında ilk sertifika eğitimimi aldım. Onu diğerleri izledi... Haftada her günümü salonun isteğiyle doldurmaya başladım. Önce derste, aksanımdan anlamazlar diye çekindim. Fakat işimi severek yaptığımdan, derslerim zevkli geçtiğinden, tüm üyelerimle birebir ilgilendiğimden olacak ki iki sene üst üste yılın hocası seçildim. Üyelerimle üyelikten ziyade arkadaşça ilişkilerim oldu. Vedam çok zor oldu Amerika'ya... Bol ağlamalı, onların deyimiyle "kleenex'li" bir veda günü düzenledi çalıştığım spor salonu…
Ve yaklaşık 13 senelik bir Amerika yaşantım, 10 senelik yurtdışı fitness eğitmenliği tecrübemle Türkiye'ye yerleştim. Buraya yerleşmeden önce endişelerim vardı. Oradaki üyelerim kadar buradakiler de beni sevecek mi diye... Bir sene geçirdikten sonra anladım ki endişem yersiz. Şu an 4 salonda grup fitness dersi veriyorum ve her grubumu ayrı ayrı çok seviyorum. Onların da beni sevdiğini görmek daha çok motive ediyor beni. Hep onların istekleri doğrultusunda şarkı koymaya çalışıyorum. Koreografileri kendim çıkardığım için onlar hangi şarkıyı isterse getirip dersimin zirve şarkısı yapıyorum. Derslerim kardiyo yoğunluklu, o yüzden kısa zamanda sonuç da alıyoruz ve biz bundan çok memnunuz.
ü  Neden Amerika?
Staj orada çekici geldi. Sonra kızlar olunca kalalım dedik. Orada doğdular büyüdüler. Türkiye'ye de çok güzel adapte oldular.
Anadilleri İngilizceydi orada okula başladıkları için ama biz onlarla hep Türkçe konuştuk. O yüzden buraya yerleşince zorluk çekmediler. Buraya yerleştik 13 seneden sonra çünkü orada büyümelerinden çok daha iyi burada bizim kültürümüzle büyümeleri diye düşündüm. Eşimin muhalefetine rağmen geldik. Orada belli bir sistemin içinde büyüyor, teyze hala amca dayı komşu gibi faktörleri göz ardı ediyor insan, otomatik olarak. Sadece telefonla olmuyor işte... O yüzden burada yaşamayı seçmekle ne kadar iyi bir karar aldığımı anladım hem biz hem çocuklar için. Tabii oradaki üyelerimi ve arkadaşlarımı çok özlüyorum. Ama çok mutluyum bu kararı verip Türkiye'ye döndüğümüze…

ü  Spor hocalığım beni bırakmadı dedin. Spor eğitimini öğrenciyken mi almıştın? Sertifika vs. var mıydı?
Hayır, bir yaz kursu programıyla aldım sertifikamı Ankara'da. Karizma jimnastikte, free style, step dersi verdim ama Amerika'da sistemli les mills, bts ve zumba eğitimleriyle, sertifikalanıp derslerimi verdim.
Ancak hep şunu söylerim, isterseniz sertifikanızı en güzel okuldan alın, en janjanlı sertifikanız olsun, gene de en son sözü hep üye söyler. Çünkü eğitim tek başına yeterli değil. Derse girip orta yaş üstü kadınların çoğunlukta olduğunu görüp, bir Fatih Ürek'ten oryantal koymayı veya tamamen öğrenci grubu ile salon doluysa nickelback veya pitbull koymayı düşünmek hocanın içinden gelecek. Hoca kendi koreografisini kendisi yapacak. Başkalarından aldıkça ilerde tıkanır, bu da üyeyi sıkar.
En son sözü hep üye söyler, ya dersleriniz tıklım tıklım doludur, ya da insanları salonda zorla toplarsınız.
ü  Her kadının hayali, incecik olmak ya da en azından fit görünmektir. Bildiğim kadarıyla Amerikalı kadın ve erkekler genelde çok kilolular, tabir-i caizse ‘x-large’ lar... Bunun beslenme alışkanlığı yani  fast food tabir edilen tarzda beslenmeyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Amerika’ da ki yiyecek ve içeceklerin boyutlarının da x-large olmasının da…
Bu konuda ne diyorsun?
Kesinlikle içtikleri içecekler büyük bir faktördür. Ben Georgia'da yaşadım bu sistemin en cok olduğu eyaletlerden birisi. Herkesin arabasında x-large sweet tea vardır ve değişmez o, orada sabit durur. Benim kendi düşüncem, insanların kilo problemiyle karsılaşmalarının ilk nedeni Çin yemekleri yapan lokantaların 4.99$ gibi fiyatlarla açık büfe yapmaları, kızarmış Çin pilavında sanırım 4000 kalori kadar mevcut. İkinci faktör çok kızarmış ve hazır gıda tüketiliyor, processed food çok tüketiliyor, işlenmis gıda yani… Üçüncü faktör drive thru faktörü... Arabadan inmeden hallediyorlar çoğu alışverislerini gün içinde. Bu arabadan inememeleri topladığınız zaman ciddi bir hareketsizlik ortaya çıkıyor.Dördüncü faktör çok fazla sıvı gıda tüketmeleri. Şekerli veya şekersiz önemli değil, önemli olan midelerini büyütmeleri.
Ama Amerika'da bir spor salonuna gelen, sağlıklı beslenen bunu yaşam felsefesi yapmış çok bilinçli bir grup da var. Özellikle orta yaş ve üstü.

