Blog Arşivi

GEZİ YAZILARIM

Hoşgeldiniz





Translate

- Miş li geçmişlerle geçiyor zaman…

Şehitlerimizin acısı ile geçen kocaman bir haftanın sonunda,


Van’dan gelen deprem haberi ile sarsıldık. ”Yüzlerce ölü, binlerce yaralı!”

Haberler de yine bildik görüntüler, yine bildik söylemler:

“Deprem değil;

Binalar öldürdü…

Cahillik öldürdü…

Aymazlık öldürdü…

Fakirlik öldürdü…

Binaları yapanların, hırsızlığı öldürdü…

Binaları onaylayanların açgözlülüğü öldürdü ”



***

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde deprem komisyonu kurulmuşmuş, çalışmalar yapılmışmış, kırsal bölgelerin yapılaşması ile ilgili öneriler sunulmuşmuş…

Yine –mişler, -mışlar, -muşlar...

Çözümler nerede?

TBMM’ de kurulan komisyonların çalışmaları, hep öneri olarak kalacaksa, hayata geçirilmeyecekse; neden komisyonlar kurulup, çalışmalar yapılıyor?

Değerli vekillerimiz, değerli zamanlarını neden öneri hazırlamakla harcıyor?



***



- 1999 depreminden ders almışmışız!

Öyleyse, bu depremde her yerden yardım yağdığı halde, neden geceyi ayaz havada, sokakta geçirenler oldu? Gelen çadırların dağıtımı gereği gibi yapılmadı?

- 1999’dan sonra deprem yönetmeliğine uygun binalar yapılmaya başlanmışmış!

Öyleyse; bu depremde neden 1999 sonrasında yapılan (Özellikle de kamu binaları da) yıkıldı?

- Şehircilik Bakanlığı kurulmuşmuş…

İnşallah o da -mişli zamanın pişmanlıklarından biri olarak kalmaz!



***



Olası İstanbul depremi için söylenenler ise “Kamu binalarında ki güçlendirmeler çok yavaş ilerliyor, özel binaların durumu ise belli değil!”



1999 depremini bizzat yaşayan biri olarak, ne zaman akıllanacağız, ne zaman hatalarımızdan ders alacağız açıkçası çok merak ediyorum…





***



Bugün 29 Ekim…

Ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün liderliğinde; kadın/ erkek, genç/ yaşlı, canını dişine takarak, kanını akıtanların” kurduğu Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü…

İlke ve değerleri aşındırılmaya, törpülenmeye çalışılsa da, Cumhuriyetimize, birlik ve beraberliğimize en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde; laiklik ilkemizin sarsılmaz ışığında, ulusal birliğimizin sonsuza kadar yaşatılması hepimizin ilk ve en önemli sorumluluğudur. Bayramımız kutlu olsun.

Ne mutlu Türküm diyene…



*29 Ekim 2011 Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki



Can dostlarımız

Havalar soğumaya başladı. Hatta geçen hafta yılın ilk karı düştü…


Havalar soğumaya başlayınca ben, sokakta yaşayan insanlar ve hayvanlar için kaygılanmaya başlarım. Gerçi insanlar bir şekilde karnını doyuracak ve barınacak bir yer bulur ama ya hayvanlar?

Hele de kar yağıp, her şeyin üzerini kapattığında, su ve yiyecek bulmaları oldukça zorlaşır.



Her yıl 4 Ekim “Hayvanları koruma günü” olarak kutlanır. Okullarda, radyo ve televizyonlarda hayvanların faydaları üzerinde konuşmalar yapılıp, hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiği anlatılır.



Sanki “364 gün koruma da; 365. gün koru” der gibi…

Bu günler olsa bir türlü, olmasa başka.

İnsan olma ortak paydasında hayvanlara nasıl davranmamız gerektiği yılda bir gün anlatılsa ne olur, neye yarar ki?



