Bu hafta sizinle iki yıl önce yazdığım ve bugünlerde tekrar
hatırlama ihtiyacı duyduğum, köşe yazımı paylaşmak istiyorum.
***
Lance Armstrong ismini duydunuz mu?
İlk anda anımsayamayabilirsiniz belki ama bisiklet sporunun en
önemli organizasyonu olan Fransa Bisiklet Turu’nu aralıksız yedi kez kazanarak
gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi olarak kabul gören;
Yazdığı kitapla New York’ta en çok satanlar listesinde bir numara
olan Armstrong’un kanserle savaşma öyküsü belki bir yerde kulağınıza
çalınmıştır.
Armstrong’un hayat hikâyesini ilk duyduğumda çok etkilenmiştim.
Her saniye değerlidir kitabını okuduğumda ise; hayatının bazı
bölümlerin sizlerle paylaşmak istedim...
***
Armstrong gençliğinin baharında 25 yaşındayken karyokarsinom (kanser
türü) karnını, ciğerlerini ve beynini sarmış; iki ameliyat ve dört kemoterapi
kürü görmüş.
Doktoru hastalığın neredeyse onu öldürmek üzere olduğunu
söylediğinde;
‘‘Hayatımın en yüksek ve en doğru amacı ne?’’ diye sormuş kendine.
Amacının dünyanın en zorlu sporu olan Fransa turunda yarışmak
olduğunu fark ettiğin de nükseden (tekrarlayan) kanseri bir kez, bir kez, bir
kez daha yenmiş...
Armstrong şöyle diyor: ‘‘Hastalıktan aldığım ders olmasaydı, tek
bir Fransa turunu bile kazanamazdım. Ağrı geçicidir, pes etmenin yaşatacağı
duyguysa sonsuza dek sürer. Bana göre Fransa turunu tamamlamak hastalıktan
kurtulmuş olduğumun göstergesidir.’’
***
Bisiklet turu deyip geçmemek lazım...
Armstrong Fransa turunun zorluğunu şöyle anlatıyor:
‘‘Mantığa sığmayan sarp kayalıklar, kasaba kasaba bazen sahil boyunca
ilerlemek, köprüleri geçmek, dağ yamaçlarını kat etmek hiçbir şeyle
kıyaslanamayacak kadar güç gerektirir. Tur o kadar zorludur ki; Alplere uzun
bir tırmanıştan sonra, Hollandalı yarışçı Hennie Kuiper ‘‘Kar gözüme siyah
görünmeye başladı’’ demişti. Üç hafta süren tur, insanoğlunun çabalarının küçük
komedi ve trajedilerinin gündelik şenliğidir. Yarış birçok açıdan yaşama benzer
yalnız sonuçları daha az korkunçtur ve sonunda ödül vardır.’’
Sık sık kanserin başına gelen en iyi şey olduğunu söylüyor,
Armstrong:
‘‘İnsanın yaşamını tehdit eden bir hastalık iyi bir
şey olabilir mi? Ben bunu söyleyebiliyorum çünkü hastalığım benim için aynı
zamanda bir panzehirdi; tembelliğimi iyileştirdi.’’ diyor.
***
Olumlu düşünce tarzını hiç bırakmamış, pes
etmemiş; yandım bittim mahvoldum moduna hiç girmemiş: ‘‘ İlk hastalandığımda
bazı doktorlar yaşama şansımın yüzde elli olduğunu, bazıları yüzde kırk
bazıları ise yüzde yirmi olduğunu söyledi. Ancak bir şey kesindi. Her ihtimal
yüzde sıfırdan daha iyiydi. Kendime: Tamam bir seçim yapacaksın; teslim
olabilirsin ya da deli gibi bir umutla yaşamak için savaşırsın...’’ dedim.
***
Kitabın beni en çok etkileyen bölümü ise; Armstrong’un kendisi
gibi bisiklet yarışçısı olan bir arkadaşının, yaşadığı kasabaya uğrayıp, bir
şeyler içmek için onu aradığında gelişen diyalog…
Aralık ayı ve sezon dışıdır. O soğuk hava şartlarında, kimsenin
antrenman yapmak gibi bir derdi yoktur. Arkadaşından telefon geldiğinde,
Armstrong bisiklet tepesinde dördüncü saatini geçirmektedir. Arkadaşı çok
şaşırır. ‘‘Nasıl olur, bu hava şartlarında bisiklet tepesindesin misin?’’
Bu soru benim için çok anlamlıydı. “Başarının tesadüfi olmadığını
anlatan” bir soruydu çünkü. Özellikle de profesyonel bir bisikletçinin bu
soruyu sorması, kayda değerdi!
Bisikleti ile bütünleşmiş Armstrong, bisikletin üzerindeyken
hiçbir şeyi duymadığını, görmediğini, etrafındaki hiçbir şeyi fark etmediğini
söylüyordu.
Başarıya giden yol, bu olsa gerek:
“Karar vermek, kendini
yaptığın işe adamak ve etrafındaki hiçbir şeyi duymamak, görmemek, fark
etmemek”