ü  Çok sıvı tüketmek mideyi büyütüyor dedin. Diyetisyenler günde 2 litre su içmemiz gerektiğini söylüyor. Çay, bitki çayı, kahve, soda, ayran vb gibi günlük sıvı tüketimi de buna eklenince durum vahim gibi gözüküyor. Günlük ne kadar sıvı tüketmeli? Çok sıvı tüketip az yense yine kilo alınır mı?
Yok, onlar su içmiyor yani suyu bile içine toz tatlandırıcı kullanarak içen var. Kana kana su içemeyen insanlar var çünkü küçüklüklerinden beri asitli içeceklere alışmışlar. Normal su tabii çok faydalı ben de çok içerim. Derslerimde çok sıvı kaybediyorum çünkü çok yoğun kardio derslerim var.
Aslında ben diyetisyenler kadar önerilerde bulunamam, bulunsam kendime bir faydam olurdu. Her sabah, öğlen akşam yemekleri sonrası nutella kaşıklarım mesela. Çantamda nutella taşırım, ekmeksiz doyamam, meyve sebze yemediğim günlerde olur. Biliyorum çok düzensiz besleniyorum. Yapmamam lazım yapılması gereken düzenli beslenmedir. En önemlisi mevsiminde sebze meyve yemek, öğün atlamamak su içmek ve spor yapmak.

ü  Bildiğim kadarıyla kilo almamak ya da fit gözükmek için yediğinden fazlasını yakacak kadar hareketli olmak gerekiyor. Gerçi bazı bünyeler hızlı, bazıları yavaş çalışıyor. Mesela hipertiroidi ya da hipotiroidisi olanlar da olduğu gibi. Spora başlamadan önce, hormon testi de istiyor musunuz?