***



Hemen herkesin, “evinde evcil ya da vahşi hayvan besleyen/ barındıran” bir tanıdığı vardır mutlaka. Hatta evinde hayvan beslemekle kalmayıp, sokakta yaşayan kedi ve köpeklere de gözü gibi bakan…

Gerek hijyen açısından gerekse özgürlükleri kısıtlandığı için evin içinde hayvan bakılmasına karşıyım ancak sokakta yaşayan hayvanların aç bilaç kalmasına da…



***



Benim de tanıdıklarım var. Evlerinde baktıkları hayvanları, çocuklarından ayırmayıp, hastalandıklarında sabaha kadar başında bekleyip gözyaşı döken, bütün planlarını onlara göre yapan ya da hayvanlardan korkan, sevmeyen hatta nefret eden tanıdıklarım…

Kedi ve köpek gibi evcil hayvanlardan korkan kişileri anlamaya çalışıyorum; çocukken yaşadıkları olumsuz bir hikâye vardır belki diye lakin nefret edip, eziyet edenleri anlamakta güçlük çekiyorum.



***



Kendi evin de kedi besleyen, bununla yetinmeyip sokağındaki kedileri de besleyen bir arkadaşım var. Beslemek derken, sadece yemek artıklarını vermek şeklinde değil; özellikle onlar için gidip kuru mama, sosis vs. alıp tek tek elleriyle besleyen, hastalandıklarında ilaç veren ya da veterinere götüren, onlarla konuşup sevgi cümleleri ile başlarını okşayan bu duyarlı ve vicdan sahibi arkadaşımın başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi.

Sebep; hayvanları sevmesi ve beslemesi…

Bu nedenle defalarca arabası çizilip, lastikleri kesildi. Komşularından bir kadının sözlü saldırısına maruz kaldı. Hatta mahkemelik oldular, aylarca mahkemeye gitti geldi. Sonunda haklılığını kanıtladı ama bu arada sinirleri de çok yıprandı…



***

Avrupa ülkelerine gittiğiniz de dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Başıboş dolanan ne bir kedi, ne de köpek görebilirsiniz. Kuşlar için de suluklar ve kuş evleri vardır…

Şimdi, evcil hayvanların sokaklar da biçare dolaşması yerel yönetimlerin suçu diyeceğim ama “yerel yönetimlerin işi başından aşkın, başka mevzu kalmadı mı?” diyeceksiniz diye korkuyorum. Korkuyorum ancak, kış da geldi; geliyor!


*22 Ekim 2011 Cumartesi Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki.


Ölmek için sebep...



Bu yazıyı İngiltere’den yazıyorum… Buraya gelmeden bir gün önce, benim güzel ülkemde, kocası tarafından bıçaklanarak öldürülen bir kadının fotoğrafının gazete de manşet olarak verilip verilmeyeceği tartışılıyordu. Hani sığınma evinde iken, çok sevdiği eşinin çağrısına dayanamayıp, arkadaşlarının “Sakın gitme, seni öldürür” uyarılarını dinlemeyip giden kadının fotoğrafının…

Olayın detaylarını bilmiyorum. Büyük ihtimalle her zamanki gibi aynı hikâyedir: Çalışmayan, dayak atan, kıskanan bir koca; her türlü şiddete maruz kaldığı halde “Çocuklarımın babasıdır, döver de, sever de. Katlanmak lazım” zihniyetiyle yetiştirilen bir kadın...

***

Kafam bu cinayetle ilgili sorularla meşgul; gelmişken İngiltere’deki kadının yerini, İngiliz erkeklerinin kadına bakış açısını ve davranışını öğrenmek istedim ve burada yaşayan tanıdığım kadınlara sordum.

Elbette İngiltere de yaşayan her erkek, üç –beş kadının anlattığı gibi olmayabilir. Mutlaka farklı davranışta bulunanlar da vardır. Belki de buradaki yasaların kadınlara tanıdığı haklardan dolayı mecburiyetten böyle davranıyorlardır; bilmiyorum.

Ben sadece İstisnalar kaideyi bozmaz diyerek İngiliz erkekleri ile ilgili anlatılanları sizlerle paylaşmak istiyorum…

İşte İngiliz erkekleri için kadınların anlattıkları;

- Evlenmeyi kolay kolay seçmezler ancak evlendiklerin de eşlerine çok değer verirler, onlara karşı çok dürüsttürler, yalan söylemezler. Ayrılsalar bile eski eşlerine çok saygılı davranırlar ve arkadaş kalırlar. Eğer ortak çocukları varsa, görüşürler.

- Evlilik müessesine saygı gösterirler. Eşler birbirlerine güven duyarlar.

- Eşlerin cinsiyet farkı gözetmeden kendi arkadaşları ile dışarıya çıktığı geceler vardır. Kadın ya da erkek eşlerden biri, sabaha karşı herhangi bir saatte eve dönebilir.

- İngiliz kadınları kocalarına hizmet etmez. Kocalar kendine ait her şeyi (ütü, bulaşık vs), kendileri halleder. Evdeki işler ve giderler paylaşılır. Adam sabah kalkıp “pantolonumu neden yıkamadın, neden ütülemedin” ya da “çorabım nerede, pijamam nerede” diye sormaz.

- Erkekler, eşlerine danışmadan, fikrini almadan asla bir konuda tek başına karar vermezler.

-Eşlerini mutlaka haftada bir yemeğe çıkartırlar. Özellikle Pazar günleri “roast dinner” dedikleri öğle yemeği çok önemlidir. Ailecek yemek yer sohbet ederler.

- Erkek arkadaşları her zaman 2. plandadır.

- Babalar her hafta sonu eşleri nefes alsın, rahat etsin diye sinema, spor, eğlence merkezi gibi yerlere götürürler.

***

Bir İngiliz erkeğine “hangi sebeple karını öldürürsün?” diye sorar mısınız dedim. Böyle bir soruyu sormanın bile abesle iştigal olduğunu söylediler…

***

Peki ya benim ülkemde, hangi sebepler yüzünden kadın öldürülüyor?

Töre ve namus cinayetlerini bir yana bırakırsak, bakkala ya da komşuya gitmek, satıcıya kapı açmak, komşuya selam vermek, sinemaya gitmek, sesli radyo dinlemek, ayrılmak istemek vs. gibi sebepler yeterli. Ya da bir bakış açısıyla belki de sadece kadın olmak!


15 Ekim Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki




Reklamlar!

Televizyonla pek aram yoktur;  hatta televizyonun elektronik gelir tüketici ve beyin yıkayıcı bir nesne olduğunu düşünürüm.
Genelde haber ağırlıklı programları izlemeye çalışsam da,  herkes gibi ben de ister istemez reklamlara da maruz kalıyorum.
Reklamlar ürünü satmak için yapılıyor ama son zamanlar da yayımlanan iki reklam beni fazlası ile rahatsız ediyor.
Birincisi; sağlıkçıların kesinlikle önermediği, en az sigara kadar zararlı ve obeziteye neden olduğunu söylediği beslenme şeklinin tanıtıldığı bir reklam.
Reklamda verilen mesaj, argo tabiri ile “kıvırmak” yani yalan söylemekle ilgili.
Bu reklam da öğrenciler, öğretmenlerine; çalışanlar patronlarına olmadık bir yalan uyduruyor.
Öğretmen ya da patron inanmadıkça, kıvırdıkça kıvırıyor; hem hareketlerle, hem sözlerle...
Sebep ise “indirimli ürünlerden yararlanabilmek!”

***

Uzmanlara veya RTÜK’e sormak istiyorum; bu ve buna benzer temayı işleyen reklamlar, çocukların bilinçaltına istedikleri bir şeyi gerçekleştirmek için olumsuz mesaj vermiyor mu?  
 Örneğin saygı duymaları gereken, Hz. Ali’nin “ kırk yıl kölesi olmaya ” hazır olduğu öğretmenlerine yalan söylemeyi pardon kıvırmalarının normal bir şey olduğunu empoze etmiyor mu?
RTÜK, Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, psikologlar bu durumun farkında değil mi?
Yoksa kıvırmak, yalan söylemek artık normal bir davranış şekli oldu da ben mi kaçırdım.
Üstelik yalanın pembesi, beyazına bile karşı iken…

(“Yalan söylemekle kalınsa iyi artık öğretmenlere kurşun sıkılıyor” dediğinizi duyar gibi oldum.)