Ben istemiyorum çünkü salonlarda bağımsız çalıştığım için her spor salonunun kendi sistemi var. Ben aynı zamanda serbest personel trainer'ım . Personel traininglerimde de aile geçmişi kalp sağlığı ile ilgili bir kaç soru soruyorum ilk derste o kadar ve kişinin ihtiyacına göre bireysel spor yaptırıyorum nerede problemi varsa.
Evet tiroid önemli bir sorun mutlaka doktor kontrolünde izlenmesi gerekir.
ü  Zayıflamak isteyen kadınlara neler önerirsin? İstikrar şartta, diğer tavsiyelerin neler?
Zayıflamak isteyen kadınlar önce sabırlı olacak. Tek şey öneririm mucize beklemeyecek. Hiç bir metabolizma 14 günden evvel tepki vermez. Bir hafta diyet spor yapıp hiç bir sonuç göremeyip vazgeçerse işte bu olmaz. Ayda 2 veya 3 kilo vermek en sağlıklısı. Kesinlikle ek toz, hap, sıvı, gibi kimyasalları denemesinler sağlıklı beslenmek ve düzenli sporla elde edilemeyecek sonuç yoktur.
ü  Peki, zayıfladıktan sora ya da forma girdikten sonra diyelim, nelere dikkat etmek gerek genelde yasam tarzı ve alışkanlık olmadığı için en önce spor bırakılıyor.
Evet, aslında işte yapılmaması gereken bu sporu zayıflamak için değil, bir yaşam biçimi olarak görmek lazım. Zayıflatmaktan ötesini yapıyor çünkü kardio da damarlar genişliyor kalp sağlığı için haftada 3 gün kardio şart. Ağırlık egzersizleri de ilerde kemik erimesini bile yavaşlatıyor. Kesinlikle sporun bırakılmaması lazım…
Hem sosyalleşmek için de çok faydalı. Benim tüm üyelerim yeni dostlukların tadını çıkarıyor.
ü  Türk kadınları ile Amerikalı kadınları kıyaslamak gerekirse; uyum, çalışma azmi, süreklilik vb. konusunda, ne dersin?
Benim yaşadığım Georgia eyaleti güney eyaleti olduğu için orada insanlar nasıl desem kendilerine daha az dikkat ediyorlar. New York gibi kozmopolit şehirlerde işkadınları gayet şık vücuduna ve giyimine özen gösterirken, benim geldiğim eyalette Şubat ayında gri eşofman altı, üstüne çamaşır suyuyla lekelenmiş siyah bir atlet, parmak arası terlikli ve kendisine sağlık sorunları yaşatacak derecede kilolu yüzlerce kadın görebilirsiniz. Çalışma azmi de sektörel olarak farklılıklar gösteriyor tabii. Bizim sektörde grup fitness hocalarımız hep kadındır, Amerika'da. Burada ben yeni yeni alışıyorum erkek hocaya. Orda kadınlar iş hayatında azimli, duyarlılar da...
Burada daha o kadar uzun kalmadığım için bilmiyorum ama aynı sanırım.

ü  Spor için zamanı olmayanlara ne önerirsin yani evde egzersiz yapmak için basit önerilerin var mı? Mutlaka spor salonuna mı gitmek gerekir?

Tabii ki evde de yapılabilir. Bir kere kardiyo şart. Gün boyunca işyerlerinde, apartmanlarında, mutlaka merdiveni kullansınlar. Kalkarak yapabilecekleri bir işi oturarak yapmayı tercih etmesinler. Basit hareketler olarak da bellerini incitmeden bacak kalça basen hareketleri yapabilirler.
Karın ve bacak için benim favori hareketim yere yatıp bir bacağı kaldırıp 8 rakamını çizmektir. 50 defa yaptıktan sonra diğer bacağa geçip aynı hareketi yapabilirler. Bu hem bacak kaslarını, hem kalçayı hem de aktif olacağı için karın kas grubunun alt tarafını çalıştırır.
ü  Kardiyo yapmak için yaş sınırı var mı? Belli bir yaştan sonra sadece yürümek yeterli mi?
Belli bir yaştan sonra sadece yürümek yeter tabi ama vücut, spora alışıksa devam ettirmelerinde fayda var. En iyisi kolları da hareket ettirerek hızlı tempoda yürümek... Benim tavsiyem bir alışveriş merkezine gidip yürümeleri hem sıcak soğuk derdi olmaz hava bunaltmaz. Hem de risksiz, düz yol girinti çıkıntı yok. Özelikle ileri yaşlardakiler ayak burkulmaları veya dize fazla yüklenmeden kaçınmalı, o yüzden en iyi yer AVM'ler.
ü  Üyelerin en çok hangi soruları soruyor?
Aslında son yıllarda protein tozlarıyla ilgili sorular çok geliyor. Kullanmadığım ve proteinimi bizzat kebabın kendisinden aldığım için tozlar hakkında bir şey bilmiyorum. Zaten hepsine de karşıyım. Üyeler tabii öğrenmek ve en iyi sonuca daha çabuk ulaşmak için bize her ders çıkışı girişi sorular yöneltir. Biz zaten onun için ordayız. Ben her gün en az yarım saat erken giderim, onlarla konuşmak için. Tüm soruları da cevaplamaya çalışırım ama beni benden alan öyle bir soru var ki, o da 'hocam step bacak kası yapar mı' sorusudur ki yerini hiç bir şey tutamaz. Hiç bir kardio sporu bacak kası yapmaz. Gerçi bacak kasından ne anlaşılıyor o da ayrı. Mesela fotoğraflarda gördüğümüz erkek body'cilerin kasları gibi tabii olmaz. Olsa günde 3 ders veriyoruz, bizde olurdu.
ü  Sevgili Banu, verdiğin bilgiler için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Bu konuda başka soru sormak isteyen olursa,

adresinden bana ulaşabilirler.