***

İkinci reklam ise; evimizin ihtiyacı kepçeden bahsederken, kepçe kulaklı bir çocuğun gösterilmesi…
Çeyrek asır önce ilköğretim yıllarım da tanık olduğum kadarıyla, gözlük taktığı için topluca “ dört göz, dört göz” diye dalga geçilen çocuklar elli santim yakınını göremediği halde, gözlük takmıyorlardı. Tembel sanılan bu çocuklar belki de tahtayı göremediği için başarısızlardı. Zaten o zamanlarda büyük numaralar şişe dibi gibiydi; şimdiki gibi lens ya da lazer operasyonları da yoktu. Geçen sürece rağmen, insanların fiziksel yönleri ile hala dalga geçiliyor ki, çocuklar gözlük takmak istemiyor.
Şaka gibi ama yakın bir süreçte ünlü mankenlerimizden biri kepçe kulakları düzelsin diye, kulaklarını Japon yapıştırıcısı ile yapıştırmıştı.

***
İstesek de istemesek de görsel ve basılı medya toplumumuzu etkiliyor, şekillendiriyor.
“Eğitim şart” deyip duruyoruz da; en azından, “reklamlar” da hedef kitleye olumlu mesajlar verilse, daha iyi olmaz mı?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 8 Ekim 2011   

Yaya kaldırımları ve TSE standartı

Yaya kaldırımları ne için ve kimin için yapılmıştır?
Şimdi bu soru da nereden çıktı diyeceksiniz.
Tabii ki yayalar yürüsün diye…
Peki, benim şehrim de yayalar nereden yürüyor?
“Araba yolundan.”
Hem de hiç acele etmeden salına salına; parkta yürür gibi.
Sabırsızlanıp kornaya basarsanız eğer, sakın kaçmasını beklemeyin.
Hatta acele etmeden kafasını çevirip “Ne oluyor?” gibisinden bir bakışla kurtarırsanız ne ala zira çoğu zaman el kol hareketleri ya da küfür de yiyebilirsiniz.

 “Yayalar neden yaya kaldırımından değil de yolun ortasından yürürler” diye kafa patlatıyorum, uzun zamandır.
Eğitimsizlik mi, yaya kaldırımlarımız standartlara mı uymuyor?

***
Yaya kaldırımlarının yoldan yüksekliğinin o ülkenin gelişmişliği ile ilgili olduğunu biliyordum. (Yani yol ile kaldırım arasında ki mesafe ne kadar yüksekse, o ülkenin gelişmişliğinin o kadar az olduğunu) ama ideal kaldırımların nasıl olması gerektiği konusunda bir fikrim yoktu ve araştırdım. 

“Acaba yaya kaldırımlarımız uluslararası ve ulusal standartlara uygun mu?” diye ve
TSE (Türk Standartları Enstitüsü)’ne göre kaldırım standardizasyonunun bazı maddelerini sizlerle paylaşıyorum:
- Yaya kaldırımları, ön bahçesiz yapı düzenine sahip yollarda en az 2.50 metre genişliğinde, yaya trafiğinin yoğun olduğu merkezi iş bölgelerinde ise en az 5 metre olmalıdır. Genişlik, yol genişliğinin el vermediği hallerde 3 metreye kadar inebilir. Ancak şehrin yapılaşmasına açık meskûn alanlardaki yollarda yapılacak yeni düzenlemelerde yaya kaldırımı genişliği 1 metreden az olamaz.
- Yaya kaldırımında yayanın emniyetle yürümesine mani olacak çiçeklik, taş veya demir gibi her türlü engellerle, elektrik direği, trafik işaret direği, ilan levhaları ağaç ve benzeri elemanlar bulunmamalıdır. Kaldırım üzerine yapılan altyapıya ait rögar, baca kontrol ve benzeri tesislerin kapakları kaplama yüzeyiyle aynı düzlemde olmalıdır.
- Yayanın ayağının takılacağı beton veya demir baba veya diğer herhangi bir çıkıntı, bitmiş kaplama taşında topukların girebileceği genişlikteki delikli yüzeylerden kaçınılmalıdır.
- Yaya kaldırımının eğimi yüzey sularının akıtılması için taşıt yoluna doğru yüzde 2-3 oranında olmalı. Bordür taşı 0.70 metre ile 1 metre boyunda ve 0.15-0.20 metre genişliğinde olmalıdır.
***
Dışarı çıktığınız da yaya kaldırımlarınıza alıcı gözle bir bakın bakalım.
T.S.E standartlarına uyuyor mu?
Posta Gazetesi Doğu Marmara Eki 1 Ekim 2011